Pazar"Meyhane, sen güzelsin..."

"Meyhane, sen güzelsin..."

09.03.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Meyhane, sen güzelsin..."

Meyhane, sen güzelsin...



Şiirlerden bildiğimiz "meyhane" denilen yer ile tanışmam, lisede oldu. 15 yaşında rakıyla başlayacak değiliz ya... Kolej’den Bebek’e kaçar, Vefalının dükkanından likör alır, yine okula çıkıp "keşhane"de ağaç altında kafayı çekerdik.
Bir yıl sürdü bu. Likörden tiksinmemle sonuçlandı. Gözde içkimiz Marmara şarabı oluverdi.
O arada Küçük Bebek’teki Nazmi’yi keşfettik. Öğleden sonra çay bahçesi olarak kullanılırdı. Fiyatlar haftada bir kere kaldırabileceğimiz düzeydeydi. Votka-limon, salata, patates kızartma, balık... 4 lira civarı.
Biraz ötede Güneş vardı. Oradan 10 liraya çıkabiliyorduk. Kırk yılda bir, cebimiz para görmüşse, Güneş’e giderdik.
Beyoğlu’na çıktığımız bir hafta sonunda Diamandi’yi keşfettik. Keyfe bak! Şarap, balık, pilaki, patates kızartması 160 kuruş! Bir süre Diamandi müşterisi olduk. Aramızda Diamandi’li şiirler yazanlar bile çıktı.
Bu arada Çiçek Pasajı’nda, fıçılar üstünde votkalı Arjantinlerin tadını çıkardık.
Üniversitede, artık edebiyat dünyasının içine ufak ufak sızdığımız yıllarda gittiğimiz meyhaneler değişti. Degüstasyon’da, Boem’de, Bacı’da kafa çektik.
Ama Lefter’in yeri ayrıydı. A Dergisi’ni çıkarırken, Onat, Kemal, Adnan, Ferit, Doğan sık sık Lefter’e giderdik. Bazen paramız olmazdı, Saraçhane’de çayla nefis körletirdik. Zaman zaman Yılmaz düşerdi kahveye. O sıralar henüz Güney olmamıştı. Öyküler yazıyordu. "Haydi", derdi, "bir yerden para buldum. İçkiler benden."
Doğru Beyoğlu... Lefter... Yılmaz’ın ilk kadehten sonra elini cebine atacağını, yeni bitirdiği öyküyü çıkarıp okuyacağını bilirdik.
Şarkılar söylenir, kavgalar edilir, barışılır, öpüşülür, yeni tasarılar yapılırdı.
Bir dönemdi benim için. Şairlerin meyhaneye gidebileceğini ama meyhaneye gitmekle şair olunamayacağını anlamam uzun sürmedi. Ondan sonra da meyhanenin yolunu kırk yılda bir tutar oldum.
***
Hatay Meyhanesi’nin adını Cemal’den (Süreya) duymuştum. Hatay, Kadıköy’deydi. Behzat Ay, Atilla Tokatlı, Selahattin Hilav neredeyse her gün oraya giderlermiş. Zaman zaman Dağlarca üstadla Cevat Dereli de boy gösterirmiş. Cemal, Hatay’ın sahibi Mehmet Ali Işık’a bir defter açtırmış. Gelen sanatçılar bu deftere bir şeyler yazıp çiziyorlarmış.
Hatay’a hiç gitmedim. Ama Bostancı’ya taşındığını, defterlerin sayısının arttığını, meyhanenin sanatçılar arasında (haydi, o kelimeyi kullanayım) "in" olduğunu duydum.
O defterlerden bir seçme yayımlandı geçenlerde: "Hatay Meyhanesi Defterleri" (Hazırlayan: Ümit Bayazoğlu, Yapı Kredi Yayınları).
13 defterden derlenen yazıların, şiirlerin, çizgilerin altında kimlerin imzaları yoktu ki... Başta Cemal Süreya... Burhan Uygur, Muzaffer Buyrukçu, Feyyaz Kayacan, Nevhiz, Refik Durbaş, Mehmet Kemal, Arif Damar, Fethi Naci, Vedat Günyol, Adnan Özyalçıner, Süreyya Berfe...
Hatay’ı en güzel anlatan Cemal olmuş. 1986 Nisan’ında şunları yazmış deftere:
"Bir kahveydi aynı zamanda: Çay içmek için de gidebilirdin.
Kıraathane: Birçok yazımı orada yazdım.
Posta kutusu: Mektuplar oraya gelirdi.
Emanetçi: Bavulunu on gün bırak.
İşyeri: Çok kişinin adresi.
Son beş yıl içinde hemen her cuma gittim Hatay’a. Bazen de haftada iki üç kez. Kendi ayinini kurmuş bir meyhane... Eski bakanla yeni üniversite öğrencisi aynı masada otururdu. (...) Benim için dostlukların kaynaştığı bir dönemin adı olarak kalacak Hatay."
Kitabın bir edebiyat kitabı olduğu, bir sanat değeri taşıdığı elbette söylenemez. Belki "bir meyhanenin hatıra defteri" olarak nitelenebilir. Edebiyat arayanların değil, edebiyatçıları başka yanlarıyla da tanımak isteyeceklerin sevebilecekleri bir yapıt.
Hele başkalarının hatıra defterlerine gizlice göz atmaktan haz duyanlar, bu kitaptan ayrı bir keyif alacaklardır.