20.01.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞA
Sevgili Nebahat Çehre’yi 1980’lerin ikinci yarısında tanıdım. Milliyet için eski güzellik kraliçeleriyle bir söyleşi dizisi hazırlıyordum. Nebahat, Etiler’de, Ulus’ta oturuyordu o zaman. Hayli karlı bir kış günü öğleden sonra gitmiştik. Zarif, çekingen, ölçüsünü hep koruyan Nebahat Çehre, söyleşiden sonra bize bir akşam içkisi ikram etti. Ulus’tan ayrıldığımızda saat akşam sekizi geçmişti.
O günü unutamam. Sevgili Yalçın Çınar çok güzel fotoğraflarımızı çekmişti. Çıktığımızda, Yalçın; “İşte bu, sanatın inceliği” demişti, Nebahat’in sevgi dolu yakınlığı için... Konukseverliğinin yanı sıra, söyleşide de çok etkileyiciydi Nebahat. Sinemadan, sahneden neden uzaklaştığını anlatmıştı. Gözlemleri, tespitleri önemliydi. Öylesine güzel, ağırbaşlı, sanatına duyarlı bir aktrisin kendini geriye çekmiş olması beni üzmüştü. Birkaç yıl geçti; Kanal 6 için “Yedikuleli Mihriban” dizisini yazmaya koyuldum. Mihriban rolünü Nebahat’e teklif ettik. Eski Taksim Sanatevi’nde bir akşam, Liza Tuna da bizimle. Nebahat epey tereddüt etti. Oyunculuğa geri dönmek konusunda kararsızdı. Sonunda kandırabildik...
İyi ki kandırmışız. Beyazcam yalnızca çok iyi bir oyuncuyla buluşmadı, aynı zamanda düzeyli, özenli bir sanatçıyla da buluştu. Üstelik, vefalı arkadaşım, her yeni yapımda beni anıyor, “Selim’in teklifiyle döndüm” diyordu. Tabii, gururum okşanıyordu.
İşte yıllar sonra, tıpkı eski günlerimizdeki gibi, Nebahat Çehre’yle Park Fora’da buluşuyoruz. Yine karlarla örtülü bir gün. Geçen yıllara meydan okumuş Nebahat Çehre, yine çok şık. Birden, “Yedikuleli Mihriban”daki bir tartışmamızı hatırlıyorum: İkide birde “Bu rol için çok şıksın” derdim Nebahat’e. Sonunda yılmış, semt pazarına gitmiş, bir-iki etek, bluz almıştı. Onları giydi, fakat bir şey değişmedi; yine Dior kreasyonu giymişçesine alımlıydı...
Bir aktirist bu kadar hoş, alımlı, şık ve yine bu kadar incelikli, iyi kalpli, alçakgönüllüyse adı, hiç şüphesiz Nebahat Çehre’dir!
Selim İleri: Yeni bir dizi var mı planlarında?
Nebahat Çehre: Var, Burak Özçivit
ve ben projeye ilk imza atanlarız. Diğer arkadaşlar henüz belli değil. Çekimlere de planlanandan daha geç başlanacak sanırım. Bu sene diziler biraz...
Selim İ.: Eski havası yok, değil mi?
Nebahat Ç.: Bilemiyorum. Hepsinde çok büyük emek var. Ona rağmen kaldırılıyorlar. Bu, hepimizin başına gelebilecek bir şey. Biz de şimdi bu proje için “Eğer daha iyi olacaksa bekleyelim, seneye çekelim” dedik. Öbür türlü ekonomik açıdan çok büyük bir kayıp oluyor. Bir aksilik olmaz da çekilirse o projede kahin bir kadını oynayacağım, bilge tarafı olan, elini uzatıp şifa veren... Bu proje için çalışanlar çok inanıyor bu işe. Onları öyle görünce ben de “Bu kez teslimiyetçi olacağım” dedim. Yapımcı Timur (Savcı) da çok ciddi çalışan biri çünkü, tanıştın mı bilmiyorum.
