Pazar “Kitabı yazarken annemle yeniden buluştum, onu çok özlemişim”

“Kitabı yazarken annemle yeniden buluştum, onu çok özlemişim”

10.10.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:

36 yıllık gazeteci, Milliyet yazarı Meral Tamer ilk kitabı “Aşkolsun Kanser!”de meme kanserini, katı bir disiplinle geçen çocukluğunu, 16’sında kaybettiği anne-babasını, kızıyla ilişkisini anlatıyor

“Kitabı yazarken annemle yeniden buluştum, onu çok özlemişim”

Kansere müteşekkir biri var karşımda. Milliyet’in en neşeli yazarı Meral Tamer. 36 yıllık gazetecilik kariyerinin ardından onu ilk kitabını yazmaya ikna eden kansere teşekkür ediyor Meral Tamer. Kitabın adı tam da haleti ruhiyesine göre: “Aşkolsun Kanser!”.
Kitabı elinize aldığınızda kanserin çağrıştırdığı bir karamsarlıkla karşılaşmıyorsunuz. Kırmızı gözlüğü ve kırmızı oyalardan yapılmış kolyesiyle neşe içinde gülen bir Meral Tamer portresi var kapakta. “Aşkolsun Kanser!” nidası, meşhur kahkahasıyla çıkıyor ağzından belli ki...
Tamer, geçtiğimiz şubat ayında, doğum gününe iki gün kala yıllık kontrolleri sırasında karşı karşıya geldi kanser sözcüğüyle. Çok erken evrede yakalanmış bir meme kanseriyle karşı karşıyaydı.
Kanserle tanışması, başına gelenler, çözümler, hissettikleri günlerce yazı dizisi olarak yayımlandı Milliyet’te. Ve sular seller gibi okundu, mektuplar yağdı. Çünkü bu yazılar Meral Tamer’in her zamanki neşesini ve gücünü taşıyordu. Umut veriyordu, “Devam” diyordu.
Tamer’e iletilen mektup ve e-postalarda bir de ısrar vardı: Kitap yazın, bu yazılar mutlaka kitaba dönüşmeli. Yıllardır yayınevlerinin yapamadığını okurlar yaptı, Meral Tamer kitap yazma fikriyle Doğan Kitap’ın kapısını çaldı. Yayınevi hemen sahiplendi kitabı ve “Aşkolsun Kanser!”in marşına basıldı.
Meral Tamer kitapta yalnızca hastalığını anlatmıyor. Çocukluğunu, ona ruhundan hiç silinmeyecek bir disiplin aşılayan annesini, 16 yaşında dört ay arayla anne ve babasını kaybedişini, mimarlık okuyup ani ve isabetli bir kararla gazeteciliğe geçişini,
6 yaşındaki kızıyla eşinden ve evinden ayrılışını, kariyerinde adım adım yükselişini, kızı Doğa ve hayatını paylaştığı Osman Ulagay ile ilişkilerini de anlatıyor. “Aşkolsun Kanser!”, “kadın olmak” üzerine bir kitap aslında. Kendi ayakları üzerinde duran, bunu da sızlanmadan yapan bir kadının hikayesi bir anlamda.
Kitabı okurken hissetmiştim, söyleşide daha iyi anladım; Meral Tamer anılarına dönerken annesini yeniden çağırmış yanına. Yıllar önce gittiği uzaklardan geri dönmüş Şaziye hanım ve hayatını kendi başına inşa eden kızıyla yeniden buluşuyor.


Bu kitabı yazmak size kendinize dair ne öğretti?
Çok zor bir soru. Kitabı yakın arkadaşım Ayşe Kadıoğlu okuduktan sonra dayanamamış, bir yazı yazmış. O yazıyı okuduğum zaman ağlayarak “Annemi istiyorum” dedim. Annemi istiyorum, onu çok özledim. Hiç bu kadar istememiştim herhalde öldüğünden beri... Ayşe diyor ki, “Annen de seni terk ettiğine, seni istediği noktada göremediğine çok üzülmüştür”.

