Pazar"Gazeteciliğe hevesin mi var, o zaman önce işin mutfağına gir"

"Gazeteciliğe hevesin mi var, o zaman önce işin mutfağına gir"

08.10.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Nehir söyleşi kitabı "Olaylar ve İnsanlar'ın Peşinde Bir Ömür"de hem hayatını hem de gazeteciliğe ve bazı gazetecilere ilişkin görüşlerini "köprüleri atacak" bir dille anlatan Hasan Pulur: "Gazetecilikte bazı kurallar vardır; dürüst olmak, dostlarınla ilişkilerini oraya yansıtmamak, soracağın soruların nereden başlayıp nereye gideceğini bilmek gibi... Bunları bilmeden yazdığın zaman bana göre gazetecilik olmuyor. Gazeteciliğe hevesli misin, o zaman işin mutfağına gir, biraz incele, oku, bu mesleğin tarihini öğren"

Gazeteciliğe hevesin mi var, o zaman önce işin mutfağına gir

axpaz011.jpg "Hasan Pulur Kitabı" alt başlığını taşıyan ve Türk basın tarihinin geniş bir özeti olarak da değerlendirilebilecek nehir söyleşi, önümüzdeki günlerde kitap vitrinlerinde yerini alacak. "Olaylar ve İnsanlar'ın Peşinde Bir Ömür" adlı kitap, Pulur'un gözünü budaktan sakınmayan renkli üslubu ve birbirinden ilginç anekdotlarıyla büyük ses getireceğe benziyor. Kitaptaki kimi bölümlerle şimşekleri üzerine çekecek olan Hasan Pulur, anı anlatmanın sübjektifliğini vurguluyor ama gerekirse kitabın yeni baskısında düzeltmeler yapabileceğini de sözlerine ekliyor.Pulur'la Milliyet'teki odasında konuştuk. Olayları, insanları ve onu... "Biz" yerine "ben" diyerek anlattı. Her soruyu içtenlikle yanıtladı. Sert görünüşünün altındaki keyifli, babacan yüzünü bu defa esirgemedi. Kitapta yaptığı gibi "eleştirmekten" de geri kalmadı. Eleştiri oklarını kendisine yönelttiğimde ise kızmadı, sinirlenmedi, hakkımı büyük bir zarafetle teslim etti.Sonuçta pek de bilmediğimiz bir Hasan Pulur çıktı ortaya. Deneyimli gazeteci Sefa Kaplan sordu, Babıali'nin 50 yıllık "hoca"sı yanıtladı. Ve böylece, gazetecilikte yarım yüzyılı geride bırakan kalem ustası Hasan Pulur'un hayat hikayesi kallavi bir kitapla kayıtlara geçmiş oldu. "41 Molla Kendini Kolla" diye bir kitap yazmayı düşünmüştüm. 41 tane insan tipini farklı dönemlere yerleştirecektim. Böylece anılarımı insanlar üzerinden anlatmış olacaktım. Zaman zaman da insanlardan "Sağda solda anlatacağına yaz kardeşim bunları" gibi tepkiler alıyordum. Bir sabah Sefa Kaplan çıkıp geldi. Ve onunla bu çalışmayı yaptık. Hayatınızı bir nehir söyleşi üzerinden anlatma kararından önce "Anılarımı yazayım" gibi bir düşünceniz var mıydı? O düşünce aklıma geldiği zaman beraberimde birkaç hastalık taşımıyordum. Şimdi birkaç hastalığım birden var. Ömür giderek kısalıyor. O çalışmayı yapmak için zamanım kalıp kalmadığını kestiremedim. 