Pazar"HOZAT’IN ARDI DEĞİRMEN…"

"HOZAT’IN ARDI DEĞİRMEN…"

29.06.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Sen bir penisilin yap"

HOZAT’IN ARDI DEĞİRMEN…




"Tarihe 1000 Canlı Tanık" projesi, sözlü tarih görüşmelerinin bu bölümünde halk sağlığı hekimi M. Rahmi Dirican’ın evine konuk olduk. Rahmi bey, 1928 Erzincan-Kuruçay’da doğar ancak nüfus cüzdanı bilgilerine göre doğum yeri Tokat–Artova. Yargıç babasının tayin olduğu ilçelerde bitirir okullarını. İÜ Tıp Fakültesi’nden mezun olur olmaz, yedek subay olarak gittiği Hozat’tan başlayarak Anadolu insanına hekim olarak hizmet sunar. İngiltere’de aldığı eğitimin hemen ertesinde Nusret Fişek ile "Halk Sağlığı ve Sosyalizasyonu" projelerinde görev alır. Öğretim üyeliği ve dekanlık görevlerini yürüten Rahmi Dirican’ın üç çocuğu var ve eşiyle birlikte Erdek Ocaklar köyünde yaşıyor. Mesleki kitapları ve aldığı tıp ödüllerinin yanında 1997 yılında ilk baskısını yapan "Bir Hekimin Anıları" isimli kitabını kaleme alır. Beş saatlik görüşmeye sığmayan hayat hikayesinin bazı detayları için kimi zaman yazdığı kitaba başvurduk. Bunları metin içinde parantezler açarak sunuyoruz. Rahmi beyin anlatısının bu haftaki bölümünde çocukluk günleri, okul yılları ve yedek subay olarak tayin olduğu Hozat’taki anılarına yer verdik...

Çocukluğunu biraz yaşamamış biriyim. İki kardeşim öldükten sonra dünyaya geldiğim için, annem de, babam da beni çok korumaya çalışmışlar. Sokağa bile denetim altında çıkardım. Esir almaca ve çelik çomak oynardık. Bir de Havza’daki evimiz yol üzerindeydi. Orada kışları kayak yapardık. Biz kayarken ihtiyarlar da bizi kovalardı,
‘Buzlandırıyorsunuz yolu, düşüyoruz’ filan diye. Komşu bahçelerden ayva, elma, erik çaldığımızı hatırlıyorum. İlkbaharda çiğdem çıktığı zaman, çiğdemleri toplardık böyle, bir çalının üzerine yerleştirir, mahallenin içinde dolaşırdık, ‘Çiğdem, çiğdem çiçekçik, ebem açtı kucakçık’ diye. Onlar da bize yağ, bulgur verirlerdi. Aklımız sıra bulgur pilavı yapardık, onu yerdik."
Rahmi 1934 yılında Havza Merkez İlkokulu’na başlar, son sınıfı babasının tayini nedeniyle gittikleri Akdağmağdeni’nde okur: "(İlkokulu bitirdikten birkaç gün sonra, evimizden 50 metre kadar uzağa kurulan siyah renkli bir kıl çadırda ben ve Hasan ağabeyim sünnet olduk. Sünnetçi çingene, işi bitince kimi gösteriler yapmıştı, hatırlıyorum. Birkaç gün sonra sünnet yerlerimizde iltihaplar oluştu. Pansumanlarda canımız yanardı.) İşte o günlerde bir gece çok şiddetli bir depremle uyandık. Öğleden sonra depremin yakındaki Peyik bucağında olduğunu ve pek çok insanın öldüğünü duyduk. Sünnet ve depremin dışında 1939 yazını yoğun biçimde devlet parasız yatılı sınavları için çalışmakla geçirdim. Sınav Yozgat’ta yapılacaktı. (Orada babamın yargıç arkadaşının evine gittik. Yatacağımız odayı gösterirken kapının yanında bir düğmeye basılınca oda aydınlandı. Şaşırmıştım. ‘Bu nedir?’ diye sorduğumda ‘Elektrik’ dediler. İlk kez elektriğin varlığına tanık oluyor, gazyağıyla kıyaslıyor, elektriğe hayran kalmaktan kendimi alamıyordum.)"