Selim İ.: Hayır, son yıllarda o kadar dışında kaldım ki bu çevrenin...
Nebahat Ç.: Aslında seviyordun bu ortamı. Artık kitapların var daha çok...
Selim İ.: Yoruldum, yaşlandım Nebahat. Eve kapanmak daha tercih edilir bir şey oldu benim için.
Nebahat Ç.: Yok canım, gayet iyisin. Maşallah’ın var...
“O kıyafetlerle, o dekorun içinde ister istemez bir Valide Sultan oluyorsun”
Selim İ.: “Muhteşem Yüzyıl”la ilgili gündeme gelen konuşmalar hakkında bir yorumun oldu geçenlerde. Dedin ki; “Bu bir ticari dizi, biz bunu yaptık. Başkaları da kendi bildikleri gibi yapsınlar, tutarsa bizimkini çürütmüş olurlar.” O yorumunu çok önemsedim.
Nebahat Ç.: Ciddi bir konuşma arasına diziye bir takım eleştiriler yöneltilmesi herhalde gündemi değiştirmek içindi. Söylenenler
bana onu düşündürdü.
Selim İ.: Ben başta dizideki tarihi yanlışları çok eleştirmiştim ama sonra dikkatle izlediğim bir dizi oldu. Bir defa yapılan iş çok düzgün. Dramatik yapısı, müziği, oyunculuklar... Hepsi çok başarılı.
Nebahat Ç.: Herkes işini en başından beri çok ciddiye aldı çünkü.
Selim İ.: Bodrum’da karşılaştığımızda daha dizi başlamamıştı, deniz kıyısında elinde Kanuni kitapları vardı... Karşılığını da aldın herhalde değil mi? Ben çok değerli bir tarihçi olan Halil İnalcık’ın övgüsünü hatılıyorum; “Bir tek Osmanlı sultanı var o dizide, o da Nebahat Çehre” demişti. Çok okudun, araştırdın, ben şahidim. Oynarken ne hissediyordun,
onu merak ediyorum.
Nebahat Ç.: Dizi yaşamadığım bir dönemde geçtiği için başta endişeliydim ama sonra akışına bıraktım çünkü ben role çok fazla çalıştığım zaman olmuyor. Zihinde kalan tarihi resimler de etkilemiştir belki ama daha çok “Böyle bir evladın, böyle bir annesi var, duruşu nasıldır acaba?” diye düşünerek oynadım. Bir de tabii inanılmaz bir dekor yapıldı. Kostümler çok başarılı. O kıyafetlerle,
o dekorun içinde ister istemez bir Valide Sultan oluyorsun.
Selim İ.: Genel olarak çok olumlu yorumlar alıyorsun değil mi?
Nebahat Ç.: Çok... O kadar sevilecek rollerde de oynamıyorum aslında ama galiba rolün içine zarafet koymayı becerebiliyorum. Gençlerin beni sevmesi çok ayakta tutuyor beni. “Aşk-ı Memnu”da oynarken genç bir çift, dokuz yaşındaki çocuklarını getirdi, “Size âşık...” diye. Eğildim, “Dizide senin yaşında, çok şeker çocuklar var. Sen niye bana hayransın?” diye sordum, “Dizinin en akıllısı sizsiniz de ondan” dedi, bugünün çocuklarını görüyor musun?
Selim İ.: Yurt dışında da ilgi gördü...
Nebahat Ç.: Sorma... Geçenlerde Paris’teydim. O kadar büyük bir ilgi var ki, kendimi Hollywood artisti falan zannettim. Bu, diğer oyuncu arkadaşlar için de geçerli. Tabii, “Aşk-ı Memnu”nun etkisi de var bunda... Dubai’de beni tanıdığını söyleyen bir arkadaşımı neredeyse kalkıp öpeceklermiş... Dizi saatinde kimseye randevu verilmediği anlatılıyor. İnanılmaz...
Selim İ.: Nebahat hatırlar mısın, yıllar önce, Taksim Sanat Evi’nde seni kandırmaya çalışmıştık bir oyun için...