70 küsur yaşındayım artık. Amasya elması gibi dışarıdan kırmızı görünüyor olabilirim ama içimizde kurtlar ve çürükler de var. Bu teklif cazip geldi, bir an önce ne var ne yoksa anlatayım dedim. Eğer bu kitap tutarsa, sonradan aklıma gelen bazı eksikleri ekleyerek genişletilmiş baskı şeklinde piyasaya sürülebilir diye düşünüyorum. Aslında hayatınızı insanlar üzerinden anlatma fikriniz de çok ilginçmiş... "30'uma kadar anne-babamla kendi içimde sürekli çatışma halindeydim" Onları kaldıramayacak kadar yüklendiğim, sigortamın da o aklımın yüküne dayanamayıp attığı olmuştur. Söyleşinin ilk sayfalarında annenizle ilişkinizi yoğun bir şekilde anlatıyorsunuz. Anneniz ilkokul boyunca sizinle görüşmeyi reddediyor. Babanızın da aslında sizinle çok ilgilenmediğini söylüyorsunuz. Özetle sizin çok ağır bir çocukluk deneyiminiz olduğunu görüyoruz. 30'lu yaşlardan sonra bunlar da böyle bir anne-baba dedim. 30'dan sonra kabul ettim ama 30'a kadar kendi içimde sürekli çatışma halindeydim onlarla. Kabataş Erkek Lisesi'nde yatılı okuyorum. Cumartesi-pazar eve çıkıyorum. Pazartesi sabahı da okula gitmem lazım. Babam da Beşiktaş'ta oturuyor. Sabah kalktım, sakal tıraşı oldum. Babam "Aynaya baktın mı?" dedi. "Baktım" dedim. "İyi bak da yüzün tükürülecek hale gelmesin" dedi. Annenizi ve babanızı hemen affedebildiniz mi? Çok ağır bir şey... Onlar Harbiye'den çıkmış küçük zabitler diye Balkan Harbi'ne gönderilip savaşmışlar. Dönüp Harbiye'ye gelmişler. Orada kendi deyimleriyle ikmal-i tahsil etmişler tekrar. Harbiye'yi bitirip subay olmuşlar, Kafkas Cephesi'ne gönderilmişler. Kafkas Cephesi'nden gelmişler mütareke ilan edilmiş. İstanbul işgal altında. Anadolu'da Milli Mücadele başlamış. Orada da subayların büyük bölümü şehit oldu tabii. Babam bir İtalyan gemisine gizlice ayakkabı boyacısının sandığıyla girip saklanmış. Boğaz'ı geçtikten sonra ortaya çıkmış, kaptan anlamış onun bir Türk subayı olduğunu. Antalya'ya kadar o gemiyle gitmiş. Sonra Ankara'ya geçip Kurtuluş Savaşı'na katılmış. Kurtuluş Savaşı sonrasında İstanbul'a gelmişler, sonra da Şeyh Sait İsyanı başlamış... Böyle bir hayat yaşamış bir adamdan da romantizm beklenemez herhalde... Ne kadar ağır bir söz... "Babam beni cebimdeki sigarayı almaya geldiğinde öpüyormuş" Çaresiz insan isyan eder. Kediyi okşar, seversiniz. Ama onu köşeye sıkıştırırsanız pençesini gösterip üzerinize atlar. Annemle babamın bana olan tutumu beni isyana sevk etti. Babamın bana karşı tüm davranışlarının haksız olduğu sonucuna vardım. Babamın beni bir kere öptüğünü hatırlamam. Gece uyurken öpermiş beni. Bir gün isyan ettim, bir kere öpmedi bu adam beni diye. Hayattaki ilk dostum babaannemdir, ona yakındım. Yanlış bir terbiye, uyurken öpülür mü çocuk... Sigarasız kalıp da cebimdeki sigarayı almaya geldiğinde öpüyormuş beni... Kitap boyunca eğlenceli ve keyifli bir Hasan Pulur'a eşlik eden hep biraz kızgın ve kırgın Hasan Pulur var. Ne kadar halledebildiniz çatışmalarınızı? Evet, bu nokta çok önemli: "Düşünerek" geçti çünkü hep haksızlığa uğramadım. Nankörlük etmiş olurum öyle dersem. Bu kadar haksızlığa uğrayan adam buralara gelmez. Büyük oğlum doğduktan sonra bu sefer ben haksızlık yapıyorum galiba dedim. Bütün hayatınız böyle mi geçti, hep haksızlığa uğradığınızı düşünerek? Bisiklete binmek yerine otur ders çalış demek gibi şeyler, böyle diyerek de haksızlık yapmış olmuyor muyuz? 