İlk mektup İnönü’den
"Babam çok diktatördü, çok korkardık. Yani ‘sen’ diyemezdik. Hep ‘siz’ diye konuşurduk. Karşısında zaten fazla konuşamazdık." Uzun yıllar kadılık yapan babası Abdullah bey, Cumhuriyet’in ilanı ile hakim olur: "Babam şeker hastasıydı ve elinde ‘dahiliye mütehassısı bulunan bir yerde görev yapmalıdır diye’ raporlar vardı. Defalarca müracaat ettiği halde atamadılar." Sonunda çareyi Peyik’i ziyarete gelecek cumhurbaşkanına derdini kişisel olarak iletmekte bulan Abdullah bey, birden çok dilekçe kaleme alır: "Bize, dört kardeşiz o zaman, aynı dilekçeyi verdi, ‘işte babamız hastadır, dahiliye mütehassısının bulunduğu bir yerde, görev yapması lazımken tayin etmiyorlar. Ablam ve ben ilkokulu bitirdik, burada ortaokul yok, babamı lütfen okul olan bir yere tayin edin’ diyen bir dilekçe. İsmet Paşa’nın önüne geçti babam, hatırlıyorum. Ne anlattıysa, İsmet Paşa ‘Gelsinler’ demiş, biz de gittik yanına.
‘Ne derdiniz var’ dedi, hepimiz dilekçeleri çıkarttık aynı anda. Paşa, ‘Hepsi aynıysa birini verin yeter’ dedi. Aldı. Küçük kardeşim, ‘Sayın cumhurbaşkanım müsaade ederseniz, size bir şiir okuyayım’ dedi. Ve okudu. İsmet Paşa çok memnun oldu, ayrıldık. 20 gün sonra bana bir mektup geldi. ‘Dilekçeniz haklı bulunmuştur, babanızın en kısa zamanda dahiliye mütehassısı bulunan bir yere tayini için Adalet Bakanlığı’na yazılmıştır’ diye. Ben hayatımda ilk defa bir mektup alıyordum. Yine de tayin yapmadılar."
Ortaokulu okumak üzere Yozgat’a giden Rahmi bey ve ablasına anneleri de eşlik eder. Bir sene sonra (1941) babasının da tayini Yozgat’a çıkar. 1942-1943 öğretim yılında Yozgat Lisesi’ne başlar Rahmi Dirican: "O zamanlar Gök-Börü diye bi dergi vardı, ülkücülerin. O dergiyi satardım lisedeyken. Lise müdürünün de ismini çok iyi hatırlarım, Kemal Özerdin diye biriydi. Sınıfın birincilerini topladı bir gün. Ben de gittim. ‘Çocuklar okulumuzda, komünist olan bazı öğretmenler ve öğrenciler var. Bulmaya, gereken cezaları vermeye de çalışıyoruz ama sizin de yardımınız gerekebilir. Derslerde komünizmi methedenler olursa haberim olsun’ dedi. Ben de dediğim gibi yani kapalı bir çevrede büyümüşüm, müdürün gözüne girmek istiyorum. Bütün gücümle artık, sürekli haber topluyordum." Valinin sınıf arkadaşı kızına ait tarih defterini ister Rahmi bey. Defterde altı kırmızı kalemle çizilmiş ‘kızıl ok’ yazısını bulur: ‘Haa’ dedim, ‘buldum işte.’ Komünistler kızıl oluyor. Hemen defteri aldım müdüre gittim, anlattım. Müdür baktı ve teşekkür etti." Birkaç gün sonra öğretmeni Ahmet Malkoç, Rahmi’yi çağırır ve ‘ispiyonculuk yapmanın’ ne kadar kötü olduğunu anlatır. Rahmi bey bu konuşmayı hiçbir zaman unutmaz...

