26.11.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
Turan Yavuz 50 yaşında, evlat müjdesiyle kanser haberini peş peşe aldı. Şimdi ilkini yaşatmak için ikincisiyle savaşıyor can.dundar@e-kolay.net Programımızın, gazetemizin Washington şubesiydi. Amerika'yı ondan bilir, ondan öğrenirdik.Sonra döndü geldi. Kanal yönetti. Troçki'nin İstanbul'daki sürgün günlerini anlatan bir belgesel-dramaya imza attı. "ABD'nin Kürt Kartı"nı, "Küba Krizi"ni, "Çuvallayan İttifak"ı yazdı.50 yaşına gelince, büyük bir sevinçle, aynı oranda büyük bir kederi peşpeşe yaşadı:Önce dünyalar güzeli bir kıza, ardından asrın bela hastalığına sahip oldu. Şimdi ilki uğruna ikincisiyle savaşıyor."Turan abi", basının az sayıdaki sessiz kahramanından biridir ve bizim için önemlidir. Kendisiyle mesleği ve hayatı üzerine konuştuk. Turan Yavuz, "32. Gün"den ağabeyimiz. Yaz aylarında sağ bacağım ağrımaya başladı. Fıtık olduğumu zannettim, gitmedim doktora... Bugün yarın derken, eylülde arttı ağrılar... Hastaneye gittim. Omuriliğimde bir kitle olduğunu söylediler. Detaylı testler yapıldı. Akciğerde bir leke bulundu. Meğer kanser akciğerde başlamış, kemiğe sıçramış. Üç yerde leke, bir yerde de tümör var. Omurilikteki kitle bacak sinirine baskı yapıyormuş. Nasıl öğrendin kanser olduğunu? Önce 10 gün radyoterapi yapıldı. Kemiğin etrafı çevrelendi, başka bir yere sıçramasın diye. O sırada göğüs ağrılarım da başlamıştı. Kemoterapiye başlandı. Başta biraz ağır geldi. Bayağı sarsılıyordum. Ama şimdi alıştım. Tedaviye olumlu tepki verdi. Akciğerdeki leke küçüldü. Hemen kemoterapi mi başladı? Kemoterapi aldığınız vakit çok fazla yemek yiyemiyorsunuz. O yüzden kilo kaybı oluyor. Ama kemonun etkisi vücuttan çıkınca vücut tekrar kendini toparlıyor, öbür kemoya kadar. Son üç ayda 17 kilo verdim ama son haftalarda bir-iki kilo aldım yeniden... Yani vücut toparlanmaya başladı. Tümör küçülene kadar böyle devam edecek. Kilo vermişsin... Hayır. Günde 2 paket sigara içersen "Niye ben" deme lüksüne sahip değilsin. "Niye ben" diye düşündün mü? "Arkadaşım haberi alınca ölmüştü" Haberi aldığım an aklıma Washington'da gazetecilik yapan Arjantinli bir arkadaşım geldi. Doktor "Karaciğer kanserisin. Bir haftalık ömrün var" deyince yere yığılmış, kalp krizinden ölmüş orada. O yüzden doktora "Bana 'Bir haftan kaldı' deme, gerisini ben hallederim" dedim. O da "Hallet o zaman" dedi. İlk tepkin ne oldu? Olmamış gibi davranıyorum. Gazetecilikte hayatı gram gram değil, kilo kilo harcıyoruz. Şimdi yeniden gram grama dönmeye başladım. Eskiden gece 12'de oturur, sabah 7'ye kadar hiç uyumadan çalışırdım. Artık öyle şeyler yapma lüksüm yok. Nasıl halletmeyi düşünüyorsun? Daha dikkatli ve sağlıklı besleniyorum. Tabii sigara yok artık, içki içmiyorum, daha iyi uyuyorum. Ben uyumayı sevmeyen bir adamdım. Uyumak yerine o zaman dilimini başka işlere harcamak; düşünmek, senaryo, kitap yazmak isterdim. Ama bunlar biraz da Washington'da gazetecilik yapmamdan kaynaklandı. Arada yedi saat fark olduğu için, İstanbul'da Milliyet'in sabah toplantısı 10'da başlıyorsa Washington'da gece üçe kadar oturmam gerekiyordu. Nasıl bir hayat düzenine geçtin? "Gazetecilikte aslolan muhabirliktir" Mesleğe 1974'te Ankara'da Reuters haber ajansında başladım. Babam Dışişleri'ndeydi. Prag'dan yeni gelmiştik. ODTÜ'de uluslararası ilişkiler okuyordum. 