30'umdan sonra benim de haksızlık yapabileceğimi, bana yapılmış her şeyin haksızlık olmadığını anladım. Bir ölçüde ama. Çünkü... Dönüm dergisi çıkıyordu. Daha önce kompozisyon dersinde de başarılıydım. Bugün hangi duygularla yazıyorsam o zaman da aynı duygularla kompozisyon yazıyordum. Son noktayı koymak bugün de aynı hissi veriyor. Bir işi başarma, doğru anlatma hazzı. Üslup bozukluğu, noktalama işaretleri, vs. hep ayrıntıdır. Aslolan kendi imzanla çıkan yazıda kendine göre doğruyu söyleyebilmek. Kalemi ilk elinize alıp yazı yazdığınız zamanı hatırlıyor musunuz? "Yazı yazmak yemek pişirmeye benzer. Kadınlar daha iyi anlar" Tabii. Yazı yazmak yemek pişirmeye benzer. Kadınlar daha iyi anlar. Aynı malzemeyi kullanan iki kadın birbirlerinden çok farklı tatlarda iki yemek yapabilir. Usturuplu ve yöntemli bir şekilde yemeği pişirmek önemli olan... Doğruyu en güzel şekilde anlatmanın keyfini yaşıyorsunuz yazı yazdıktan sonra... Biber iyidir, tat verir yemeğe... Siz biberi biraz fazla kullanıyorsunuz. Attilâ İlhan kitaplarımdan birinin önsözünde benim için bunu yazmıştı. "Bu kuşak ben demez biz der. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş döneminin kuşağı 'ben' demeyi ayıp sayarlar." Atillâ da zaman zaman öyleydi. İlhan Selçuk, Melih Aşık hep o üslubu kullanır. Bu arada sizin kuşağınızdaki yazarlarda şöyle bir üslup var: "Ben" demiyorsunuz. Kendinizden söz ederken kullandığınız tek kişi zamiri "biz". Ben dememe konusundaki hassasiyetiniz niye? Gazetecilik iştir. Mesleğin belirli kuralları vardır, onlara uyulmadığı zaman müeyyidesi, önlemi alınır. Bütün dünyada böyle. İtalya'da bir gazetenin yayın yönetmeninin yardımcısı İtalyan askeri polisiyle bilgi alışverişinde bulunduğu için altı ay meslekten men edilmiştir. Kitapta gazetecilik meslek değildir diyorsunuz. Nasıl tanımlayacağız gazeteciliği? Tabii ben Türkiye için konuşuyorum. Zaten bunu da bir eleştiri olarak kullanıyorum. Temel ilke olarak belirlemiş değilim. Gazetecilik meslek olsa tavernadaki şarkıcıya "Gel, köşe yazarı ol" denmez. O zaman siz Türkiye'de gazeteciliğin meslek olmadığını düşünüyorsunuz... Yazı yazar ama mesleğin adını kullanamaz; ben gazeteciyim diyemez. Ben buna itiraz ediyorum. Bu meslek biraz da eski lonca usulüdür; çırak-kalfa ilişkisine dayanır. "Irak işgali için şarkıcı Nimet hanım görüşünü şöyle açıkladı"; bu yazının altına girer. Şarkıcı Nimet her zaman görüşünü bildirebilir... Yeteneği varsa, yazmayı da seviyorsa... "Ben kimse için yazmasın demiyorum ama bu işin bazı kuralları var" Olmaya olur ama böyle olur işte. Gazetecilikte bazı kurallar vardır; dürüst olmak, dostlarınla ilişkilerini oraya yansıtmamak, soracağın soruların nereden başlayıp nereye gideceğini bilmek gibi... Bunları bilmeden yazdığın