CaddeYILMAZ ERDOĞAN’IN NEŞELi HAYATI

YILMAZ ERDOĞAN’IN NEŞELi HAYATI

06.12.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:

Bazen kaşları hafifçe kıvrılıyor, yüzüne kaygılı bir ifade, sesine bir sükunet geliyor ve basbayağı Rıza Şenyurt oluyor Yılmaz Erdoğan. ‘Neşeli Hayat’ın baş karakteri Rıza, Amsterdam seyahati boyunca yanımızda aslında.

YILMAZ ERDOĞAN’IN  NEŞELi HAYATI

Amsterdam’da soğuk, yarı puslu bir öğle sonrası. Bir gün önce Berlin’den gelmişiz, gurbet elde ikinci galamıza katılmışız, şimdi ‘Neşeli Hayat’ ekibinin neşelenme vakti...
Nasıl neşelenmesinler, Yılmaz Erdoğan ve ‘çırakları’ ‘Neşeli Hayat’ filmiyle bir hafta içinde üç kez seyirci tarafından kucaklandılar: İstanbul’da, Berlin’de, Amsterdam’da. Hele sonuncusundaki coşkuyu anlatmak mümkün değil, ‘Çok Güzel Hareketler’ ekibi çok ünlü buralarda. Sokakta yürüyemiyorlar neredeyse. Yılmaz Erdoğan, gururlu bir ‘baba’ gibi koltukları kabararak izliyor ‘godikleri’. Yanında 15’ine ve kendi boyuna gelmiş kızı Berfin, telefonun öbür ucunda 15 - 20 güne kadar adı saklı oğullarını dünyaya getirecek karısı Belçim. Cidden en neşeli hayat onun.
Yılmaz Erdoğan, bazen basbayağı Rıza Şenyurt oluyor. Sohbetlerin, esprilerin baş kahramanı ve biraz sevip biraz üzüldüğümüz bir arkadaşımız gibi. Berlin - Amsterdam hattında geçirdiğimiz üç gün içinde sohbete, muhabbete bol, röportaja az zaman ayırabildik. Hele Yılmaz Erdoğan’a fotoğraf için poz verdirmek zinhar mümkün olmadı. “Beni objektife baktırmayın / Bana sahte hareketler yaptırmayın“ diye türkü bile yaktı, o derece.
Netice itibariyle, tekne gezisinde bir tenhada bile değil, gürültünün patırtının, şaka yağmurunun ortasında yakaladım kendisini. Lafın sonunu da Amsterdam sokaklarında koşar adım yürürken getirdik. Filmin duygusundan, Rıza kardeşimizin etkisinden, bir de şehrin havasından olsa gerek, çok neşeli bir sohbet oldu.


Ekipte günlerdir sürekli ‘Neşeli hayat’ esprileri dönüyor.
Bizim filmlerde böyle oluyor. Böyle ortak bir eğlenceye dönüşmesi beni çok mutlu ediyor. Çünkü hayata dair bazı derinlikli metaforlar o lafları sloganlaştırıyor. Şimdi insanlar mesela birbirlerine “Nasılsınız inşallah?” diyorlar, gayet normal bir laf gibi geliyor. “Vizontele”den o.

Rıza da baş sohbet konusu...
Çekerken bir rol oynuyormuş gibi değil de bir evlat edinmişim gibi bir his oldu bende Rıza’yla ilgili. İlk defa böyle bir şey oluyor. Böyle bir karakter de hiç denk gelmemişti, hep dominant kişiler oynamışım. İlk kez tırnak içinde ‘pasif’ ve neredeyse fısıldayarak yaşayan birini oynuyorum ve içinden çıkmak istemiyorum. O Rıza olma hali öyle acayip bir şey ki, bütün o yüzündeki hüzne rağmen, içindeki Allah’a olan inancından dolayı... Bence filmdeki en ibadetli kişi değil ama en imanlı kişi Rıza. Gerçekten uzun yıllar üstüne düşüneceğim bir konu bu benim ve galiba filmin de tartıştıracağı bir şey.

İnanç meselesinin altı çizilmiyor hiç filmde.
Zaten marifet odur ya, altı çizilmemesi gereken bir şeydir. Mevlana’nın söylediği bir şey var, “İbadet, zamana, zemine, şartlara bağlı bir şeydir. Az yapılır, çok yapılır. Ama iman, kesintisiz bir yoldur. İnanırsın. Aslolan da budur.” diyor. O anlamda güzel bir teslim olmuşluğu olduğunu düşünüyorum Rıza’nın.

