David Shalleck başarılı bir aşçı-girişimci. Başarısızlıklarını, hatalarını, kaçırdığı fırsatları, sersemliklerini anlattığı kitabında inanılmaz bir olgunlukla özeleştiri yapıyor ve bunu onbinlerce okuyucuyla paylaşıyor...
Başarısız olduğunuz ve eleştirildiğiniz zaman cam gibi kırılır mısınız? Hemen suçu başkasının üzerine mi atarsınız? Eleştiriye kulaklarınızı tıkar mısınız?
Binbir dereden su getirir misiniz?
Şöyle bir durup düşünmek yerine, küstahlaşıp sizi eleştirene kişisel saldırı yolunu mu yeğlersiniz?
Şüphesiz eleştiri karşısında olgun davranmayan insanlar özeleştiriye de açık olmuyor.
Birey için doğru olan grup, topluluk ve firma-şirket düzeyinde de geçerli.
Hatalarından ders almayan ve yanlışta ısrar eden şirketler, arkalarında devlet desteği de olsa, er veya geç küçülüp yok olmaya mahkumdurlar.
Daha da ileri gidip bir genelleme yaparsak, kendi kendilerini eleştiremeyen ve eksiklerini göremeyen toplumların kendi kendilerini yenilemekten ve gerekli reformları yapmaktan aciz olduklarını da söyleyebiliriz.
Müsaade ederseniz bir genelleme daha yapayım.
Benim Türk toplumu ile Batı toplumu arasında gördüğüm en önemli fark bu alanda.
Uygar insan hem eleştiri kaldırır hem de yapıcı eleştiri nasıl olur, bilir.
Kimseye dalkavukluk yapmaz, arkasını birilerine de dayayıp kimseye pislik de atmaz.
Bunun tersi insan tipini hepimiz biliriz. Hayatta her şeye kısa vadeli menfaat ilişkisi açısından yaklaşırlar. Bir tahterevallide gidip gelir gibi yılışıklığa varan bir dalkavuklukla ağızlarından köpük saçan bir saldırganlık arasında, gidip gelirler.
Ben ülkemize baktığım zaman bu tip şahısların çok sayıda olduğunu görüyorum (çoğunlukta demeye dilim varmıyor).
Uygar Batılı toplumlarda ise bu tip azınlıkta. Oradaki yaşam şartları ve sistem bu tip davranışa pek prim vermiyor.
Belki de o yüzden bu toplumlar bizden ileride. Özeleştiri olsun, yapıcı eleştiri geleneği olsun, toplumun dinamosu. İnsanlar, toplumlar, kurumlar, eksiklerini görüp bunları düzeltmeye çalıştıkça ileri gidiyorlar.
Globalleştikçe küçülen bir dünyada kendimizi yenilemek ve rekabet edebilmek için kendi kendimizi aldatmaktan artık vazgeçmemiz lazım.
Başka şansımız yok.
En azından çocuklarımızı ve onların geleceğini düşünerek bazı tutum ve davranışlarımızı değiştirmemiz lazım.
Bütün bunlar nereden mi aklıma geldi?
Okuduğum bir kitap bana bunları düşündürttü.
Kitabın adı 'Mediterranean Summer' ya da 'Akdeniz'de Bir Yaz'.
Yazarı David Shalleck. Başarılı bir aşçı-girişimci.
Danışmanlık hizmeti veriyor
Shalleck bir yaz boyunca, Bill Gates kadar zengin bir İtalyan ailenin 'Serenity' adlı yatında aşçı olarak çalışmış ve onlara ve özel misafirlerine İtalyan yemekleri pişirmiş. İtalya ve Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki en güzel limanlarını, en efsanevi koylarını dolaşmış, gerektiğinde o sabah tutulan balıklarla enfes yemekler hazırlamış, gerektiğinde de teknede bir köle gibi çalışarak yelkenlerin açılıp kapanmasına yardımcı olmuş.
Pişirdiği o günlerin tarifleriyle süslü ve zaman zaman ilginç gözlemlerle dolu kitabını okumak çok zevkli.
Shalleck şu anda çok başarılı. Lokantada çalışmıyor. Culinary Solutions adlı şirketiyle lokanta, otel ve şirketlere danışmanlık hizmeti sunuyor.
Kitapta beni asıl ilgilendiren ise Shalleck’in kendi başarısızlıklarını, yaptığı hataları, kaçırdığı fırsatları, sersemliklerini anlattığı ilk bölüm.
İnanılmaz bir olgunlukla özeleştiri yapıyor ve bunu onbinlerce okuyucuyla paylaşıyor.
Kitabın ilginç bir bölümü de şu. Shalleck New York, San Francisco ve Londra gibi şehirlerde tanınan lokantaların mutfak şefliğine kadar yükselmiş. Ama, İtalyan yemekleri pişirmesine rağmen bu konuda pek de fazla bir şey bilmediğini kendisine itiraf etmiş. Bunun sonunda da İtalya'nın önde gelen lokantalarında, tam beş sene, boğaz tokluğuna çırak olarak çalışmayı kabul etmiş.
Bireyler olsun, toplumlar olsun, başarıyı kolay yakalayamıyor.
Başkalarını kafakola alıp, gürültü ve sansasyonla elde edilen başarıysa sabun köpüğü gibi eriyip gitmeye mahkum oluyor.