15.01.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
Miraç Zeynep Özkartal/zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Elimde yükte ve pahada ağır bir kitap var. Altı kilo ve 595 TL. İçi ise gerçek bir derya. Osmanlı sanatı uzmanı Serdar Gülgün, Kapalıçarşı’nın ara sokaklarını anlatmış. Fotoğraflarda Laziz Hamani imzası var. İngilizce sanat, gezi, yemek kitapları çıkaran Assouline Yayınevi’nin Türkiye’ye dair ilk kitabı “Kapalıçarşı” sözünü ettiğim. Serdar Gülgün kitabın girişinde Kapalıçarşı’yla ilişkisini anlatıyor.
Sonra İç Bedesten’den girip, ana yollardan geçip hanlara taşıyor okuru. Ki gerçek Kapalıçarşı burada aslında. O ana hatlarda gördüğümüz burma bilezikçiler, taklit çantacılar, paşminacılar işin turistik bölümü...
Ara sokaklarda, hanlarda ise onlarca yıldır süren bir gelenek var. Şişko Osman’ın halıları, Mehmet Usta’nın gramofonları, Epoque’un insanın aklını başından alan mücevherleri, kendileri birer esere dönüşmüş gümüş ustaları... Bu kitap yalnızca yabancı okura değil, şehrine yabancı İstanbullulara da hitap ediyor.
* Kapalıçarşı’nın tarihini mi yazdınız?
Hayır. Bu benim Kapalıçarşı’ya kişisel bakışım. Zaten bütün hikayeyi birinci ağızdan yazdım. Annemin bana anlattığı bir hikayeyle başlıyor.
* Nedir bu hikaye?
Annemin babası imparatorluğun son yıllarında doğmuş. Okuldan kaçar, çantasını iplere bağlayıp kuyuya saklarmış. Bütün gün Kapalıçarşı’da saklambaç oynayıp akşam da okuldan döner gibi eve girermiş. Kapalıçarşı öyle bir alan ki, bundan yüz sene önce dedem saklambaç oynuyordu. Bugün Osmanlı sanatı uzmanı olarak benim oyun alanım. Hazinelerin saklandığı ve sizin onların peşinde koştuğunuz bir alan...
* Nasıl hazinelerle karşılaşıyorsunuz Kapalıçarşı’da?
Dünyanın en akıl almaz ustalarını da bulabilirsiniz, inanılmaz zanaat tekniklerini de, eşyaları da. Bunlar var, bulmak size kalmış. Köşeyi dönüp bir dilenciye de rastlayabilirsiniz, Prenses Caroline’e de. Ki Caroline’e gerçekten rastlamış bir esnafın hikayesini de yazdım. Artık her şeyin aşırı teşhir olduğu bir dünyada çarşı bize keşif yapabilme lüksünü veriyor.
“Kitapta 37 esnafın hikayesini anlattım”
* Her şey git gide birbirine benzerken, nasıl oluyor da Kapalıçarşı kendini koruyabiliyor?
1500’lerde kurulmuş, ama hala dünyadaki pek çok yeniliği bugün orada görüyorsunuz. İyisiyle, kötüsüyle... Cartier’nin bilmem ne modelinin kopyası ilk burada çıkıyor. İnanılmaz gelişmiş antenleri var. Sanki bütün dünya Kapalıçarşı’nın içinden geçiyor.
* Gerçekten de bütün dünya geçiyor oradan...
Galiba içinde bu kadar çok yabancının dolaşıyor olması çarşının Türk kalmasını sağladı. Kendinizi korumazsanız yabancıya ne satacaksınız? Uluslararası olmaya başladıkça kendi kültürünüze dönüyorsunuz. Üstelik kliması yok, yürüyen merdiveni yok, asansör bulamazsın, sokaklar dar. Dezavantaj gibi görünen şeyler, doğal bir koruma yaratıyor.
* Nasıl bir yol izlediniz kitabı yazarken?