zaman bana göre gazetecilik olmuyor. Ben kimse için yazmasın demiyorum. Ama gazeteciliğe hevesli misin, o zaman işin mutfağına gir, biraz incele, oku, bu mesleğin tarihini öğren... Ama şarkıcı Nimet hanımın köşesi olamaz?! Gazeteciliğe getirmiyor, gazeteye getiriyor. Berber kalfası berberler cemiyetinde sınava giriyor, saç kesebilir diye ruhsat alıyor. Bir avukat, stajdan sonra barodan ruhsat alıyor. Hepsinin denetim altında olması gerekiyor... Peki şarkıcı Nimet hanımın da gazeteciliğe ayrı bir tat, farklılık getirdiğini düşünmüyor musunuz? "Anketlerde en itibarsız iş grubu olarak gazetecilik çıkıyor" 15 sene oluyor. Sabahları gazeteye gelirken, ismini vermeyeyim, bir gazetenin önünden geçerdim. Kadınlar, adamlar, hepsi o gün çıkan gazetedeki haberden yakınmak üzere toplanmış olurdu. Dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı, kimse dinlemiyor, bir de kovalıyordu. Takvimlerden aldıkları çıplak kızların resimlerine Aksaraylı Necmiye diye resimaltı yazarlardı. Ve o gazeteler 1 milyon sattı. O zamanda isyanım başladı, bu meslek değil, böyle meslek olmaz dedim. Ne zaman karar verdiniz Türkiye'de gazeteciliğin meslek olmadığına? Çoğunluk o hale geldiği zaman yapacak bir şey yok. Birtakım anketler yapılıyor, en itibarsız iş grubu içinde gazetecilik anılıyor. Onların yaptıkları nedeniyle bizim yaptığımız da meslek olmuyor; bu hakkaniyetli bir yargılama mı? Tabii... Türkiye'de birtakım yolsuzluklar yine basın sayesinde ortaya dökülüyor. Basının sayesinde Türk toplumu direnebiliyor. Ama giderek öyle bir hale geliyor ki, ben şu lafları duymamalıyım, "Siz de giderseniz ne olacak?" Hâlâ "Benim memurum işini bilir" diyen bir politikacı için övgüler yazılıyorsa, o gazetelerden şüphelenmek lazım. Ama bir yandan basın dördüncü kuvvet diye geçer. "Yalan söylüyorsam onlar da beni eleştirip tokatlasın" Yöneticilik çok yıpratır adamı. Yaptığım zaman da isteyerek yapmadım. Bir yazı yazmanın zevkini, neşesini bulamazsınız yöneticilikte. Hayatta en zor iş insanla uğraşmak. Her gün en az 10 kişinin 10'ar tane derdi vardır. Ve sen iyi bir yöneticiysen kimseyi kırmadan evetini de hayırını da söyleyecek, sorunları çözeceksin. Çok zor iştir. Yazıişleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü görevleriniz de olmuş ama genelde yöneticilikten uzak durmuşsunuz. Niye? Onlar da beni eleştirip tokatlasın eğer yalan söylüyorsam... Abdi İpekçi'den bugün aynı gazetede çalıştığınız meslektaşlarınıza kadar birçok gazeteciyi sakınmadan eleştiriyor, hatta hafiften tokatlıyorsunuz... Doğru, en azından mağdur durumda değil. Eli ayağı bağlı, cevap verecek köşesi olmayan insanlar hakkında neler yazılıp çiziliyor; hiç olmazsa onların cevap verecek yerleri var. Derler ki "Hasan sen kuyruklu yalan söylüyorsun". Böyle bir hakları var. Nasılsa hepsinin birer köşesi var, dileyen oradan cevabını verir rahatlığı içinde miydiniz? "Ben köprüleri atmayı her zaman göze aldım zaten. Yine