Nebahat Ç.: Ne iyi yapmışsın...
Selim İ.: Pişman olmadın değil mi?
Nebahat Ç.: Selim, tam zamanında çevirdin sen beni bu işe, bana çok doğru kararlar verdirdin, çok mutlu ettin...
Selim İ.: O günkü Nebahat ile bugünkü arasında nasıl bir fark görüyorsun?
Nebahat Ç.: Çok fark var. Hem oyunculuk hem de yaptığım işe sarılma, gerektiğinde seçici davranma anlamında... Ama hep aynı kalan bir şey de var, disiplinim. Kimseyi beş dakika bile bekletmemişimdir sette.
Selim İ.: Bu galiba yaradılışındaki efendilikten geliyor.
Nebahat Ç.: Bizde oyunculuk ayağı yere basmayan bir iş gibi gözükür.
Oysa çok ciddi bir mesuliyet gerektirir.
O konsantrasyon, o set arkadaşlığı çok önemlidir. Seti bekletmek demek aslında yüz kişinin hakkına girmek demek... Buna rağmen bir saat geç gelen arkadaşlar oluyor. Ama onlar da daha genç, hayatlarını yaşamak istiyorlar belki...
Selim İ.: Sizler onların yaşındayken istemiyor muydunuz?
Nebahat Ç.: İstiyorduk tabii. Seti bekletmek falan yoktu belki ama gençliğin verdiği o ateş vardı.
Selim İ.: Çalışmaktan o ateşi yaşamaya zaman kalıyor muydu?
Nebahat Ç.: Kalmıyordu. Yılda 16 film, düşünsene... Çok çalışıp çok para kazanmak istiyorduk. Bir de o zamanlar ne kadar çok film yaparsan o kadar aranırsın gibi bir şey vardı insanların kafasında.
“Ben kendimi her şeyden konuşacak kadar bilgili, yeterli bulmuyorum”
Selim İ.: Herhalde 20 sene falan oldu, Ulus’taki evine gelmiştik, foto-muhabiri arkadaşımız Yalçın (Çınar) ile birlikte, “Yaşayan Kraliçeler” adında, Milliyet’te yayımlanacak bir söyleşi dizisi için... Ne kadar güzel bir akşamdı... Şimdi de bu sohbet için bir şey yazmamı istediler, onu yazdım. Seni, en çok sevdiğim akşamların başı olduğu için...
Nebahat Ç.: Çok güzel bir resim vardır bende o geceden kalan...
Selim İ.: O evin renkleri şeftali kabuğu renkleriydi. Sarılar, solgun yeşiller, solgun pembeler... Şimdi nasıl evin?
Nebahat Ç.: Şimdiki ev çok modern, çok soğuk. Yerler gri, az eşya var. Bir parça ısıtmaya çalışıyorum objelerle falan.
Selim İ.: Hep ev süsleme isteği var sende değil mi?
Nebahat Ç.: Eve büyük zaafım var.
Selim İ.: O söyleşiyi yaptığımız sırada da “Bu katı kaça aldınız?” diye sormuştum, “Bu benim bütün ömrümün, emeğimin karşılığı olan bir kat” demiştin. “Alt katı da sayın Evren (Kenan), benimkinin onda biri fiyatına aldı” diye eklemiştin, gazetelere büyük konu olmuştu. Bu gibi şeyler bana hep şunu düşündürmüştür; Nebahat Çehre siyaseti de bilir, sanattan da, felsefeden de anlar ama daima kendini sessizliğin içine çeker. Bu sabrı nasıl gösterebiliyorsun?
Nebahat Ç.: Sabır değil aslında... Mümkün olduğu kadar okumaya, takip etmeye çalışıyorum ama ben kendimi her şeyi konuşacak kadar bilgili bulmuyorum. Geride durmamın nedeni kendimi yeterli bulmamam. Çok isterdim iyi bir eğitim almış olup o saydıklarının içinde olmayı... Mutlaka bir partiye katılırdım mesela...
