PazarMarifetli Marcus gene başardı

Marifetli Marcus gene başardı

01.07.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Marifetli Marcus gene başardı

Marifetli Marcus gene başardı

Marifetli Marcus gene başardı

Mr. Jazz

Marifetli Marcus gene başardı
Moralman -uydu mu bilmiyorum,
ama bu kelimeyi hep sevdim- jazz festivaline hazır sayıyorum kendimi. Festivalde neleri izleyeceğim, hepsinin altını mor kalemimle çizdim. Dianne Reeves, Brad Mehldau, Wayne Shorter ve de en mühim şahsiyet olarak Esbjörn Svensson’un üçlüsünü alakayla dinleyeceğim. Fikrimi sorduklarında en büyük eksiklik olarak Marcus Miller’i göstermiştim. "Onsuz festival olmaz" demiştim, ama beni dinlemediler.
Ben de şimdi Marcus Miller dinliyorum.
Bu yüzden, "moralman" hazırım festivale.
Ben bu Miller’i ilk 1981’de Kopenhag’da dinlediğimde, kendime gelmem için bir iki gün geçmesi gerekmişti. O sırada ekipte Al Foster, John Scofield ve Bill Evans (saksofoncu olanı) vardı. Miles Davis’in meşhur "comeback" turnesinde adı sanı uzak olmasa da
"durup dururken neden Miles bunu seçti" dedirten bir şahsiyetti.
Onca yıl sonra, iki festival önce miydi neydi, İstanbul’daki bir geceyarısı "jam session"ında, dört saatten fazla bas çaldı, sahneye
gelenlere "acemidir" diye burun kıvırmadan tevazu ile eşlik etti.
Sonradan anlaşıldı ki, o olmasaymış, Miles’ın "geri dönüşü" de biraz manasız kaçacakmış. Adam sihirbaz çıktı çünkü. "Tutu"yu her dinleyişinizde tüyleriniz ürperiyorsa hâlâ, onun yüzündendir (ürpermiyorsa da doktora görünün, derim).
Naçizane fikrim şudur: Miles’ın dünyadan göçmesinden bu yana geçen 10 yıllık sürede -ki yakında bunu anma fırsatını bulacağız- enteresanlık adına müzik camiasında ne olduysa, hemen hemen tümü bu adamın etrafında olmuştur.
Diyeceğim odur ki, müzik habire birtakım yenilikleri yaratmak meselesi ise eğer -benim için öyle - Miller en büyük umudumuz.
"Ne yapıyor acaba?" derken, geçen hafta yeni albümü "M2" elime geçiverince, ne yapacağımı şaşırdım sevinçten. Herkesin albümünü böyle çocuksu bir heyecanla beklemezsiniz. Ama bu başka. Çünkü, Miller’in her heyecanı, her albümüne teke tek yansır.
"M2", tam manasıyla bir bas albümü olmuş. Miller, burada bütün maharetini ortaya dökerken, hem kendisini şekillendiren Jaco Pastorius, Anthony Jackson, Mark Egan, Will Lee ve Stanley Clarke’a şapka çıkarmakla kalmıyor sadece. Birbirine bağımlı gibi görünen parçalarda, bazı ustalara da selam gönderiyor.
Her zamanki gibi, tuvalin üzerine bas klarnetiyle koyu gölgeler düşürürken, çok dikkatli seçtiği davulculara en ön saflarda rol veriyor. Bu albümde son Aydın Esen yapıtı "Livingöde de dinlediğimiz büyük stüdyo müzisyeni Vinnie Colaiuta ile Lenny White "eş davulcu" olarak duruma hakim olmuşlar.
"M2öde bas gitarın ne gibi mucizeler yarattığını izlerken, Miller’in asli görevini sürdürdüğünü de görmekteyiz: 2001’den içeri doğru yürürken, müziğin (siyah müziğin) yeniden tarifini yapmaya çalışıyor. Farklı anlatmayı deniyor. Bunun için yanına kalabalık bir cemaat toplamış: Wayne Shorter, Kenny Garrett, Herbie Hancock, Djavan, Branford Marsalis, Hiram Bullock, Mino Cinelu, Chaka Khan, Fred Wesley gibi.
Pop ile ilişkisini sağlam kurmuş: Talking Heads’in meşhur "Burning Down The House" parçasını elektro bası için ideal bulduğu, kusursuz yorumundan belli. Chaka Khan’a sesiyle yorumlattığı "Amazing Grace" hadisesi göz yaşartıcı. Bir zamanların ünlü albümü "Spectrumödan çekip çıkardığı Billy Cobham bestesi "Red Baron", Miller’in ne kadar müthiş bir aranjör olduğunun kesin kanıtı. En hoş sadalar olarak Coltrane’in "Lonnie’s Lament"i ile Mingus’un "Goodbye Pork Pie Hat"ini de eklemeliyim.
Son bir haftadır devamlı bu albümü dinliyorum. Yazı getirdiğim yetmemişti, şimdi jazz’ı da getirdim. Moralman iyiyim.




PAZAR