öyle..." Tartışma iyi bir şey; fikirlerin çatışmasından gerçek güneşi doğar. Ben öyle demişim, diğeri de böyle demiş... Basın tarihinde belki bir satır yer alırız. Ama bunun dışında kimseyle polemiğe girmem. Diyelim ki dediler; "Hayır Hasan Pulur, o mesele sizin dediğiniz gibi değil, böyleyken böyle..." Tartışmalara hazır mısınız? Ben hep aldım zaten. Yine öyle... Size kırılanlar ve küsenler de olacaktır kitabınızı okuduktan sonra... Onlarla aranızdaki köprüleri atmayı göze aldınız mı? Anılar biraz sübjektiftir. Kazım Karabekir kendi anılarında, İsmet Paşa'nın anılarında yazdığı şeyin tersini söyler sözgelimi... Atatürk'ün "Nutuk"ta anlattığı kimi şeyler için de "Öyle değil" diyenler var. Bunlar sosyolojik olaylar, bazen 2 kere 2 3,5 da eder 5 de... Ben de programlanmış bir robot değilim. Etten, kemikten, duygudan yaratılmış bir varlığım. Kendi duygularıma esir düştüğüm noktalar mutlaka olmuştur, olabilir de... Kitapta "duyduğuma göre", "bildiğim kadarıyla" gibi girişler eşliğinde yaptığınız, ispatlanamayacak açıklamalar da var... Dinlerim öncelikle. Hakikakaten yanlış bir şey yazmışsam, kısmet olur da kitap ikinci baskıyı yaptığında düzeltirim. Milliyet'teki arkadaşlarınızdan birileri gelip de "Oldu mu Hasan abi, benim için onları söylemen" derse... "Hop diye gençlerin yanına oturamam" Davet gelmedikçe gençlerin içine girmem. Gençlerin kendilerine ait özel hayatları olur. Dışarıdan gelenlerden haz etmediklerini düşünürüm. Bu arada Milliyet ile ilgili eleştirilerinizden biri de binadaki "insan ilişkilerinin eksik" olduğu yönünde. Biz sizinle aynı kattayız. Sanat servisi, hafta sonu ekleri... Meral hanım (Tamer) sohbet eder, Derya bey (Sazak) ile şakalaşırız, Melih bey (Aşık) uğrar, Sami bey (Kohen) selam verir... Ama biz sizden çekiniriz. Sizin hep bir mesafeli duruşunuz vardır, hiçbir zaman servislerin içinden geçmez, korkulukların yanındaki koridorlardan yürürsünüz... Kafanızı çevirip bizim tarafa bakmazsınız bile. Evet, yapmadım bunu. Çünkü o cesareti vermediniz bana. Ben öyle hop diye gidip oturamam. Öyle bir yakınlık da görmedim doğrusu. Ama hiç denediniz mi? Uzaktan da olsa gülümseyip "Ne yapıyorsunuz çocuklar?" dediniz mi? "Bu insanların kendi hayatları var, belki onların sohbetini bozarım" Çok güzel olur tabii. Ama Benim yapım bu. Ben gidip tabir-i caizse, size iltifatta bulunamam. Niye bu yakınlığı bizden bekliyorsunuz? Bir gün şöyle uzaktan "Filanca yazını okudum, güzel olmuş, pek beğendim" deseniz ne olur ki? Mesele o değil. Ben daima derim ki, bu insanların kendi hayatları var, hiçbirini tanımıyorum; kalkıp onların arasında girdiğimde belki sohbetlerini bozarım, düşüncelerini bozarım... Siz deseydiniz bir gün "Hasan bey gelip bir çayımı için" diye... Niye demediniz? İltifat değil Hasan bey, bizi "görmenizden", "günaydın çocuklar" demenizden söz ediyorum ben. "Bir gün gelip de bana bir tek şey danışan olmadı ki" İsterseniz yüzde 50, yüzde 50'ye