Annenizin kaybından sonra bu konunun üstünü örtmeyi tercih etmişsiniz. Bu kitabı yazarken yeniden bir buluşma mı oldu annenizle?
Yazarken kısmen olmuştu. Başkaları okumaya başladıktan sonra, onların verdiği tepkiyle ciddi bir buluşma oldu annemle aramızda. Okuyanlar diyor ki “Bu bir kadın kitabı”. Hem anne var hem de kız evlat... Ayşe yazısında şunu söylüyor, “Annen-baban öldükten sonra senin ailen olmamış, doğru dürüst bir aile kurmamışsın. Senin ailen okurların olmuş”. Okurlarımdan ve kitabı okuyan dostlarımdan gelecek tepkilerle annem kafamda her gün başka bir şekle dönüşecek herhalde, iyice canlanacak.

Siz orada bu kapıyı tam açmıyorsunuz, aralıyorsunuz sadece. Annenizin ve babanızın kaybını anlatıyorsunuz ama olup bitenlerin içinde size ne olduğunu anlatmıyorsunuz.
Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Editörüm de oralara not düşmüştü, buraları çok kuru geçmiş diye... Ben de dedim ki arayayım, yakınlarıma sorayım. Ama Doğan Kitap’ın Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır istemedi,
“Bir şeyleri zorlayarak yapma” dedi.

“Kendi hayatımın ne kadar ilgi çekeceğini bilmiyordum”

Babanızı pat diye kaybediyorsunuz ama annenizin vefatına giden bir süreç var. Ne yaşadınız o dönemde? Sizinle konuştu mu, kendisinden sonrasını programladı mı?
Hiç bilmiyorum. Zaten kitap o kadar kısa sürede yazıldı ki -20 günde yazdım- Deniz de sorma dediği için kimseye sormadım bunları... Ama belki bundan sonra öğrenmenin zamanıdır.

Kızınız Doğa size hiç sormadı mı anneannesini?
Sanmıyorum, belki de sormuştur... Sorarım bu akşam.

Gerçekten kapadığınız bir konu olduğunu görüyorum. Hatta sorularım karşısında açmakta da tereddüt ediyorsunuz.
Yok... Dediğim gibi, eğer Deniz isteseydi o noktada açardım. Benim tuhaf bir yaşama tarzım var. Ben hayatı gerçek zamanda yaşarım. Ne “Bugün de ne kadar hızlı geçti” vardır bende, ne de “Zaman geçmek bilmedi”. Yok böyle bir şey! Deniz “Araştır” deseydi detayları öğrenmiştim. Kendi hikayemin ne kadar ilgi çekeceğini de bilmiyordum. Belki bir gün aklıma düşerse öğrenirim.

Kitapta “Annem 45 yaşında kanser olduğu için ben de hep kanser olmaktan korktum” diyorsunuz. Bir şeyden çok uzun süre korkup sonra da o korkuyla yüzleşince tuhaf bir rahatlama duyar insan. Kanser sözcüğünü duyunca sizde de bu rahatlama oldu mu?
Ben bu korkularımı çok uzun yıllar önce atmıştım. 30-35 yaşıma kadar korkmuşumdur. Sonra yok ettim o korkuyu... Kanser geldiğinde de hiç öyle annemle kıyaslar bir halim olmadı. Annemin kanser olduğunu herhalde benden saklamışlardır. Son altı ayda iyice yataklara düştükten sonra mı öğrenmiştim, şimdi hatırlamıyorum. İlk dakikadan kendimi annemle özdeşleştirmedim doğrusu.

“Benim hiçbir referansım geçmişe dönük değildir”


Ben hemen özdeşlik kurduğunuzu tahmin ettim oysa ki...
Hayır. Ben hiç geçmişte yaşamadım.
Hiçbir referansım geçmişe dönük değildir. Mimarlık fakültesinde sanat tarihi de okudum tarih de... Ama yurtdışı seyahatlerinde katedrallere falan gidince hafakanlar basar.
Ben hep ileri baktım. Bir gün Rahmi Koç
beni evine davet etmişti, neredeyse konuşacak konu bulamadık. Çünkü o hep geçmişle, antikalarla yaşıyor.

