PazarAvignon buluşmaları (2)

Avignon buluşmaları (2)

16.03.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Picasso 20’nci yüzyıl başında hâlâ gündemde olan, Provence dilini ve edebiyatını savunan yerel şairler arasında Mistral’den sonra en fazla tanınan, Felibrige grubunun elebaşlarından Aubanel’in “Avignon’lu Kızlar” adlı şiirini okumuş muydu acaba?

Avignon buluşmaları (2)

Picasso 20’nci yüzyıl başında hâlâ gündemde olan, Provence dilini ve edebiyatını savunan yerel şairler arasında Mistral’den sonra en fazla tanınan, Felibrige grubunun elebaşlarından Aubanel’in “Avignon’lu Kızlar” adlı şiirini okumuş muydu acaba?
Çağına göre bir hayli erotik sayılabilecek, hatta müstehcenlik gerekçesiyle yasaklanan bu şiirden habersiz olsaydı, Avignon’la cinsel aşkın, giderek fuhuşun ortak paydasını bulmaya kalkışmazdı belki de diye düşünüyorum. Oysa hava güneşli, sokaklar kalabalık ve bütün bunları çağrıştıran fazla bir şey yok görünürde. Ama yalnızca görünürde.
Bana öyle geliyor ki Avignon; ortaçağdan bu yana aşk ateşiyle yanıp tutuşanların, kadın tutkusunu bir yaşama biçimine dönüştüren çapkınların merkezi olmuş bu kent, surlarının, eski yapılarının, Katolik inancın sarsılmaz simgesi Roman ve Gotik kiliselerinin ardına çekilmiş hâlâ bir gizi, karşılığını bu yörenin çocuğu Marquis de Sade’da bulan bir çöküşü yaşıyor.
Ne akışı hızlı Rhone’un suları ne bir zamanlar sokaklarında yankılanan çan sesleri ne de
Jean Vilar’dan bu yana dünya tiyatrocularının buluşma yeri oluşu, evet bunların hiçbiri Avignon’u eski günahlarından arındıramaz.

Haberin Devamı

Kayalıktan bakınca

Buraya gelen tüm gezginlerin yaptığı gibi Doms kayalığına çıktım az önce. Kente hakim tepeden çatılara, örümcek ağına benzer bir labirent oluşturan dar sokaklara, çınarların gölgelediği alanlarla çepeçevre surlara, çan kuleleriyle eski duvarlara bir kez daha baktım.
Irmağın ötegeçesinden Villeneuve-lez-Avignon başlıyordu. Orada, La Chartreuse Manastırı’nın kuytu avlusunda, bir zamanlar keşişlerin çile doldurduğu hücrelerde de anılarım vardı. “Odalarda” dar mekanlara kapanmış bir kadınla bir erkeğin cinsel anlamda mümkün olabilecek her şeyin sınırlarını zorlayışlarını anlatmıyor muydu? Yani keşişlerin çile çekmesine benzer, aslında metafizik bir duygunun dışavurumu olan tutkuyu.
Yine de tarihi Avignon’un tarihiyle birleşen, çoğu kez onunla rekabet etmiş Villeneuve-lez-Avignon’un eski ya da yeni aşkları, yıkıcı ve yakıcı tutkuları çağrıştırdığını söyleyemem. Orada, bir kültür merkezi olarak kullanılan manastırda Akdeniz Yazarları Toplantısı’na katılmıştım. Konu edebiyattı, Akdeniz coğrafyasına damgasını vurmuş yazarların dünyasını tartışmıştık.
Doms’dan bakıldığında doğuya doğru genişliyordu manzara, selvi ağaçlarıyla zeytinlerin gölgelendirdiği  tepelerin yamacından Comtat Ovası başlıyor, uzakta Ventoux Dağı ufku değilse de ekili toprakların bir kısmını kapatıyordu.

Haberin Devamı

Çoban ve mucize

Rhone kıvrıla büküle, ağır aksak akıyormuş gibi görünüyordu yukarıdan; oysa burada, önüne çıkan engellere, yani ünlü Saint-Benezet Köprüsü’yle Daladier Köprüsü’nün taş kemerlerine çarparak aktığına tanık oluyorum. Ve coşan ırmağın koskoca taş köprünün kemerlerini nasıl yıkabildiğine bir türlü akıl erdiremiyorum.
Efsaneye bakılırsa Tanrı, Ardeche’li bir küçük çoban olan Benezet’ye Avignon’a gidip Rhone’un üzerine bir köprü yapmasını buyurmuş. Böylece yola revan olmuş bizim çoban, Avignon’a varıp surlardan içeriye girdiğinde doğru kiliseye giderek başpapaza kutsal görevini bildirmiş.
Başpapazın böyle ufak tefek, yoksul bir çobanın o güne dek hiç kimsenin, en iddialı mimarların bile yapamadığı bir işin üstesinden geleceğine aklı yatmamış elbette. Ve çobanın deli olduğuna kanaat getirerek o zamanın yasaları gereğince konuyu mahkemeye havale etmiş.
Yargıç, Benezet’nin boyundan büyük bir kaya parçasını kaldırdığı takdirde kendisine köprünün yapımı için izin verileceğini söylemiş. Mucize bu ya, küçük çoban Herkül gibi bir kavrayışta kaldırıp Rhone Irmağı’nın orta yerine fırlatıvermiş kayayı. Ve tek başına yaptığı köprü 500 yıl boyunca iki kıyıyı birleştirmiş.
Sonra ırmak hakkından gelmiş köprünün, doğa insanın kol gücünü yenmeyi başarmış. Ve kilisenin aziz mertebesine çıkardığı Benezet’nin köprüsü suyun sabrına, mistralin öfkesine dayanamayarak yıkılmış. Şimdi, bağlamadan biten bir aşk, yarım kalmış bir türkü gibi mahzun duruyor karşımda.