Bıçaklı kama
Liseyi bitiren Rahmi Dirican, her sene övünç listesine girdiği için İstanbul Tıp Fakültesi’ne sınavsız kabul edilir. Ancak yatılı Tıp Öğrenci Yurdu için sınava girmesi gerekir: "(22 Ekim 1945’de sınav İstanbul’da yapılacaktı. Yola çıkmadan bir gece önce babam, ‘Bak oğlum, tanımadığın erkeklerden uzak dur. Kimileri erkek çocuklara kötü gözle bakarlar. Sana bir bıçaklı kama vereceğim. Onu her zaman yanında taşı. Eğer bir erkek sarkıntılık ederse kullanırsın’ dedi. Kamayla birlikte 50 lira da para verdi.)" O yıllarda İstanbul’da okuyan ablası karşılar Rahmi’yi. Sınavı kazanır ve
1945-1946 öğretim yılında İstanbul Tıp Fakültesi’ne başlar. Okulun ilk günlerindeki isteği zamanla kaybolur ve arkadaşlarının da teşvikiyle kimi gün okulu asıp kahveye gider: "Babam her mektubunda çok çalışmamı, her derse girmemi öğütlüyordu, ben de onun öğütlerine uygun hareket ettiğimi (!) yazıyordum... Hiç unutmam Yozgat Lisesi’nden yakın arkadaşım vardı, İstanbul’da da birlikteydik, Fahri diye. Yiyeceği bile Fahri’yle paylaşıyoruz. Sene ‘49, Fahri bir gün, ‘Yeni bir dernek (Yüksek Tahsil Gençlik Derneği) kurulmuş, fakir öğrencilere yemek temin edecekmiş, muhtaç olanlara para bile verecekmiş’ dedi. Benim ihtiyacım yok, o gün için 100 lira burs alıyorum, iyi para. Ama Fahri’nin parası yok. ‘Peki’ dedim ve üye olduk. A bir de baktık ki bu dernek Nazım Hikmet dergileri çıkarıyor, yani böyle dört sayfalık dergi, sokakta filan da gençler satıyorlar. Bir-iki kere aldık okuduk, valla bunlar Nazım Hikmet’in affıyla uğraşıyorlar. Babam her mektubunda ‘Aman oğlum, siyasetle ilgilenme’ diyor. Düşündük, taşındık, zaten hiçbir yardım da gelmedi, istifa etmeye karar verdik. Gül Palas olayı oldu. Solcu gençler Laleli’de
Gül Palas’da bir yığın hareket yaptılar. İşte sonra derneği basıyorlar falan. Biz bunları gastelerde okuyoruz." Aradan birkaç gün geçer ve Rahmi, Birinci Şube’ye götürülür ve dernek hakkında sorgulanıp serbest bırakılır. "Gül Palas olayı mayıs ayının başında olmuştu. İki ay sonra Yozgat’a gittim, babam beni gördüğünde ‘Ulan baba lafı dinlemedin fişlendin, hadi bakalım ömrünün sonuna kadar bu devam edecek’ dedi.
Tıp fakültesinde okurken müstakbel eşi Meliha hanımla karşılaşır Rahmi Dirican: "Çapa’ya giderken, o da Aksaray’dan binerdi tramvaya, Selçuk Kız Sanat’a gidiyordu. Öyle işte bakışırken, konuşurken arkadaş olduk. 1,5 sene kadar flört ettik, talebeyim henüz . Fakat sonradan öyle bir hale geldi ki ayrılamaz oldum ondan. O yüzden beşinci sınıfta bir sene daha kaybettim. Düşünün, ‘45’ten ‘53’e kadar sekiz seneyi buldu okulu bitirmem." Yazın eve gittiğinde ailesine açılır. Önce babası karşı çıkar, ‘Eline ekmeğini almadan olmaz’ derler. Rahmi çok kararlıdır. Bir yandan da bu kadar gezip tozdukları için kız arkadaşını yarı yolda bırakamayacağını düşünür: "Nitekim babam İstanbul’a gelince tuttu 2 bin 500 lira para verdi. ‘Al bunlarla hazırlığını yap’ dedi. Eşimin babası da katkıda bulundu. Nikahı yaptık, o gün cebimde 3,5 lira param vardı. Onu da taksi parası yaptım. Ertesi gün para yok, damatlık elbisemi bitpazarına götürdüm sattım. O akşam halamın oğlu biraz zeytin, 200 gram peynir, bir paket çay, bir ekmek getirmişti. Onları balayı yemeği yapmıştık, hiç unutmam."

Şaban Çavuş
"İyi dereceyle hekim çıktım ama ne tansiyon ölçmeyi, ne hasta muayene etmeyi, ne de enjeksiyon yapmayı biliyorum. Kendimi çok yetersiz hissediyorum.
650 kişiyiz, nasıl sıra bana düşecek, istek de uyandırmamışlar hiç. Bizi çıkarıyorlar ameliyathanenin tepesinde bir yere, oradan 15 metre aşağıda hocanın yaptığı ameliyatı seyrediyoruz. Hocanın ne yaptığından haberimiz yok. ‘Ben yedek subay olayım. Belki asker ocağında öğrenirim bir şeyler’ deyip yedek subay okuluna gittim. Orada Şaban Çavuş’tan çok şey öğrendim... Kurrada tayinim Giresun’a çıktı. Geçim kaygısıyla Hozat’la değiştirmek istedim. Hozat’ı çeken arkadaşla beraber Jandarma Tuğgenerali’ne gittik. Tuğgeneral ‘Ne istiyorsunuz?’ dedi. Dedim ki ‘Yer değiştirmek istiyoruz’. ‘Kürt müsün?’ dedi. Doğrusu o güne kadar, Türkiye’de insanları Kürt, Türk, Çerkez, Laz filan diye ayırmayı bize öğretmemişlerdi. Çok acayibime gitti bu. ‘Hayır efendim, değilim’ dedim. ‘Nerelisin?’ diye sordu. ‘Tokatlıyım’ dedim. ‘Öyleyse aptalsın, git değiştirsinler’ dedi, aynen böyle söyledi." Böylece Hozat Jandarma Alayı’na gitmek üzere yola çıkar Rahmi Dirican.