Selim İ.: Sahi mi?
Nebahat Ç.: Evet, ülkemi ve halkımı çok seviyorum. Onların insanca yaşamaları için yapabileceğim bir şey olsaydı keşke... Bunu düşününce eğitim eksikliğimden dolayı çok üzülürüm.
Selim İ.: Ama sen kendi kendini eğitmişsin. Birçok insan okuyor da ne oluyor? Ben de lise mezunuyum, üniversiteyi bıraktım.
Nebahat Ç.: İki üniversite bitirip de ülkesinin meselesini bilmeyenler de var, haklısın, o da çok fena. Ama dil bilmemek mesela çok üzüyor beni. Arap misafirlerimiz oluyor. Fransızca da konuşuyorlar, İngilizce de... Hemen araya tercüman sokuyoruz. Ama bizim de olanaklarımız öyleydi Selim... İbrahim Tatlıses’in dediği gibi “Oxford vardı da biz mi gitmedik?”
“Acı Hayat beni Nebahat Çehre yaptı ama ben kötü bulurum orada kendimi...”
Selim İ.: Kaç kişiyle konuştum buraya gelirken, herkes; “Gençken de çok güzeldi, orta yaşa gelince daha da güzel oldu” dedi. Bunun sırrı nedir?
Nebahat Ç.: Zamanla neyle neyin yakıştığını öğrendik Selimcim. Makyajı, saçı, duruşu, konuşmayı...
Selim İ.: Çok güzel makyaj yapardın...
Nebahat Ç.: Yeşilçam döneminde kuaförümüz yoktu, peruklarımızı kendimiz takardık. Abuk bir makyajla, kirpikleri çifter çifter takardık. Şimdi yakışanı bulduk.
Selim İ.: İnsanın içinden gelen bir şey bu bence. Bana sorarsan senin içinde vardı. Hep çok güzel ve şık, hep çok başarılıydın. Mesela “Acı Hayat” filminde harikaydın...
Nebahat Ç.: “Acı Hayat” bana Nebahat Çehre’yi getirdi ama ben kötü bulurum orada kendimi...
Selim İ.: Aaa... İftira bu tamamen.
Nebahat Ç.: Yok valla değil. O koşmam falan çok kötüydü. Ama daha
17 yaşındaydım, yeni bir tecrübe...
Bir de çok utangaçtım.
Selim İ.: Senin şansın utangaçlığın... Bir de dönemin imkanlarını düşün. Sonra da şimdiki imkanları düşün...
Nebahat Ç.: Sette yer olmazdı, mahalleden birinin kapısını çalıp rica ederdik, “Sizde giyinebilir miyiz diye?” Öyle bir sefalet çektik.
Selim İ.: Ben de hatırlıyorum, 80’lerin sonunda da bu böyleydi. Kadıköy’de Müjde (Ar) ile “Afife Jale”yi yapıyorduk. Giyinecek yer yok, teyzemlere götürüyordum ben onu.
Nebahat Ç.: Ben hâlâ o alışkanlıkla makyajımı kendim yapıyorum.
Selim İ.: Hiç unutmuyorum erkek pudrası istemiştin bir seferinde, hafiftir diye. “Ben alayım” demişti yapımcı, “Yok, sen bilemezsin şimdi” demiştin...
Nebahat Ç.: Hâlâ her şey çantamda hazırdır. Makyözler de bayılıyorlar beni öyle makyaj yaparken görünce...
Selim İ.: Peki Nebahatçim, geçmişin sineması, bugünün televizyon dünyası... İkisini de yaşadın. Ne gibi farklar var?
Nebahat Ç.: Televizyonun parasal yönü çok kuvvetli. Seyirci kitlesi daha fazla... Sinema ise çok kalıcı... Bana hiç teklif gelmiyor sinemadan biliyor musun?
Selim İ.: Aa?
Nebahat Ç.: Evet, sanki ben sinemacı değilim, sadece bir dizi oyuncusuyum...
