21.06.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:
MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Çocuğu henüz annesinin karnında olan bir baba Okan Bayülgen. Adı İstanbul olan ve annesi Şirin Ediger’in karnında büyüyen bir kızın babası... Ama “henüz” delirmemiş bebek fikriyle. Soğukkanlı duruyor, kendi deyişiyle “ahkam da kesmiyor”. Zaten bir kontrolü var ki maazallah! Kırılmaz, bükülmez, eğilmez bir kontrol. Acaba çocuk biraz olsun sarsacak mı bu kontrol imparatorluğunu?
Konuşurken edindiğim izlenim şu ki, “tek başınalığı” kemikleşmiş bir adam Okan Bayülgen. Görünmeyen tellerle örülü çevresi, dört kere evlenmiş bile olsa iki kişilik bir yaşamda zorlanan ve zorlayanlardan. Ama artık baba olmaya karar vermesi, bir teslimiyet sanki. Gayet centilmence “Şirin beni seçti” diyor; ama o da teslim olmak için Şirin’i seçmiş gibi...
Otellerde yaşamaya alışkın biri Bayülgen, söyleşiyi eşiyle birlikte kaldığı Swissotel’de yaptık. Havuza açılan odalarında bir sayfiye yerinde gibi yaşıyorlar. Flört heyecanı içinde, içlerinden ne gelirse hemen yapan, anları yaşayan bir çiftler...
Ama şu sıralar fotoğraf çantalarının doldurduğu odanın ağustos sonu itibarıyla bebek bezleri, tulumlar, emziklerle “donanacağını” hayal ettim de... Bana öyle geliyor ki, “kontrol yolcu”!
“Babalık” hali geldi mi üzerinize?
16 yaşında baba olmuş bir çocuk bile şu anda benden daha kıymetli. Televizyon programı yaptığım ya da birtakım şöhretli faaliyetlerde bulunduğum için babalık konusunda ahkam kesecek halim yok. Bunu tevazu kılıfı içerisinde söylemiyorum, hakikaten böyle hissediyorum. Evlilik hayatımızda ve çocuk bekleme işimizde -bu bir iş çünkü- böyle hissediyorum. Karım doğal olarak kendi vücudundan bilgileniyor, ben salak gibi duruyorum.
Çocukla ilgili bir sürü kitap var, okumuyor musunuz?
Evet okuyorum. Ama delirmediğimizi de belirteyim. Bir kere balıkçıda Esra Ceyhan ile Gül Gölge’ye rastladık. O ikisi delirmiş, profesörleşmiş anneler olarak bizi perişan ettiler. Oradan b.k gibi çıktık. “Hiçbir şey bilmiyoruz, biz bu çocuğu yapamayacağız” filan dedik. Eğer Şirin’in anne ve babası yakınımızdaysalar, bize en iyi hoca onlar olacak. Karımı doğurmuş olan kadının en iyi hoca olacağı kesin!
Bir baba adayı olarak yaşadığımız ülkeyle ilgili endişeleriniz var mı?
Çok endişelerim ve sevgim var. Aslında ülkeden bahsetmek, ahkam kesmek demek. Çünkü aynı anda İstanbul’da, Karadeniz’de ve güneyde bir ilde olamıyorum. Şu saatten sonra Türkiye’nin herhangi bir yerinde yaşayacak halim ya da yaşlanıp bir yere yerleşme derdim de yok. Ancak İstanbul’dan bahsederim ve İstanbul’un bir cehennem olduğunu düşünüyorum.
O zaman niye kızınızın adını İstanbul koyuyorsunuz?
Onu eşim koyuyor, ben koymuyorum. Çocuğu o taşıyor, bütün ceremesine o katlanıyor, bana da dönüp “Babası sensin” diyor. Ulan, daha ne işte! Hediye almak gibi bir şey...
Bir söyleşide “Şirin çocuğunun babası olarak beni seçti” dediniz. Neden?
Şimdi bak, yeni bir eğlence çıktı. “Şu çapkın çocuk başına çocuk belasını almış” deniyor. Amaç karımı övmek ya da “Aman ben ne güzel bir manita buldum” demek değil. Bu sorularla karşılaşınca basit ve net cevaplar vermek gerekiyor. “Şirin beni seçti”, doğrusu bu.
Bu çocuğun babası olmak için hangi sebeple seçildiğinizi düşünüyorsunuz?
Burada istersen kendi kendine neşe yaparsın, “Kozmik bir şey oldu” filan dersin. Herkes kendi sevdasında böyle transandantal bıdı bıdılar arar. Şairane bir şekilde de anlatabilirim ama galiba aptal bir şekilde farklılığımı yaratan da bu: Net bir şekilde cevap veriyorum. Soğuk bir şekilde diyorum ki “Kadın seçer, bitti, s...irin gidin”.
Kadınları tavlamak için mi böyle konuşuyorsunuz?