Dersim ayaklanması
"Hozat’a gitmeyi istememin en önemli nedeni halk türkülerini çok sevmem hatta saz da çalardım o zamanlar. Bir türkü vardı: ‘Hozat’ın ardında değirmen bendi, mevlam bize vermiş bu zalım derdi, yansın Hozat yansın, yar gine yansın, Hozat’ın gençleri intikam alsın.’ Hozat’ın da içinde bulunduğu bölgenin eski ismi Dersim’di. Ve Dersim’de bir ayaklanma olmuştu, 1938-39 yıllarında. Babam hakim olduğu için keşfe gittiği vakit beni de götürürdü zaman zaman. O zamanlar Dersim ayaklanmasını duymuştum. Türküdeki ‘Hozat’ın gençleri intikam alsın’ lafı, sanki bana Dersim ayaklanmasıyla ilgili gibi göründüğünden, derdim ki ‘Ben oraya gideceğim, öyle ideal bir hekimlik yapacağım ki bu intikam hislerini yok etmeye çalışacağım’.
O günlerde benden başka hekim olmadığı halde, kapımı çalan hiçkimse yoktu Hozat’ta. Sordum, ‘Hasta yok mu burada?’ dedim. Yavaş yavaş halkla konuşmaya başlamıştım. Dediler ki "Doktor bey, burada herkes doktora gidemez, doktor ücreti 10 liradır. Ayrıca ilaçtı, iğne masrafıydı filan, bu
25-30 lirayı bulur. Hali vakti iyi olanlar zaten Elazığ’a giderler, yoksul olanlar da işte yerli ilaçlarla idare etmeye çalışırlar’ deyince çok üzüldüm. Dedim ki ‘Halka söyleyin, ben bir liraya muayene edeceğim’. Hastalar gelmeye başladı. Halkla çok iyi ilişkilerim oldu. Yedek subaylığımın bitmesine yakın Hozat’ta sağlık merkezi inşaatı başladı. Eşim de gebe o sıralar. Kentin önde gelen Demokrat Partilileri bile beni hükümet tabibi olarak istemesine karşın kalamadım Hozat’ta. Tayinim Ordu / Mesudiye’ye çıktı."

"Hozat’ta İlk hastam nalbant Cafer diye biriydi. ‘Doktor bey, eşim hasta’ dedi. Gittik evine. ‘Nesi var?’ dedim, ‘Ataşı var’ dedi. Peki. ‘Derece koyayım’ dedim, ‘Sen ver ben koyarım’ dedi. Derece koydurtmadı. Baktık ateşi var. ‘Peki’ dedim, ‘bir muayene edeyim’. ‘Yok’ dedi, ‘bak ben sana ateşi var dedim, yap bir penisilin’ dedi. O günlerde penisilin de moda. ‘Peki kalçasını açalım da’ dedim. ‘Yo, sen bana söyle, ben o kadar yeri açarım’ dedi. Bir kilimin altında, oradan tarif ettim işte tam yerini. Bir yer açtı. Oraya iğneyi yaptım. Fakat olaylar iki-üç ay içinde o kadar değişti ki. Adamlar sabahleyin geliyor, aşağıdan bağırıyorlardı: ‘Kardaş, bacın hasta, sen bir eve uğrayıver’, ‘Kardaş, kızın hasta, sen bi eve uğrayıver’... Dersim’in halkı, Alevi derler kendilerine ama ben inanmıyorum. Zaten Tunceli’nin dilleri de başkadır. Diğer yerlerdeki Kürtlere benzemezler. Bir Keğan bayramları vardır. Elmayla davet edilirdi herkes."