Selim İ.: Önce “Aşk-ı Memnu”, sonra da “Muhteşem Yüzyıl”... Bir Nebahat Çehre fırtınası estirdi tabii ama...
Nebahat Ç.: Büyük bir getirisi oldu onların ama sanki beni biraz kalıplaştırdılar. Ben ülkemdeki her kadını oynamak istiyorum ama yapımcılar da “Alternatifiniz yok Nebahat Hanım, bunu siz oynayacaksınız” deyip çıkıyorlar işin içinden. Ben de oyunculuk adına üzülüyorum.
“Kanaryadan utandım, artık önünden çıplak geçmiyorum”
Selim İ.: Çok uzun yıllar önce çıplaklıkla ile ilgili söylediğin, benim de iki ayrı yazımda andığım bir söz var; “Bir Batı kadınının, bir Batı erkeğinin soyunması daha kolay bir şeydir. Zaten hayatlarında bu vardır. Ama ben evde, kendi kendime çıplak kalamayan bir insanım, 20 kişilik bir set ekibinin önünde nasıl soyunurum? Hepimiz eğreti kalıyoruz kamera önünde soyunurken”. Her coğrafyanın kendine mahsus bir yaşam biçimi olduğunu açıklayan çok önemli bir tespit bu.
Nebahat Ç.: Öyle çünkü. Bu, bizim biraz tutucu tarafımız mı bilmiyorum. Bazen annemle film seyrederken birtakım şeyler olduğu zaman hemen kanal atlamaya çalışıyorum.
Selim İ.: Benim için de geçerli o. Bir kanarya hediye etmişlerdi bana. Banyodan çıkınca, kanaryanın önünden çıplak geçiyordum sonra hayvan bana bakıyormuş gibi geldi. Vazgeçtim, banyoya giyinik gidip giyinik dönmeye başladım.
“Meral’in (Okay) kocasına aldığı kaşkolu hâlâ saklarım, çok kıymetlidir”
Nebahat Ç.: Meral’e “Beni nasıl öldüreceksin dizide?” diye sormuştum. Çünkü tarihsel akışta bir yerde ölmesi gerekiyor
Valide Sultan’ın. Çok bile yaşadı, benim sahnelerim bitmesin diye. Aslında Mustafa’nın büyüdüğünü görmemesi gerekiyor. Dedi ki; “Yatağında, mışıl mışıl uyurken...” O da aynen, bana söylediği gibi ölmüş, yatağında mışıl mışıl uyurken... Çok kıymetli bir insandı.
Selim İ.: Çok... Bir gün bir yerde karşılaştık, kocası da var yanında. Kocasının kaşkolunu çok beğendim. Lacivertler,
yeşiller... Hemen boynundan çekip hediye etti.
Hâlâ durur bende. Şimdi tabii çok daha kıymetli benim için.
Selim İleri: “Nebahat’i 80’lerin ortasında, Milliyet için yaptığım bir röportaj vesilesiyle tanıdım. Zarif, çekingen, ölçüsünü hep koruyan Nebahat’i...”
Nebahat Çehre: “Yeşilçam döneminde kuaförümüz yoktu, peruklarımızı kendimiz takardık. Hâlâ makyajımı kendim yaparım”
“Arkadaşlarıma beni kolumdan çekerek bir yerlere götürün diyorum”
Nebahat Ç.: Birazcık asosyal olmaya başladım galiba. Eskiden haftanın dört-beş günü mutlaka arkadaşlarım gelir, dip’ler yapar, krepler hazırlar, Rus börekleri yapar, içkiler alır, şömine, mumlar yakardım. Hâlâ arada yemek yapıyorum ama böyle şeyler yapamıyorum artık. Geçen kendi kendimle hesaplaştım; “Nebahat yaşlılık mı, annene mi çektin, ne oluyor?” diye sordum kendime. Gidip alışveriş yapıyorum mesela...
Selim İ.: Aldıklarını pişirmeden bozuluyor değil mi? Aynen benim de!