bağlayalım bunu. Siz bizden bekliyorsunuz yani. Ama siz Hasan Pulur'sunuz. Biz de aynı yakınlığı sizden bulamadığımızdan yakınıyoruz. O zaman verdim gitti. Ama şu var, dediğiniz doğru. Biz de zamanında öyle yazarlara kızardık. Mesela Peyami Safa'yı sevmezdik. Bir de biz bazı şeyleri götürüyoruz; bu kitabı yazma sebebim biraz da bu. Götürmeyelim. Geriye bir şeyler kalsın. Bir gün gelip de bana bir tek şey danışan olmadı ki... Mutlaka benim de bildiğim eski dönemlere ait bir şeyler vardır. Biraz daha zorlarsam yüzde 55 olur gibi... "O kızın yaptığı yeni bir şey değil. İlk değil, son da olmayacak maalesef" Çok şükür değil. Hiç olmazsa daha uygar bir topluluk haline geldi gazetecilik kadınların çoğalmasıyla. İlişkilerde de uygarlaşma oldu. Bu değişim 1980'lerden sonra oldu. Enstitülerin de etkisi vardır bunda. Anılarınıza, resimlere bakınca basında erkeklerin çoğunlukta olduğu görülüyor. Bugün öyle değil ama... Bir kere erkeklerin yazamayacağı konuları getirdiler. İnsan ilişkilerine başka bir açıdan bakmayı öğrettiler. Sevgi unsuruna öyle... Kadın eli değmiş iyi yazılar çıktı ortaya. Kadınlar bana göre gazeteciliğin elini ayağını topladılar. Ama kadının işinde gözyaşlarını kullanmasına tahammül edemem. Kadınlar basına neler getirdi? "Benim yazdığıma değil bunu yapanlara üzülün" Benim yazdığıma değil, bunu yapanlara üzülün. "Dört ay peşinden koştum, adam elimden gidecekti" diyor. Hıncal Uluç da "Biz seni iş yapmaya gönderiyoruz, sen ne yapıyorsun" demiş. Bunlar hiçbir meslekte olmamalı. Bir mimar kadın da bunları söylememeli. Ayrıca bu kadar, mizaha, hicve de katlanın artık. Ama geçen hafta yazdığınız "Nasıl köşe yazarı olunur?" yazınız çok üzücüydü. Son cümlede "Sinemanın kadın-kız oyuncularına yakıştırılan hoş olmayan bir deyim vardır 'Onların yolu, yönetmenin yatak odasından geçer' diye. Artık bu iftiradan vazgeçsek iyi olur" dediniz. Siz bu hoş olmayan deyimi gazetecilere nasıl yakıştırdınız? Mizahi, sosyal bir tespit. Bu söylediklerinizi mizah olarak mı yorumlayalım? Genelleme yapmak istemiyorum. O kızın yaptığı da yeni bir şey değil. İlk de değil, son da olmayacak. Maalesef böyle. Siz, bazı kadınların köşe yazarı olmasının yolunun kimi erkek yazarların yatak odasından geçtiğine inanıyor musunuz gerçekten? Kadın gidiyor adamla konuşuyor; adam yüz vermiyor yani bir ilişkiler içinde. O bunları yazmaktan çekinmiyor, ben de onu biraz hicvetsem ne olur... Dediğim gibi niyetim genelleme yapmak değil ama böylesi de var. Zavallı Hülyalara, Türkanlara; o kadıncağızlara rejisörlerle birlikte oldunuz o yüzden başarılısınız demeyelim. İyi de kadın, sözünü ettiği erkeğe aşık da olmuş olabilir, bunu niye ille köşe yazarı olma isteğiyle ilişkilendiriyorsunuz? Hasan Pulur çok doldu Filiz hanım. Saçmalıklara, kuralsızlıklara karşı çok dolu. Keşke Hasan Pulur o sözleri kullanmasaydı diyorum yine de... "Gazetecilik sayesinde çok şey kazandım" Topal karınca hacca gitmeye karar