Kesinlikle hayır. Ayrıca kurtuluşumuzu kadınlarda görüyorum. Bu şehirde şikayet ettiğim ne varsa, Çetin Altan abimin anlattığı gibi mesleksiz ve kadınsız toplum olduğumuz için... Herkesi gidip okutacak halim de yok!
Peki bu dünya için ne yapıyorsunuz diye sorsam?
Özellikle ekonomik krizden sonra Türkiye şov dünyası sosyal sorumluluğa çalışıyor zaten. Sadece ben değil herkes yapıyor, bazı tüccarlar hariç. Bundan da çok şikayetçiyim. Bir sosyal sorumluluk işine çağrıyorlar; sanatçı bedava ama salon, yemeci içmeci, teknik ekip dünyanın parasını kazanıyor.
“Sade Vatandaş” programınızı da sosyal sorumluluk kaygısıyla mı yapıyorsunuz?
Hayır, o benim mesleğim. Mesleğimin de bir halta yaramasını isterim. Yaramayan adamı da küçümserim. Niye yaptın kardeş bunu? “İşadamıyım”. Haydi oradan ahlaksız, senin hayatının bir amacı olması lazım. İşadamlarını, parayı hiç sevmem, servet düşmanıyımdır.
Kazandıklarınız ne oluyor?
Harcıyorum. Hiç tutmam, ben manyak mıyım? 10 farklı iş yapıyorum. Bu bileziğimi çıkarır, bunu takarım. Hiçbir şekilde korkum yok.
Neden bu kadar çok iş yapıyorsunuz? Çok mu yeteneklisiniz yoksa hiperaktif misiniz?
Kimseden korkmamak için. Şu “akarken doldur” dünyasından, aptal küçük burjuva, görgüsüz dünyadan ne bir arkadaşım var ne de o dünyanın bir parçasıyım. Çok para kazanıyor diye bazı adamların methedilmesine deli oluyorum.
Çok iş yaparak mı methedilmek istiyorsunuz?
Değer üreterek... Methedilmek de istemiyorum; gün sonunda kendi sağlamamı yapmak isterim. Ama yüzde kaç sanat, kaç eğlencelik üretiyorsun dersen; bu konuda kendime dayak atarım, o ayrı hikaye.
“Arkadaşlarım bana ‘Kılıcını kaybetmiş şövalye’ derdi”
Çok kontrollüsünüz. Bir şey soruyorum, cevabı değil de ne söylemek isterseniz onu söylüyorsunuz. Hiç mi bırakmazsınız kontrolü?
Hiçbir zaman kontrolsüz olamam. Bir şişe viskiyi ağzıma tık, yere düşeyim, yine de bunu bıraktıramazsın bana. Hiçbir şekilde... Ama diyelim ki ben tamamen kontrolümü yitirdim, müthiş şeyler söylüyorum. Kıyabilir misin?
Ben kıyamam ama kıyan olur.
Ben de kıyamam. Bu benim başıma geldi. Bir ara Jay Leno’larda, David Letterman’larda programa gelenlerin memelerini açması modası vardı. Bir programımda bir kadın geldi, tam reklam arasında “Okan dayanamayacağım, mememi açacağım” dedi. Dedim ki “Terbiyesiz!”. Halbuki “İyi olur” demem gerekmez miydi? Bir şey soracağım sana. Neden bütün talk show’lar arasında en az skandal benim programımdan çıkmıştır?
Bilmiyorum. Neden?
Çok basit. Aslında oluyor ama bilmiyorsunuz. Çünkü ben tiyatrodan da gelen bir yetenekle karşımdaki konuşurken birazdan ne diyeceğini kestiriyorum. Ancak ben izin verirsem ağzından kaçırır. İzin vermezsem aynı anda onu bozacak frekansta bir ses bile çıkarabilirim. Bu kadar iyiyimdir!
Tamam bu mesleki zorunluluk. Hayatta da bu kadar kontrole gerek var mı sizce?
Hiçbir zaman kontrolümü gerçekten yitirmedim. Ne 15 yaşında, ne sonra. Sinirli bir oğlanım, patlama anlarında bile iki-üç dakika içerisinde toplamaya çalışırım. Hiçbir zaman “Tutmayın beni” çocuğu olmadım. Ne bir şeyi çok yüksek kutluyorum ne de çok yüksek ağlıyorum.
Ne bu, şövalye ruhu mu?
15 yaşında arkadaşlarım “Kılıcını kaybetmiş şövalye” derdi bana. Hepimiz zamana yenileceğiz. Schubert kim? Bir kask markası. Schiller kim? Kahve zinciri. Che Guevara? Tişört markası. Ben 12 Eylül öncesi çocuğuyum. O zamanlar Che Guevara tişörtü yüzünden dayak yerdim, şimdi “Ay ne yakışmış” diyebilir bir polis.