23.08.2020 - 03:03 | Son Güncellenme:
Özlem Ülkü
Siz hiç 10 gündür görmediğiniz annenizin hastaneye yatırıldığını duyup aradığınızda sadece 10 saniye süren bir konuşma yaptınız mı? Tek sorum, “Nasılsın annem?” tek cevap; “Nefes alamıyorum”. İşte ben 11 Temmuz günü bu konuşmayı yaptım ve hissettiğim şey benim de nefes alamadığım oldu…
Annem, 55 yaşında. Herhangi bir sağlık problemi yok. Yıllar önce yaşadığı bir kaza sonucu ayağına takılan platini saymazsak, benim gibi çoğu kişiyi tabiri caizse cebinden çıkaracak derecede enerji doludur. Pandemiyle birlikte maskesiz sokağa çıkmadı, nadiren markete ya da pazara gitti, toplu taşıma kullanmadı. Peki ama nasıl oldu? Konuştuğu birinden mi yoksa o çok “kısa” süren alışverişlerden mi? Bilmiyoruz. Yıllık iznim dolayısıyla şehir dışına çıktığım hafta, kendisini halsiz hissediyor ve hastaneye gidiyor. Öksürük, ateş yok. Üşüttüğüne kanaat getirilerek serum takılıyor. Ertesi gün aynı halsizlik devam ediyor, yine gidiyor, yine geri gönderiliyor. Belirtiler yetersiz bulunduğu için test yaptırılmıyor. Üç günün sonunda Kovid-19’a yakalandığı ortaya çıkıyor. Ve sabaha kadar tutulduğu hastaneden ambulansla Yeşilköy Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi’ne kaldırılıyor.
11 Temmuz’da giriş yaptığı hastanede, hemen değerleri kontrol ediliyor, burnundan hava veriliyor, sabah ve akşam 9’ar tane ilaç alıyor. İlk üç gün yemek yiyemediği için doktorlarının da tavsiyesiyle her gün evden çorba götürüyorum ben de. Hayatımın en zor çorbalarını ve yolculuğunu yapıyorum... Yanına derken, bir görevliye teslim etmekten bahsediyoruz. Teknolojiyle arası iyi olmadığı için görüntülü konuşma dahi yapamadan, sadece “isteklerini” duyarak geçen birkaç günün ardından doktorların ve sağlık personellerinin büyük ilgisi, özverisiyle 6. günün sonunda evimize geliyoruz.
17 Temmuz günü evde izolasyona devam edecek şekilde alıyoruz annemi hastaneden. İtiraf etmek gerekirse hayatımda hiç o kadar sarılmayı istememiştim ona! Ama bunun doğru olmadığı bilinciyle “var olsun yeter” diyerek geliyoruz eve. Bizim en büyük avantajımız, terasımızın olmasıydı. Annemi oraya yerleştirdik. Ve 14 gün boyunca maskeye, mesafeye dikkat ederek ihtiyaçlarını karşıladık. Bütün eşyalarını ayırdık. O, beş dakika yerinde duramayan kadın, kendi tabaklarını yıkamakta zorlanıyordu. Duşa girmesi bile törenle oluyordu; öncesi, o çıktıktan sonraki eldiven, maske, çamaşır suyu üçlüsüyle yapılan derin temizlikler... Bu süreçte en çok üzüldüğümüz sevdiğimiz, sevdiklerini düşündüğümüz insanların tavırlarıydı, mesafe koymak yerine yok saymayı tercih etmişlerdi. Ama sevindiğimiz şeyler de olmadı değil; annemin kitap okuma alışkanlığı kazanması, benim yoğurt yapmayı dahi öğrenmem gibi.
14 günde geçer sandık geçmedi
Evde geçirdiğimiz ilk iki hafta her sabah aile hekimliğinden arayıp, “Nasılsınız, bugün nasıl hissediyor?” diye sordular. Karantina süresinin ardından PCR testi yaptırmak için devlet hastanesine başvurduğumuzda kan örneği de alındı. Sabahı zor ettik. 4 Ağustos’ta sonuç negatif çıktığında yaşadığım duyguları yazacak kelimeyi bulamıyorum. Ama bitmemişti, kanındaki enfeksiyon değeri yüksek bulunduğu için bu kez de antibiyotik tedavisi başlamıştı. O güçlü gördüğümüz hiç kimseye yakıştıramadığımız halsizliğin gitmesi için bir süre daha ilaçla, vitaminle tedaviye devam edildi. Neredeyse her hafta gittiğimiz kontroller, hayatımızın en önemli parçası oldu. Bir ay önce eşinden helallik isteyerek ambulansa binen annem 15 Ağustos’tan sonra yavaş yavaş kendine geldi. Onunla birlikte biz de döndük yaşama! 35 yıl gibi geçen 35 günün ardından yeni yaşımın ilk adımını attığım bugün, hayatın ne kadar da büyük bir sınav olduğunu daha iyi anlıyorum. Müzik çaldığı sürece dans etmeye, dünya döndüğü sürece adım atmaya devam etmek için maske-mesafe ve hijyene dikkat etmeliyiz. Nefes almak bu kadar mühimken, illa kendimiz ya da ailemizden birinin nefes alamaması mı gerekiyor?