vermiş. Hem karınca hem topal. "Nasıl gideceksin sen bu halde?" diye sormuşlar. "Varmazsam da yolunda ölürüm" demiş. Bu meslekten çok şey kazandım ben. Çok insan tanıdım. İki çocuk okuttum. Namerde muhtaç olmadım. Yolunda öleyim yeter. Kitap "Gazeteciliğin dürüstlüğü, fiyaka uğruna harcanmaz" diye başladığınız bölümle sona yaklaşıyor, Kami'nin "Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler?" dizesiyle de bitiyor. O dizenin önünde de "Güle guş ettirmez, boş yere bülbül inler" dizesi vardır, bilirsiniz. Gerçekten durumun bu kadar vahim, sözlerinizin de boşuna olduğunu mu düşünüyorsunuz? Sözlerim yanlış anlaşılmadı, yanlış yöne çekilmek isteniyor. Yazınızdan sonra pek çok tepki aldınız. "Sözlerim yanlış anlaşıldı" diye düşünüyor musunuz? Hayır, Ben "gerici" değilim!!! Bir açıklama getirme ya da geri adım atma durumunuz var mı? "Askeri müdahalelerin ülkeleri geriye götürdüğüne inanmıyorum" 10 yıl geriye götürdüğü söylenir. Bu bağlamda 27 Mayıs'ı ve diğer darbeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?Bir kere 27 Mayıs'ı hiç öyle değerlendirmiyorum. Diğerlerini savunacak değilim. Sadece 12 Eylül'ü, çok insan öldüğü için, akan kanlar dursun diye ilk günler belki doğru bulmuşumdur. Ben kurallara uyan bir insanım. Ama o kuralı değiştirmek için de mücadele ederim. Askeri müdahalelerin ülkeleri geriye götürdüğüne inanmıyorum. Buyrun, kaç yıldır darbe olmuyor Türkiye'de; çok mu iyi durumda ülke? "27 Mayıs'ı düşünce olarak destekledim ama idamlara karşı çıktım" diyorsunuz. Darbe geleneği olan ülkelerde her askeri müdahalenin ülkeyi Asıl sorun demokrasinin doğru uygulanamayışı. Şimdi mesela Tayyip Erdoğan, var olan kurallar doğrultusunda cumhurbaşkanı olur. Niye Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı oluşunu sivil müdahale ile önlemeye çalışıyoruz diye düşünebilirim. Bana sorarsanız, müdahalesiz, mantık yoluyla onu vazgeçirmek daha doğru.Demokrasiyle ilgili güzel bir anekdot vardır. Madam Hayganuş her sene kocasının ölüm yıldönümünde, arkadaşlarını toplar ve mezarlığa gidermiş. O sene de gitmişler. Dönüşte "Ah ah ah Agop" demiş Madam Hayganuş: "Sen ne iyi fizikten anlardın, İspanyolca konuşurdun, opera söylerdin, edebiyatta üstüne yoktu..."Arkadaşı da bunun üzerine demiş ki "Ya Hayganuş, bizim Agop bunlardan anlamazdı..." Madam Hayganuş şöyle cevap vermiş: "He anlamazdı anlamasına ama heves ederdi." Biz de demokrasiye heves ediyoruz. Asıl sorun ne peki? KİTAPTAN BÖLÜMLER Yazarlık bir iş ise, en iyi işi her zaman Çetin Altan yapar. Fikirlerini tartışırız, kimi görüşlerini beğenmeyiz ama yazarlığına kimse laf söyleyemez... Çetin Altan benim için hâlâ Türkiye'nin en iyi yazarıdır. "Çetin Altan Türkiye'nin en iyi yazarıdır" O dönem Burhan Felek Gazeteciler Cemiyeti başkanı, ben de yönetim kurulu üyesiyim. Kenan Evren gelirken biz tabii tertibat aldık. Yönetim kurulu olarak karar verdik. Aşağı inip karşılamayacağız. Böylece darbeye karşı