Geçmiş canınızı acıttığı için mi dönüp bakmak istemiyorsunuz?
Muhakkak öyle. Orada onu kapatmak istiyorum; kendime, aileme, Türkiye’ye dair geçmişi... Hani neredeyse siyasetin bile geçmişine dönemiyorum. Canımı acıtıyor, evet. Bugünden gerisi yok.

Kitabı yazarken canınız acıdı mı?
Hayır. Orada geçmişe dönerken sadece kendim vardım. Kendimin ne olduğunu hatırladım, heyecan vericiydi. Kitabı okuyanlar bana başka başka şeyler sordukça o konuları düşünmeye başladım.


“Benim hastalıklarım hiçbir zaman hastalık olmuyor. Lay lay lom geçiyor”
Anneniz gibi bir anne misiniz?
Ben Doğa’yı nasıl yetiştiririm diye hiç düşünmedim. İnsiyaki olarak annem bana ne yaptıysa ben de Doğa’yı aynı şekilde yetiştirmeye hiç tereddütsüz başladım ve başka türlü olacağına dair en ufak bir kuşku duymadım. Ama başka türlü oldu.

Nasıl?
Hiçbir şey yaptıramadım. Hiç... İstediğim hiçbir şeyi yapmadı.

Nasıl kabullendiniz bu durumu?
Çok zor oldu. Doğa’nın babası İsmail’den ayrıldıktan birkaç yıl sonra bir gün kendimi bavulumu toplayıp evden çıkarken yakaladım.
O evde de Doğa’yla oturuyoruz, 10 yaşında bir çocuk. Ve ben kaçıyorum. Sonra anladım ki onu terk edemem. O zamana kadar annem babam beni terk etmiş; ben erkek arkadaşlarımı, mimarlığı, kocalarımı terk etmişim. Ama onu terk edemiyorum. Mecburen yüzleştim. Ve Doğa’yla yüzleşmek hayatımı çok zenginleştirdi. İnsanları forme etmek yerine onların zenginliklerini paylaşmak bana çok şey kattı. Beni annemden sonra eğiten kızım oldu.

“Kanserden sonra kızımın bana yazdığı not çok anlamlıydı”

Kitapta beni en çok etkileyen olaylardan biri de kızınızın babasının vefatı...
Kapıcı telefon etti ve üç gündür evden çıkmadığını söyledi. Gidince çok yıkıldım. Gençliğimiz, paylaştığımız bir hayat, 15 yıl evlilik... Onu bırakıp gittiğim için belki biraz da suçluluk duygusu... Hepsi bir aradaydı.

Doğa’ya karşı da bir suçluluk duydunuz mu o günlerde?
Yok. Doğa beni o dönemde o kadar çok kızdırıyordu ki. Babasını daha çok sevdiğini, onunla daha iyi anlaştığını söylüyordu. Babası öldükten sonra da uzun yıllar böyle devam etti. Doğa’ya karşı uzun süre çaresizlik ve acz içinde yaşadım. O yüzden bu suçluluğu ben İsmail’e karşı duydum, Doğa’ya karşı değil.

Peki Doğa’yı ne zaman kazandınız?
Bunu ona sorman lazım. Kazandım mı onu da bilmiyorum.

Kanser sadece hastanın değil, yakınlarının da hayatını değiştiren bir hastalık. Doğa ile ilişkiniz teşhisten sonra nasıl etkilendi?
Aslında hiçbir zaman kavga kıyamet olan bir ev olmadı bizimki. Anne-kız ilişkisini vahim travmalarla yaşamadık. Kanser olmadan önce de sıcaktı ilişkimiz ama tabii annesini kaybedebileceği duygusu onu herhalde daha farklı düşünmeye itti. Kanserden sonra Anneler Günü için bana yazdığı not çok anlamlı bence: “Rüzgarı suçlamayıp teknesini kullanmayı bilen, her defasında hayranlıkla izlediğim, ileride olabilmeyi düşlediğim tek insan”. Orada mesele bitmiştir bence. Belki de kanser böyle ifade etmesine vesile olmuştur.