Benim Kapalıçarşı’da gittiğim adresler var. 37 esnafın hikayeleri üzerinden çarşıyı anlattım. Bunun sadece bir zenginler, mücevherler, antikalar kitabı olmamasına dikkat ettim. Çünkü Kapalıçarşı’nın ruhu o değil. Çok kıymetli bir kuyumcu varsa karşısında da dansöz kıyafeti satan bir dükkan var. Şark Kahvesi’ni koyduysam, yanına Fes Cafe’yi de koydum. Atölyelere çok yer verdim, Kapalıçarşı’yı sırtında taşıyan adamlar o atölyelerdeki ustalar.
“Alışverişin püf noktası ahbap olmak”
* Kapalıçarşı’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Çok parlak. Bir kere çarşıların atası. Bunca alışveriş merkezinin olduğu bir şehirde hala ayakta, dükkan kiraları kilolarca altına karşılık geliyor. Yavaş yavaş tasarım tarafı güçlenecek diye düşünüyorum.
* Kitabı hazırlarken keşfettiğiniz yeni bir hikaye oldu mu?
Hayır ama şunu daha iyi anladım. Kapalıçarşı esnaf becerisi üzerine kurulu. Gidiyorsunuz bir dükkana, hemen çay, kahve ikram ediyor. İnsan istemiyor, sanki içerse alışveriş yapması gerekirmiş gibi bir hisse kapılıyor. Kafayı yordukça anladım ki o çay-kahve sırasındaki sohbette sizi tartıyor.
* Ne anlamda?
Bilgi, fikir ve para olarak nerede olduğunuzu anlıyor. Annem anlatırdı, gençliğinde ona bir esnaf demiş ki “Cebinizde kaç lira var anlamalıyım. Eğer 10 lira varsa, önce 40 liralık malı gösterirsem bir daha 10 liralık malı almazsınız. Çünkü 40 liralık daha güzeldir, paranın yettiğini de beğenmezsin”. Bu bir oyun aslında. Ticaret ne ki zaten? Kimsenin bu eşyalara ihtiyacı yok. Bir arzu nesnesini ele geçirme oyunu hepsi.
* Kapalıçarşı’da alışveriş etmenin püf noktası ne?
Ahbap olmak. Yurtdışında bir mücevherciye bakıyorsunuz, görmemişin mücevheri olmuş. Bir parça çıkarıyor, beş koruma geliyor. Eldivenler, güvenlikler; ne oluyor? Kapalıçarşı’ya gidersiniz; onu çıkarır, bunu çıkarır. Gözü tutarsa, kaparo alır, “Üstünü sonra getir” der. Beğenmezsen geri götürürsün, değiştirir.
* Bir sizin anlattığınız esnaf profili var; bir de taciz eden, neredeyse kolunuzdan çekiştiren Kapalıçarşı esnafı var.
Onlar daha turistik esnaf. Sahte çantalar, tişörtler, paşminalar satanlar onlar. Turistlerin Ortadoğu fantezisini tatmin eden görüntüler...
* Çoğunluğun algısında Kapalıçarşı bundan ibaret.
Ara sokaklara girmek lazım. Ama herkesin size saldırıp bir şeyler satmaya çalıştığı Kapalıçarşı’da doğru eşyaya ulaşmak parayla bile olacak iş değil. Bazı dükkanlar var ki, parayla bile çıkartmıyor eşyasını. Gözünün sizi tutması lazım.
* Yasa dışı ticaretle, mesela eski eser satışıyla karşılaştınız mı hiç?
Hayır. Belki oluyordur ama ne böyle bir hikaye duydum ne de bir hırsızlık.
“Hürrem’in çocuğu olacak mı diye tarih okuyorlar, fena mı?”
* Bugün Osmanlı’ya bir anlamda iadeiitibar ediliyor. Ama doğru yollardan mı ediliyor sizce?
En azından bir ilgi oluştu, memnunum. Eğri de olsa, doğru da olsa. Vitali Hakko’nun bir hikayesi vardır. Üzerinde eski Türkçe yazı olan bir kumaş yapmış. Bir kadın almış, etek yaptırmış, giymiş. Adamın biri de “Bu kadın duanın üzerine oturuyor” diye karakola şikayet etmiş. İş büyümüş Vitali Hakko’ya kadar gelmiş, onu da karakola çağırmışlar. Sonunda
o yazının dini bir metin olmadığı ortaya çıkınca rahat etmişler.