1977'de babam Washington'a tayin oldu. Okulu Amerika'da bitirdim. 1985'e kadar Tercüman ve Akajans'ın Washington muhabirliğini yaptım. 1985'te Özal Washington'a geldiğinde rahmetli Çetin Emeç "Seni Milliyet'te görmek istiyoruz" dedi ve Milliyet'e geçtim. 10 yıl Milliyet'in Washington muhabirliğini yaptım. İlk kez 32. Gün'de karşılaştık. Ondan önce neredeydin? Mehmet Ali Birand, 1985'te Brüksel'den telefon etti "32. Gün'e katkıda bulunur musun?" diye... Öyle başladım. Mehmet Ali ile çok kavgalarımız oldu. Çünkü henüz televizyon dilini bilmiyordum, bir paragraflık cümleler yazıyordum. Televizyonculuğu, cümlelerin nasıl sloganlaştırılacağını bana Birand öğretti. Hem ABD'de, hem Latin Amerika'da güzel işler yaptık. Kolombiya'da uyuşturucu kartelini işledim, Arjantin'de El Turco ile röportaj yaptım. 32. Gün nasıl oldu? Umur Talu o zaman genel yayın yönetmeniydi, "Amerika'da çok malları olduğu duyumu alıyoruz" dedi. Sahibi olduklarını sandığım bir oteli aradım. Türkçe olarak "İyi günler, Özer beyle görüşeceğim" dedim. "Bir dakika" dedi. Ve Özer Çiller'i verdi. "Niye arıyorsunuz beni?" diye sordu. "Sizin oteliniz varmış galiba orada" dedim. "Sizinle konuşacak hiçbir şeyim yok" dedi, kapattı telefonu. Üç dakika sonra Umur aradı İstanbul'dan. Hemen onu aramış, "Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?" diye. Umur "Ayaklarına basmadan araştır" dedi. Ortağını aradım, "Bu konuda bir şey bilmiyorum" dedi. Beş dakika sonra tekrar aradım aynı işadamını: "Amerika'da ünlü Türklerin olduğu yerlerde yatırım yapmak istiyorum, birtakım şehirleri saysam bana oraya yatırım yap ya da yapma der misiniz?" dedim. Ben saydıkça, "Oraya yap, buraya yapma" diyor. Onun üzerine arabaya atladım, onun yatırım yap dediği bütün şehirlerdeki tapu dairelerini dolaştım. Özer-Tansu Çiller adlarını aradım. Ve bütün malvarlığı ortaya çıktı. "Haberi hemen geç" dediler, sızar diye korktum. İlk uçağa atlayıp İstanbul'a geldim, orada yazdım haberi... O haberle 1995'te Sedat Simavi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin en iyi haber ödüllerini aldım. Asıl büyük haberin "Tansu Çiller'in ABD'deki mal varlığı"ydı. "Eyvah batıyoruz!" 1987'den itibaren Sedat Ergin, Ufuk Güldemir, Ali Kırca geldi Washington'a... Rekabet dolu günler oldu. Çok iyi gazetecilik yaptık. Sonra 1992-93'te hepsi geri döndü. İyi yerlere geldiler. Kendi kendime dedim ki "Sen burada kalmaya devam edersen 90 yaşına kadar muhabirlik yapacaksın." Biraz da daralmıştım. 1995'te döndüm. Niye döndün Amerika'dan? Karşındaki insanın güvenini kazanırsan hiçbir engel olmaz önünde. İşini çok iyi yaparsın. Gazetecilik açısından bunu öğrendim Amerika'da... Ayrıca son derece stresten uzak bir yaşamdı. Türkiye'de her gün gazeteleri, televizyonları açtığınızda "Eyvah batırıyoruz" duygusu geçiyor. Orada bir gün bile "Eyvah dünya batıyor" diye düşünmedim. Daha geniş, daha rahat bakabilmemi sağladı Washington... Dünyanın merkezi gibi bir yerdeydim. O da bana çok şey kazandırdı. Ne öğretti Amerika bu 18 yılda? Hayır. 50 yaşındayım. 