tavır almış olacağız. Kenan Evren yukarı çıktı. Hepimiz takdim edildik kendisine... Sonra Burhan Bey, Kenan Evren'in elini tuttu ve öptü. Hepimiz afalladık kaldık... Unutulacak gibi değildi. Kenan Evren'in elini öpen Gazeteciler Cemiyeti başkanı Ben, cebimizde para olmadığı zaman, gazeteciliğimi kullanarak bir yere gittiğimi hatırlamıyorum. Rasgele hiçbir yere gitmezdik, ortada gözükmezdik. Yani İsmail Dümbüllü ile birlikte sahneye çıkmazdık. İçimizde sahneye çıkan tek insan rahmetli Zihni Küçümen'di. Şimdi bakıyorsun, adam birtakım şeylere sürekli Pişekar oluyor. Birtakım gösteriler içinde, lokantanın içinde, tiyatronun içinde, sinemanın içinde, modanın içinde, defilenin içinde. Her türlü açılışın içinde, her türlü kapanışın içinde. Her şeyin bu kadar da içinde olunmaz ki. "İsmail Dümbüllü ile birlikte sahneye çıkmazdık!" O iş aydınlanmış değildir. Mehmet Ali Ağca vurdu dediler ama bence başkaları da vurmuş olabilir... Vallahi kendimden şüpheli değilim ama o işten şüpheliyim. Abdi İpekçi'nin meşhur bir defteri vardı. O defter cinayetten sonra veya önce, kayboldu ortadan. Abdi Bey'in sekreterinin bir defteri vardı, o da aynı şekilde birdenbire kayboldu. Neden kayboldu bu defterler?Arandı ama bulunamadı. Bana kalırsa, cinayeti tasarlayanların gazetenin içinde adamı vardı herhalde. İpekçi'nin ölümünden sonra kaybolan defter Patronu arayayım dedim, Ercüment Bey'i (Karacan) aradım. "Haberiniz var mı?" dedim. "Neden?" dedi. Arnavutköy'de oturuyordu o zaman. "Abdi İpekçi'yi vurmuşlar" dedim. "Yapma ya" dedi. Arkasından da "Gazeteye bi telefon et, bana bir araba yollasınlar" dedi. Çağır bir taksi git, değil mi? Gazeteye telefon ettim, bu sefer meşgul değildi telefon. Arabayı söyledim ve ben de Şişli Etfal Hastanesi'ne gittim. Baktım, Sibel Hanım (İpekçi) orada ağlıyor. Ben daldım içeri. Doktor "Ex" dedi. Abdi İpekçi ölmüştü. Dışarı çıktım. Anlamışlardı zaten öldüğünü. "Gazeteye telefon et, bana araba yollasınlar!" Nedenini bilmem ama mesela Orhan Kemal'i hiç mi hiç sevmezlerdi. Öte yandan, Yaşar Kemal'i veya Kemal Tahir'i çok tutarlardı. Mesela Rıfat Ağabeyi Aziz Nesin çok şeye mecbur etmiştir. Dolmuş dergisinde pek çok hikâyeyi Aziz Nesin adına Rıfat Ilgaz yazmıştır... Bunu da bütün Babıâli bilirdi. İnsanlar parasızlıktan her türlü işi yapıyordu. Başka çaresi yoktu ki. "Dolmuş'ta Aziz Nesin adına Rıfat Ilgaz yazmıştır" 28 Şubat postmodern darbesi yapanlar, Milliyet'teki bazı isimlerin yazı yazmasını engellemek istediler. Diğer gazetelerde yaptırabilmişlerdi bunu. Mehmet Barlas, Canan Barlas, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar hemen Sabah'tan uzaklaştırıldı, işlerine son verildi. Aydın Bey'den bazı yazarların işine son verilmesi istendi. Aydın Bey bunlara karşı sonuna kadar direndi ve hiçbir Milliyet yazarını kurban vermedi. 28 Şubat döneminde mesleğin namusunu koruyan Aydın Doğan'dır. "28 Şubat döneminde mesleğin namusunu Aydın Doğan korudu!"