Hastalığınız hem sizin için hem de yakınlarınız için bir farkındalık öyküsüne dönüşmüş. Osman Ulagay nasıl etkilendi bu meseleden?
Kötü etkilenmedi. Bir noktadan sonra birbirini daha iyi anlar, daha çok şey paylaşır hale geliyorsun. Paylaşamadıklarımızı, farklılıklarımızı da birbirimizi kendi başına bırakarak hallediyoruz. İkimizin de çocukluğumuzda biriktirdiklerimiz var.
O kutular teker teker açılıyor, paylaşıyorsun. O yemekleri beğeniyor, ben oturup yapıyorum mesela. Çok emek vererek, her gün bir papatya gibi sulayarak ilişkimizi benzersiz bir hale getirdik. Zaten benim hastalıklarım da hiçbir zaman hastalık
olamıyor, hep böyle lay lay lom geçiyor.

Sizin sırrınız burada mı acaba? Başınıza türlü iş geliyor ama dramatize etmiyorsunuz.
Etmeyi beceremiyorum. Ayşe Kadıoğlu da yazmış bunu. Kırılan parçaları toplayıp hayata devam ettiğimi söylüyor.


“Anladım ki bir kitap bitmez, ancak terk edilebilir”
Bir hafta ara istediniz, iki ay gazetedeki yazılarınıza dönemediniz. Size engel olan neydi?
Meğer ben onlardan sıkılmışım. Aslında sıkıldığım hiçbir işi yapmam. Sıkıldın da fark edip neden başka bir şey yapmadın dersen, belki o noktaya gelmeye fırsat kalmadan bu kanser çıktı. Sonra Osman halimi gördü, “Hastalığını yazsana” dedi. Hiç aklıma gelmemişti. Benim paylaşmamak gibi bir derdim yok ama Osman böyle bir şeyin paylaşılmasını istemez. Çekincem oydu.
n Aslında kanser yazı dizisini yazarken ilk kez kendinizi yazmış oldunuz.
Hiç düşünmezdim böyle bir şey yazmayı. Ama tamamen bir can simidi oldu, bir çıkış yolu...

“Bir yazı yazarken nasıl biteceğini hiç bilemem”

İlk yazdığınız cümle neydi?
Yazı dizisinin yayımlanan ilk cümlesi neyse o. Ben hiçbir yazımı kurgulamadım. Bir yazıyı yazarken o nasıl bitecek hiç bilemem. Gittim, bilgisayarın başına oturdum ve bir solukta yazdım başımdan geçenleri.

Hayatınızın bir aşamasında anılarınızı yazmayı planlamış mıydınız?
Benimle yapılan bazı röportajlarda bunu küçük küçük açanlar olmuştu. Onlar o kadar ilgi çekti ki, “Yazsam ne iyi olur” demiştim. Ama kitap yazmak istemediğim için kaldı.

Neydi kitap yazmama ısrarınızın nedeni?
Osman bizim birlikteliğimiz süresince 13 tane kitap yazdı. O sürecin ne kadar zahmetli olduğunu gördüm. Yazmak zahmetli, sonra onu tanıtmak zahmetli. Bu sancıları yaşamak istemedim. Ben perfeksiyonistim, annem beni öyle yetiştirdi. Benim ölçülerimle ortaya çıkan şeyin beni mutlu edeceğini sanmıyordum. Bu kitabı da okumadım. Okursam ne olacağımı bilmiyorum. Anladım ki bir kitap bitmez, terk edilebilir ancak. Editörüm Handan elimden aldı ve kitap beni terk etti. Bir gün okurum herhalde, inşallah düş kırıklığına uğramam.


“Evsiz kalmıştım, bir evim olsun diye üniversitedeyken evlendim”
Çocukluğunuzu ben okurken yoruldum, siz yaşarken yorulmamış gibisiniz. Çocuk olamamış bir çocuk. Hiç isyan etmediniz mi?
Hiç etmezdim. Niye etmediğimi bilmiyorum. Dayımın oğluna sorarım bazen, “Nasıl laf anlatırdı annem bana” diye. “Sen sesini çıkartmazdın, söyleneni yapardın” der.