* Oradan buraya geliyoruz.
Evet, öyle bir cehalet içindeyiz ki gördüğümüz her eski yazıyı dini zannediyoruz. Nasıl mani olabiliriz ki? Yapacak bir şey yok. Bugün en azından tuğranın ne olduğunu anladı insanlar. Osmanlı çok incelmiş bir kültür, bugün uygulandığı gibi süsler, püsler, varaklar yok. Zamanla eleneceğini düşünüyorum.
* “Muhteşem Yüzyıl”ı nasıl buluyorsunuz?
Eğrisini doğrusunu tartışmak istemiyorum. En azından biliyorum ki Hürrem’in bir çocuğu daha olacak mı öğrenmek için alıp hayatını okuyor. Onu okurken de başka şeyler öğreniyor. Fena mı? Önemli olan merakı tetiklemek.
* Osmanlı sanatıyla ilgilenmek bir servet mi istiyor?
Hayır. Hatta bugün çağdaş sanatla ilgilenmenin yanında hiçbir şey değil. Hatta benim gözümde kıymetini henüz bulmadı Osmanlı eserleri. İlla müzelik bir parçaya gerek yok, hikayesi olan eşyalar daha ilginç.
Müzeye mi geldik?
Serdar Gülgün neredeyse dört duvar halindeyken satın aldığı ve restore ettiği Macar Feyzullah Paşa Köşkü’nde oturuyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, “Muhteşem Yüzyıl”da gördüğümüz her mekandan daha görkemli bir ev burası. İlk anda adımınızı bir müzeye atmışçasına tedirgin oluyorsunuz. Ama Serdar Gülgün “esirgemeyen” bir ev sahibi.
Hatta bir de önerisi var: “İnsanların kullanmaya kıyamadıkları eşyaların sonra çöplerden çıktığını gördüm. Her şey kullanılmalı bu hayatta. Biz ölüp gideceğiz, bu eşyalar kalacak, merak etmeyin.”
“Bu hatları ne yapacaksın? Cami mi açacaksın?”
* Mesleğinizin tanımını soracağım. Ne demek Osmanlı sanat uzmanı?
Osmanlı sanatı üzerine çalışmış kişi. Seneler içinde kendime has bir durumum oluştu. Ben geçmişi bugüne taşıyorum. İlk yaptığım proje, Vakko’nun Osmanlı desenli döşemelik kumaşlarıydı. Hâlâ devam ediyor. Dünyaca ünlü Herend porselenlerine Osmanlı desenleri yaptım. Ve de tarihi binaların dekorasyonunu yapıyorum. Osmanlı sanatından aldığım ilhamla bugün ne yapabilirim? Benim meselem bu.
* Siz nasıl sevdalandınız bu sanata?
Çocukluğumdan beri çok meraklı olduğumu biliyorum. Ama ne zaman başladı derseniz cevap veremem. O yıllarda bunun bir meslek olabileceğini düşünmüyordum. Önce işletme okudum. Fakülteye girdiğimde anladım ki olacak iş değil. Ama bitirdim. Sonra Londra Üniversitesi’ne Osmanlı sanatı mastırı yapmaya gittim.
* Türkiye’ye döndüğünüzde yaptığınız işi kabul ettirmek zor olmadı mı?
Çok zor oldu. 1993’te ilk sergimi yaptım KÜSAV’la. Bugünkü gibi herkesin Osmanlı’yı baş tacı ettiği bir durum yoktu. Hatta tam aksiydi, çok tepkiler aldık. Niye Osmanlı sanatı? Bu hatları ne yapacaksın? Cami mi açacaksın? Sorular bunlardı. Zerre kadar umursamadım.
* Bu tavrın değişeceğini öngörüyor muydunuz?
Bunların uluslar arası alanda değer gören eserler olduğunu biliyordum. Ne yazık ki biz kendi değerimizi bilmeyiz. Ancak bir batılı beğenirse, onun tasdiki olduğu anda ilgimizi çeker.