Hadi bir de nargile içelimKaprisli ilkbahar! Bir gün çok sıcak, ertesi gün buz gibi.
Hava da ne yapacağını bilemiyor; yağmur yağsın mı yağmasın mı kestiremiyor.
Tıkanan trafikte, taksinin şöförü hayattan memnuniyetsizliğini sürekli acı frenler yaparak ve korna çalarak ifade etmeyi sürdürdüğü sırada ben, ülkenin içine düştüğü krizden söz eden radyoyu dinliyorum.
Bu sabah havada gerilim var; öğrencilerim de biraz sinirli ve dalgınlar. "Gerçek" bir ders yapmaktan vazgeçiyorum; havadan sudan konuşmalarla geçiyor saatler. Öğrencilerim çok gençler ama bir o kadar da ümitsizler; bu durum beni çok üzüyor. Gençlerin ümitlerini kırmak hiç de adil değil. Hiç hoş değil! Neyse ki onları gülümsetmek zor değil ve dersin sonunda hepimiz daha rahatlamış hissetmeyi başarabiliyoruz...
Öğlende bir arkadaşımla, Nişantaşı’nda bir restoranda buluşuyorum. Menüyü okurken dikkatle fiyatlara baktığımızı ikimiz de fark ediyoruz. "Eee! Zaman tasarruf zamanı" diyoruz birbirimize, ama pek de gülemiyoruz!
Saat ikide, bir televizyon kanalının setinde bulunmam lazım; bir programa davetliyim. Yağmur başlıyor. Şemsiyemi bir yerlerde unuttuğumu o sırada fark ediyorum ve her zamanki gibi bir tek taksi geçmiyor! Yağmurun da etkisiyle trafik iyice yoğunlaşıyor, sete biraz gecikmeyle varıyorum. Herkes beni heyecanla bekliyor; ben onlardan da heyecanlıyım... Tatlı bir program, sonuna geldiğimizde katıldığım için memnuniyet duyuyorum. Dışarıda yağmur, bardaktan boşanırcasına yağıyor ve ben, geçerken çamurlu sular sıçratan arabalara bezgince bakıyorum. Cep telefonum çalıyor. Arayan Zeynep! O da buralarda ve beni almasını isteyip istemeyeceğimi soruyor. "Tabii ki!" diyerek cevap veriyorum. Çok geçmeden geliyor işte... Kırmızı yanakları ve gülen gözleri var; "Pamuk Prenses’e benziyor" diye düşünürken buluyorum kendimi... Nedense Zeynep beni neşelendiriyor! Eve dönmeden önce, hemen yakındaki sanat galerisini gezmeye ikna ediyor beni... Tablolar çok güzel; bu şekilde sınırlı vaktimizin bir bölümünü "kaybediyoruz"... Tanrım! Bu saatte dönüş trafiği korkunç! Bir anda üzerime yorgunluk çöküyor. Zeynep, durumun farkına varıyor: "Hadi gel bir nargile içelim!" Bu fikir hoşuma gidiyor. Artık Karaköy’e doğru ilerliyoruz; gökyüzü delinmiş sanki, trafik de hiç olmadığı kadar kargaşa içinde... Koşa koşa, zamanın ve gürültünün durmuş gibi gözüktüğü mekana atıyoruz kendimizi... Bıyıklı adamlar, bize şöyle bir bakıyor; nargilelerini içip tavlalarını oynamaya devam ediyorlar. Zeynep elmalı içmemizi öneriyor. İşte sonunda kırmızı kumaş kaplamalı sedirlerin üzerinde oturmuş, birbirimize güzel kokulu duman üflerek gülüyor ve nargilenin içinde fokurdayan suyun sesi eşliğinde havadan sudan konuşuyoruz...
Yağmur duruyor, kalkmaya karar veriyoruz. Trafik biraz hafiflemiş; dumandan hafif sersemlemiş bir şekilde eve geliyoruz. Tam eve girmiştim ki, başka bir Zeynep’in sesi beni gerçeğe döndürüyor: "Hazır mısın?" Tanrım! Konseri unuttum! "Evet, evet!" diyorum, bir yandan da hızla üzerimi değiştirirken...
Yarım saat sonra devamlı bir şeyler anlatan üç arkadaşımla yeniden köprünün üzerindeyim. Sadece uyumak isterdim, ama İstanbul’da geceleri uyunmaz! Babylon ana baba günü! İçeri girmeden önce, açık havada
son bir derin nefes alıyorum... Beni çok uzun bir gece bekliyor!
PAZAR