30.10.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:
Asu Maro/asu.maro@milliyet.com.tr
Fragmanı internette dolaşıyor ne zamandır. Jilet gibi giyinmiş bir Çetin Tekindor, buğulu bakışlı bir Hümeyra, neşeyle dans eden Yiğit Özşener ile Gökçe Bahadır, kalabalık sofralar, koşturan çocuklar, kahkahalar... Sonra madalyonun öteki yüzü, yerlerinden yurtlarından ayrılıp başka bir yerde yeniden kök salmaya mecbur kalmış insanların acılı serüveni, bir gemide balık istifi yapılan ölüm kalım yolculuğu, ne oralı, ne buralı, arafta bir yaşam...
Çağan Irmak’ın yeni filmi “Dedemin İnsanları” fragmanından bu kadar ele veriyor kendini. Bir de biliyoruz ki onun ailesi, onun insanları, anlatılan... Girit’ten göçüp gelen ailenin, kalbinin yarısı orada kalmış oğlu Mehmet Yavaş’ın, Çağan Irmak’ın dedesinin hikayesi. Ve sürekli uzak diyarlara şişeler içinde mektuplar yollayan dedesini o yaşta anlayamayan, “Biz Türküz” diye kızan torunun...
Hatta belki o zamanlar ‘anlayamadıklarından’ dilediği bir özür.
“Dedemin İnsanları”nın kadrosu, tam bir yıldızlar karması. Çetin Tekindor, Hümeyra, Zafer Algöz, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Mert Fırat, Ezgi Mola, Mehmet Ali Kaptanlar, Sacide Taşaner, Ünal Silver, Ushan Çakır, Serkan Genç, Yiğit Arı, Durukan Çelikkaya ilk ağızda sayabildiklerimiz. Most Productions ile Ay Yapım’ın yapımcılığını üstlendiği film, 25 Kasım’da gösterime giriyor.
Daha fazlasını öğrenmek için, Çağan Irmak’ı iki oyuncusuyla; filmde babasını oynayan Yiğit Özşener ve göç sahnelerinde dedenin babasını oynayan Mert Fırat ile bir araya getirdik.
* Yine bir çocuk oyuncu var filminizin odağında...
Çağan Irmak: Evet ama bu film çocuğa tatlı, şirin şey gibi bakmıyor. Bir çocuğun içindeki nefret duygusundan, bir çocuğun zaman zaman ne kadar kötü olabileceğinden de bahsediyor. Filmdeki çocuk karakterin, Ozan’ın kendi içinde çoğunluk-azınlık meselesiyle, dedesiyle, etrafındaki kültürle ilgili çok ciddi sorunları var. Bir başka çocuk daha var filmde, o da iç göçten, doğudan gelmiş, onlarla olan nefret ilişkileri falan var, bunları da anlatıyor bir taraftan.
* Peki bu çocukta sizden izler var herhalde değil mi?
Çağan I.: Muhakkak var, bazı yerleri de dramatik çatışmayı güçlendirmek için bir tık abarttık.
* Siz de böyle öfkeli bir çocuk muydunuz küçükken?
Çağan I.: Evet. Orada tabii çoğunluğun içinde olma düşüncesiyle, bir beyaz Türk savunmam vardı. Okulda da öğretilen o zaten, “Türküm, doğruyum” diye başlıyorsun. E ne beklersin ki bu çocuktan? Kimse kusura bakmasın. Öğretmenlerin de bize öğrettiği şey oydu, biz de öyle olduk tabii. Bu aslında daha önce de söylediğim gibi, bir büyümenin filmi. Büyümenin ve bazı şeyleri anlamanın... Geçip gitmiş bazı insanlardan dönüp özür dileyemeyeceğim için, bu film bir tür özür filmi.
* “Bu filmin ne kadarı sizin kendi hayatınız?” sorularına hazır mısınız?
Çağan I.: Ben yaşanmış bir hikaye olduğunun ve bu filmde canlandırılan bütün karakterlerin gerçek hayatta bir karşılığının olduğunun bilinmesini zaten özellikle istiyorum. O yüzden film bitince de dedemin gerçek fotoğrafını koydum. Nedeni şu, bazı şeyleri sinema estetiğinin içinde anlattığınız zaman seyirci bunun sadece bir film olduğunu düşünmeye başlıyor. Hayır, bu Türkiye’nin insanlarının geçirdiği bir süreç ve gerçek bir hikaye. Bir tek karakterin ismini ve soyismini aynen kullandım: Mehmet Yavaş, dedem. Onun dışındakilerin hepsini değiştirdim. Etik olarak pek doğru gelmedi ama bire bir hepsi varlar.
“Türkiyeli olmak, Türk olmaktan daha büyük”
* Türkiye’de neredeyse herkesin ailesinde bir göç hikayesi vardır. Sizde de var mı?
Mert Fırat: Evet. Bizimkiler Çerkes katliamı denen göçle Türkiye’ye gelmiş. Çağan’ın dediği gibi Türkiye zaten göçmenler ülkesi. Benim soyumun içinde Arap var, baba tarafı Suriye’den gelme, ötekiler Kafkasya’dan, bir dedem var Kayserili, o da Türk mü bilmiyoruz. Film yaşadığı yerden bir sebeple koparılmış ve sonra başka bir yerde yaşamaya zorlanmış insanların hikayesine bir taraftan dokunuyor. Türk tarafı 500 bin kişiymiş bu tarafa geçen, Rumlardan 2 milyon insan geçmiş o tarafa. Dayanılmaz bir durum var ortada, kanı hiç durmayan bir yara gibi. Bu insanların geleceklerine, torunlarına, çocuklarına, o kasabaya, o şehre bitmeyen bir acı veriyor aslında. 100 yıl geçiyor aradan fakat o insanların buraya seyahati devam ediyor. O insanları biz Gökçeada’da gördük. Onlar kendilerinden bir parça aramaya oraya gelmişler, biz onun filmini çekiyoruz. Hem mutlu oluyorlar, hem buruluyorlar. Aslında bu film bu durumla yüzleşmeyi, yüzleşmenin yanı sıra barışmayı öneriyor.