"Lise birdeyim (1942). Mahallede kız arkadaşlarımızla çeşme başında sohbet ederdik, genellikle sohbetlerimizde pul defterlerimizi birbirimize gösterirdik. O gün demek ki iş uzamış, bir de baktım uzaktan annem geliyor, geldi, kız arkadaşıma döndü ‘Seni sarı saçlı, seni çıyan, oğlumu baştan mı çıkarıyorsun?’ dedi. Annemin bu davranışından sonra kızın öyle bir gidişi vardı ki hiç unutmadım. Mahcup oldum. O günden sonra bu kıza bir merhaba bile diyemedim, konuşamadım. Fakat bu defa kıza tutuldum, kızı görmeden yapamıyorum, benden bir sınıf aşağıdaydı. Hiç unutmam bir gün sınıfa müdür muavini ve Ahmet Malkoç dediğim hoca geldiler ‘Kıpırdamayın, ellerinizi masanın üzerine koyun, en ufak hareket yapanı şöyle yaparız, böyle yaparız, sigara muayenesi yapacağız’ dediler. Ahmet Malkoç bana geldi, üstüme baktı, sigara filan içmiyorum o zaman. Takvimi buldu, aldı şöyle bir çevirdi. ‘O benim özel hayatıma ait alamazsınız, verin’ dedim. Höt dedi bağırdı, sırada başmuavin bir-iki tokat patlattı bana, takvimi aldı gitti. Ben artık ertesi gün diyorum ki tamam, beni inzibat meclisine verecek. Çünkü kız hakkında bir şeyler yazmışım takvimin yapraklarına. Aslında kızın elini bile tutmuşluğumuz yok o devirde. İki gün sonra öğretmenler odasına çağırdı Ahmet bey, ‘Ulan sen bayağı duygusal adammışsın be. Yazdıklarını okudum’ dedi, ‘Sana şunu söyleyeyim ki oğlum bunlara değmez. Sen orada kızı göklere çıkarmışsın. Yahu bu kız terlediği zaman leş gibi kokar, her insan gibi. Fazla yürüdüğü zaman ayaklarının, parmaklarının arasını karıştırır’ dedi. Neyse, bu sevda böyle sürdü, lise son sınıfta mezun olmama yakın cebine mektup koydum kızın. Bir cevap yok. Üniversiteye gittim daha sonra. Dersler filan hiç umurumda değil." Bir süre sonra kızın eniştesine haber gönderir ve niyetinin ciddiyetini açar Rahmi bey ama yanıt olumsuzdur. Bu kez yıllar önce cebinde takvimi bulan öğretmenine açılır.
O da kızla konuşmaya karar verir. Gelen olumsuz cevap üzerine unutmaya karar verir sevdiği kızı... Bir süre sonra da tramvayda tanıştığı Meliha hanımla evlenir.

TARİH VAKFI
Tarih Vakfı sözlü tarih arşivi oluşturmak için tanıklıklarınızı kaydediyor. 70 yaş üzeri 1000 kaynak kişiye ulaşmayı hedefliyor. Ünlülerle değil, içimizden birileriyle... Sizin önereceğiniz kişilerle, dedelerimiz, ninelerimizle... Köylerde, kasabalarda, fabrikalarda geçen hayatlar... Hasatlar, vardiyalar, düğünler, seçimler, yemekler, camiler, kadın matineleri... Tarihe Bin Canlı Tanık Projesi, sözlü tarih görüşmeleri ile, günlük yaşamın, toplumsal geçmişin belleklerde kalmış ayrıntılarını içeren yaşam öykülerini kaydetmeyi hedefliyor. Bugüne kadar projeye destek olan Türk Tabipler Birliği’ne, İnşaat Mühendisleri Odası’na ve Kayseri Ticaret Odası’na maddi desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Siz de projeye destek olun, tarihe katkı da bulunun: Telefon: 0212 327 86 58
Faks : 0212 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr

Projeye katkılarınızı bekliyoruz:
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
e-posta:mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr

www.tarihvakfi.org.tr



KEŞFETYENİ
Survivor'dan elendikten sonra Yiğit Poyraz'dan ilk paylaşım!
Survivor'dan elendikten sonra Yiğit Poyraz'dan ilk paylaşım!

Cadde | 03.05.2025 - 07:13

Survivor All Star 2025'e sürpriz bir şekilde veda eden isim Yiğit Poyraz olmuştu. İlk paylaşımını yapan Poyraz'ın 'Usta' ifadesi dikkat çekti.

Yazarlar