Bugün sizi az çok tanıyan biri için inanması zor. Annenize bağlılığınız mı sizi bu kadar itaatkar yaptı?
Belki de... Annemin yaptırdıklarına herhalde bayılırdım.

Ancak anneye duyulan bir aşkla bu kadar yorucu bir hayat kabul edilebilir.
Bir şeyleri öğrenmek benim de çok hoşuma gidiyordu. Bir doktora gitmiştim, meğer asistanı bizim karşı komşumuzun kızlarından biriymiş. “Hatırlar mısın?” dedi, “Biz renkleri öğretiyoruz diye annen 16 aylıkken bir tek bize yollardı seni.” Herhalde bir şeyleri etrafımdaki bütün çocuklardan daha erken öğrenip onlara karşı sağladığım üstünlük beni o kadar tatmin ediyordu ki, bütün o yorucu koyunluğa he diyordum. O kadar kabiliyetliydim ki, her şeye... O da annemin yarattığı bir şey olamaz. Dikiş dik diyorlar dikiyorum, piyano çal diyorlar çalıyorum. Caz, alaturka, klasik, ne duyarsam duyayım çalardım. Piyanoda harika çocuk olamadım ama bütün çevremizde harika çocuk muamelesi görürdüm.

Bu “harika çocuk”luk yaşıtlarınızla uyumsuzluk yaratmadı mı?
Çalışmaktan bunu fark edecek vaktim yoktu. Mesela Alman Lisesi’nde bana gözlük taktığım için Camgöz diyorlardı. Belki şimdi söyleyince itici gibi ama böyle bir yaklaşımları var mıydı bilmiyorum. Fark etmezdi, zaten en büyük hayalim Almanya’ya okumaya gitmekti. Lise bitecek, buradan kurtulacağım, kapıyı çekip Almanya’ya gideceğim. Annemden babamdan uzakta, kendi istediğimi yapmaktı hayalim.

“Ev yemeğine hasret kaldım, kötü beslenme yüzünden hastalandım”

Burada bir çelişki var. Hem itaat ediyorsunuz hem de kaçmayı hayal ediyorsunuz.
Aynen öyle. Acaba şu mu oldu? Annem ne kadar hasta kaldı bilmiyorum; 1,5 yıl filan. O tedricen benden ilgisini azaltmıştır. Ben ise o dönemdeki o özgürlüğü yeterli kabul etmiş olabilirim. Mesela 14 yaşındayken bir flörtüm vardı. Sarışındı, gitar çalardı, Vespa’sı vardı. Onunla annem doktora gittiğinde mi buluşurdum, evde yatarken mi...

Annenizle paylaştığınız bir şeyler oldu mu?
Benim anneme flörtüm olduğunu söylemem söz konusu değildi.

Kitapta da, şimdi konuşurken de anneniz koşulsuz başrolde. Babanızdan hiç bahis yok.
Babam her şeyi anneme bırakmıştı ya da annem her şeyi sahiplenmişti. Benim gözümdeki baba figürü gayet yumuşak, hoş, darbımesellerle konuşan biri.

Erken evlenmenizde de yetişme döneminizde erkek figürünün zayıflığının etkisi var mı?
Bence erken evlenmemde, erken sayılıyorsa şayet üniversite üçte evlenmek, evsizlik ana motiftir. Evsiz kalmıştım, bir evim olsun istedim. O evsiz günlerimde yolda annemin bir akrabasına rastladım. “Bir gün yemeğe gel. Sana ne yemek yapayım?” dedi. “Mercimek” dedim.
Çok şaşırdı, daha fan fin fon bir şey isterim sanmıştı. Evimizde pişen mercimekti
tek istediğim. Evdeki yemeklere yıllarca hasret kaldım. Zaten sonunda kötü beslenmekten peritonit tüberküloz oldum.

Siz hayata devam gücünü nereden buldunuz?
Annemden. Alman Lisesi çok disiplinliydi evet, ama anneminkinin yanında hafif kalır.