Çağan I.: Benim için en büyük soru şu: Bu kadar çok azınlığın olduğu bir ülkede çoğunluk ne kardeşim? Zaten azınlıklar dilleriyle, dinleriyle, inanışlarıyla, cinsel kimlikleriyle bütün bu azınlıklar, filmde hepsi var göreceksiniz, ‘çoğunluğu’ oluşturuyorsa, biz niye çoğunluğun kölesi olduk?
Mert F.: Bu çoğunluk-azınlık mevzuu öyle bir hal alıyor ki, belli bir zaman sonra Türk olduğuna çok inanıyorsun. Bu büyük bir tehlike. Biz Türkiyeliyiz, Türk değiliz. Bu büyük bir laf olabilir ama Türkiyeli olmak bence zaten daha büyük bir olay. Biz 1943 tane dille yaşamışız bu topraklarda. Zenginliği düşünebiliyor musunuz? Ve niye iki tanesinin bir arada konuşulması bizim için birbirini öldürme sebebi olsun ki?
“Hayatımda hiç böyle bir problemim olmadı”
* Size uzatayım teybi artık...
Yiğit Özşener: Kafam karıştı. Ben de Makedon göçmeniyim, Makedonya ve Yunanistan, Üsküp ve Kavala. Ama çok samimi söyleyeyim, benim hayatımda hiç böyle bir problem olmadı, çünkü düşünmedim, düşünme ihtiyacı da duymadım. Bunu en çok herhalde son üç senedir konuşuyorum. Bunun nedenini merak ediyorum çünkü bunlar sadece bize ait problemler değil. Bütün dünyada onlar oraya gönderilmiş, onlar toplu mezarlara gömülmüş, yakınlarda Balkanlar’ın tarihine bakın, hepsi olmuş bunların.
O zaman ben hiçbir aidiyetin peşinden koşmuyorum. Hiçbir başlık altındaki aidiyetin. Çünkü hangi başlık olursa olsun, belli bir gruba hizmet ediyor.
Çağan Irmak: “O zamanlar dedeme deli diye bakardım”
* Dedeniz, babanızın babası mı?
Annemin babası, “Giritli Mehmet” diye tanınırdı. Belli bir kültürün insanıydı. Şapkasıyla, giyimiyle, kuşamıyla. Mesela ben onu hiç pijamalı gördüğümü bilmem. Kitap okurdu, yabancı film izlerdi. Esnafın en ahlaklısıydı. Tuhafiye dükkanı vardı, kul hakkını yememenin ne demek olduğunu anlatırdı bana. “Elbise keserken dört parmak, kolonya doldururken iki parmak fazla konur, hak geçmesin, belki tartı yanlış tartar, bizden gitsin” derdi. Çok ince bir adamdı.
* Ve mektuplar yazıyordu, öyle mi?
Yazar ve gönderirdi onları, bir avunmaydı belki. Şişenin içine koyar, denize bırakırdı. Girit’teki evine ulaşacağını düşünürdü.
* Ne yazdığını biliyor musunuz?
Anlattı aslında, adını, adresini yazmış olurdu, oradaki evlerin hangisinin onun evi olduğunu tarif ederdi. Ve bir gün, bu mektupların bir şekilde yakın adalara da olsa ulaşacağını ve evine gideceğini düşünürdü. Filmde ne olduğunu göreceksiniz ve filmde olan şey gerçek.
* Siz ne düşünürdünüz o bunları yaparken?
Deli diye bakardım.
“Seri katili, ensestçi babayı anlamak istiyorum”
* Her ikiniz de fizik olarak ‘jön’lüğe oynayabilecekken kötü adamlara talip olan oyuncularsınız. Hep söylendiği gibi bir cesaret meselesi mi sahiden sizce de bu?
Yiğit Ö.: Oyunculuk zaten bir cesaret işi. Ben her şeyi yapmak istiyorum. İyi adam kötü adam diye ayırmıyorum. Ben kendimi çocuk gibi hissediyorum, daha fazla oyuncağım olmaya başlıyor oynayacak, o zaman da keyif alıyorum. İmaj kovalamanın kesinlikle bana bir faydası olmadı, günlük kaygı gütmediğim zaman daha rahat hissediyorum. Bugüne kadar tırnak içinde başarılı olmuş olabilirim oynadığım işlerde, ama bu iki sene sonra başarısız olmayacağım anlamına gelmiyor. Ama bu benim umrumda değil. Ama eskiden çok umrumdaydı, bunu asla söyleyemezdim.
Mert F.: Ben o adamı anlamak istiyorum. O seri katili, o çocuğuna ensest uygulayan babayı anlamak istiyorum. “Onun psikolojisini anlayıp onunla özdeşleşmek” falan değil, söylediğim. Benim derdim insan. Çok sevdiğim bir laf var, “Her insan bir uçurumdur. Başın döner dibine baktığında”. Biz bu insanları arıyoruz zaten, dibine bakıp da başımızı döndürecek insanları. Ayrıca “Atlıkarınca” filminden sonra ben 20-25 tane teklif aldım, gene çoğu aşk çocuğu, hiçbir şey değişmedi. Sallamadılar beni galiba.
Söyleşinin tamamını Milliyet Sanat dergisinin kasım sayısında okuyabilirsiniz.