32 yılım yurtdışında geçti. Amerika'ya mavi pasaportla gittim, 18 yıl sonra mavi pasaportla döndüm. Yeşil Kart'a falan da başvurmadım. Burası benim ülkem. "İyi ki dönmüşüm" dedim. Dönünce "Ne güzel hayatım vardı, niye döndüm" diye pişman oldun mu? "Hem gazeteciliği hem kanseri anlatmak istiyorum" Kanal 6'da bir müddet haber koordinatörlüğü yaptım. Sonra Altan Öymen'le Kanal D'ye "Pazar 11" diye bir program yaptık. O dönem bir haber için gittiğim Meksika'da Troçki'nin evini gezdim. Evin yanındaki vakfı gezerken Türkiye yıllarıyla ilgili hiçbir şey olmadığını fark ettim. Nedenini sordum. "Elimizde bilgi yok" dediler. Bunun üzerine Troçki'nin Türkiye sürgününün filmini yapmak aklıma geldi. Çok güzel bir çalışma oldu. O da 2000'de Milano Film Festivali'nde en iyi belgesel ödülünü aldı. Ne yaptın dönünce? İnşallah. "Amerikalılar geliyor" diye Irak savaşıyla ilgili bir komedi senaryosu yazmıştım. Onun isim ve konsept haklarını sattım. Şu anda çekiliyor. Bir-iki proje daha var. Şu hastalığı bir halledeyim, ondan sonra onlara dalacağım. Devamı var mı? Bütçeniz varsa dünyanın en zevkli ve en kolay işlerinden birisi. Ama elinizde bir simit parasıyla "Ya biz niye şunlardan geri kaldık" lafına muhatap olmak çok zor iş. Siz ne kadar iyi iş yapsanız da öbür kanal 100 bin doları bastırıyor, bir James Bond filmi koyuyor, işi bitiriyor. Yaratıcılık gerektirmiyor yani. Ama patron gelip size "Bizimki niye James Bond'dan geri kaldı?" deyince zor bir iş oluyor. Bu arada TV 8'i yönettin. Zor mu kanal yönetmek? Evet. Hem gazeteciliği hem kanseri anlatmak istiyorum. Biz gazeteciler sağlık konusunda biraz torpilliyiz. Vatandaşın çektiklerini birebir yaşamıyoruz. Bir-iki kere acil servise gitmek zorunda kaldım, dehşete düştüm. O uzun kuyruklar, perişanlık... Doktor geliyor, tomografi istiyor, "Ama bizim hastanedeki bozuk" diyor. O zaman niye istiyorsun? Oraya yürüyerek gelmiş vatandaş, nereye, nasıl gidip çektirsin? Bence basının bu gibi konulara çok daha fazla eğilmesi gerekiyor. İşin içine tam girmeden bir başlıkla gazete sattırmaya çalışıyoruz. Hasta olduğum için evde oturup televizyonlara bakıyorum, sabahın köründen itibaren kadınlar göbek atıyor. Yeni kitap var mı? Doğru, bütün bunlar Amerika'dan geldi ama bizde biraz abartıldı, çığırından çıktı. Amerika'da bile bu kadar değildir. Eğitim, sağlık vs. dururken böyle reyting alıcı ucuz işlerle uğraşıyoruz. Bütün bunlar Amerika'dan gelmedi mi bize? Muhabirlik... Hâlâ muhabirlik... Keşke şu anda muhabir olabilsem. Gazetecilik, programcılık, yazarlık, yönetmenlik, yöneticilik... En heyecan vericisi hangisi? "Kızımın bir bakışı bin ilaçtan daha yararlı" 15 yıldır evliydik. Çocuk fikri hep vardı ama TV programıydı, filmdi, kitaptı diye erteledik. TV8'den ayrıldıktan sonra artık engel kalmamıştı önümüzde... İyi ki de oldu. Dünyanın en güzel şeyi evlat... O bebeğin yüzünüze gülümsemesi, doktorun vereceği bin ilaçtan daha yararlı. 7,5 aylık bir kızınız var. 50'sinde baba olmak nasıl bir his? Hiç yoktu. Ama şimdi "İyi ki Pelin Su var hayatımda" diyorum. Benim rotamı o çiziyor artık. Çok büyük destek oluyor. Sadece o boncuk gözlerle bakması bile yetiyor. Hiç hastalık emaresi yoktu değil mi çocuk fikri oluştuğunda? Bundan sonrası babalık... Kalan tüm hayatım, geriye ne kaldıysa artık, Pelin'e ait... Bundan sonrası için nasıl bir yol haritası var aklında? Çok hayallerim var ama önce bu hayatta kalabilmem lazım. Kanseri hallettikten sonra, onun için en iyisi neyse onu yapmak istiyorum. Ne gibi hayallerin var kızınla ilgili?