Rıza diye biri sahiden yaşıyormuş gibi konuşuyorsunuz hep.
Gerçekten öyle. Öyle ki ben bazen Rıza oluyorum, Rıza olarak yersiz bir şaka yaparsam, “Rıza öyle şey yapmaz” gibi bir duyguya kapılıyorum. Sette de öyleydi. Koskoca sette bir tek gün benim hiç sahnem yoktu. O gün bayağı tuhaf oldum. Çünkü o gelince yumuşuyor ortam. Ben sinirli bir yönetmenim, aksi bir adamım. Ama Rıza beni mahçup edecek kadar sevimli oldu.

Seyircilerin tepkileri nasıl ?
Bu film çok kişisel bir yolculuk aslında. Herkes çok değişik şekilde seyreder. Aslında hüzünle mizah oranı benim hesapladığım dengede gittiği halde, Rıza’nın insanı üzen, hatta bir küçük suçluluk duygusu hissettiren yönü ilk seyirde seni etkiliyor ve çok gülsen bile “Hüzünlüydü” diyorsun. Ama mesela Amsterdam seyircisi müthiş eğlenmeyi de başardı. Birine gülmemiz ona kötü davrandığımız anlamına gelmez ki. Ama ahlakımızda gülmenin üzerinde böyle bir baskı var hâlâ. Gülme her an bir saygısızlık şekli olarak da algılanabiliyor.

Sinema yazarları beğendi filmi.
Evet bir de ortak bir durumları oldu, “Biz çok beğendik, acaba iş yapmaz mı?” gibi. Bunu yazan arkadaşların çok iyi niyetli olduğunu biliyorum ama film sanki anlaşılmazmış gibi bir hava doğuyor. Ben anlaşılmaz bir şey yazamam. Sadece her katman eşit derecede anlaşılmayabilir ama seyircinin dışarıda gördüğü hikaye çok basittir çoğu zaman. Bu da öyle. Dolayısıyla galiba ilk defa şunu başarabileceğiz, hem çok seyirci, hem iyi eleştiri.

Övgülerdeki ‘Yılmaz Erdoğan’ın iyi filmi’ vurgusuna ne diyorsunuz?
“Övdük, yine yaranamadık” gibi olmasın ama bir “Gözümüze girdin, kerata” durumu var. Çok samimi olduğu için de aldık kabul ettik. Hiçbir film için aslında böyle önden büyük büyük şeyler söylenmesi çok doğru değil bence. Bu zamanla belli olur. Şuna katılıyorum, dramatik kurgu anlamında bence de en iyisi. Ama hala ‘Vizontele’nin fikri katmanında fikir yok.

Ne oldu da böyle bir değişim yaşandı sinema yazarlarıyla ilişkinizde?
Valla bence en belirleyici olan Antalya Film Festivali. Bir gün gittim hayatım değişti demiyorum, zaten hep içimde “Bu yaptığın mantıklı değil” diyen bir ses vardı, o ses galip geliyor deneyimle birlikte. Eleştirildiğin zaman, sertse hele, ilk reaksiyonun şu oluyor: “Madem o kadar biliyorsun, sen yapsana”. Bu tabii hafif ‘cühel’ bir hareket. Yani kökten değil de anlık cahil. Çünkü film okuma bambaşka bir sanat. Kaba bir hesap yaptım, bir eleştirmen yılda beş festivale gitse, 100’ün üstünde film seyrediyor sadece festivallerde. Şimdi bu emeğe saygı duymamak ayıp değil mi?

Onların varlığı BKM kadar sizin için de yeni bir yaşam enerjisi olmuş.
Tabii. O metod ve çalışma şekli hem çok neşeli gerçekten, hem de öğretici. Her şeyin neşeli olması lazım ve mümkün bu. Ve inan bana, para eşittir neşe diye bir şey yok. Film de buradan bakıyor zaten. Tabii ki insanların “Senin tuzun kuru” deme hakkı var ama ancak yanlış anlaşılırsa böyle bir şey söylenebilir. Eğitim niye neşeli bir şey değil mesela? Ve bunu niye kabul ediyoruz biz? Tartışmıyoruz bile. Neşe peşinde olmak soytarılık demek değil ki. Neşe diye bir kavram olmasa sanat da olmayacak. Sanat ne için ki? Tamamen neşe dozunu artırmak için.

EN ÇOK OKUNANLAR

KEŞFETYENİ

İlgili Haberler