Nebahat Ç.: Arkadaşlarıma “Beni dürtün” diyorum şimdi. “Hadi bize bir şey hazırla deyin, kolumdan çekip bir yerlere götürün” diyorum. Benim bundan çıkmam lazım. Ben bu değilim çünkü.
“Nebahatçim, sen doktordan daha zalimsin”
Selim İ.: Bacağımda kıkırdak doku kaybı var. Jimnastik yapıyorum. Bir gün üşenmezsen gel bak,
her gün Medrano Sirki’nde gibi hareketler yapıyorum.
Nebahat Ç.: Nerede yapıyorsun?
Selim İ.: Yatağın üstünde. 15 dakika.
Nebahat Ç.: Sert yatakta yatacaksın biliyorsun değil mi? Yerde yat hatta.
Selim İ.: Nebahat, sen doktordan daha zalimsin.
Nebahat Ç.: Yok, ben anlıyorum seni. “Aşk-ı Memnu”yu çekerken benim de dizim çok fena oldu.
O yüksek topuklularla kaç saat çalışıyoruz. “Protez takacağız” dediler ama egzersizle üstesinden geldim.
“67 yaşındayım, her zaman 18’lik kızlar gibi olamam ki”
Nebahat Ç.: Magazinci arkadaşlara rica ediyorum, habersiz çekmeyin diye ama pek dinlemiyorlar beni. Belli bir yaştan sonra plajda kremlenirken falan biçimsiz bir fotoğraf vermek hoş olmuyor. Halbuki haber verseler, ben biraz derli toplu dururum. 18’lik, 25‘lik dünya güzeli kızlar gibi olamam ki her zaman. 67 yaşında bir kadınım. Elbette bir takım şeyler olacak. Doğaya karşı gelmek mümkün değil. Bir de bu yaz bu konuyla ilgili Hale’yle (Soygazi) polemik yaratmaya çalıştılar ama olmadı tabii ki. Hale “Zayıflar bikini, kilolular mayo giyer” demiş. Ne var bunda? Kaldı ki o
benim arkadaşım. Kalkıp da böyle dedi diye cevap verecek değilim ya... Hale de aradı “Neboş, bu yeni yetmeler bizi kapıştırmaya mı çalışıyor? Bir yemek yiyelim bu vesileyle” dedi. Güldük, geçtik. Ama bazen üzüyorlar insanı.
Her yaz bir beni, bir Gülben’i (Ergen) koyuyorlar. Gencecik, çok şeker bir insan o da, bir de anne... Hassas dönemlerden geçti, basının ona destek olması gerekir aslında...
Selim İ.: Çok iyidir Gülben. Bir anımızı anlatayım. Bir davette yanıma geldi, “Ben sizi çok seviyorum, annem
de öyle. Sizin için bir şarkı söyleyeyim” dedi. O sırada da bir tek şarkısının adını hatırlıyorum, “Onu söyleyin lütfen” dedim. Meğer onu gecenin başında söylemiş. O kadar zeki ve duyarlı ki, müthiş ince bir şey yaptı: “Sizin için bir kere daha söylerim Selim Bey” dedi.
“Ne bunaksın, ben onu söyledim” de diyebilirdi. O kibarlığını, efendiliğini
hiçbir zaman unutmam.
Yeni kitap martta geliyor, adı “Mel’un”
Selim İ.: Neler okuyorsun bugünlerde?
Nebahat Ç.: Senin son kitabını okuyorum şimdi. Yeni kitabın ne zaman çıkacak?
Selim İ.: Mart başında. Bugüne kadar yazdığım kitaplardan çok farklı bir kitap. Siyasi tarafı daha ağır basan, yaşadığımız toprağın
300 yılını nasıl baltaladığımızı dile getirmeye çalıştığım bir kitap oldu.
Nebahat Ç.: Ne kadar zamandır çalışıyorsun?
Selim İ.: Haziran 2010’da başladım. 21 Kasım 2012’de de bitti. Bitirdiğim tarihi çok net hatırlıyorum çünkü yazarken düşman gibi görüyor insan onu ama bitince bir dosttan ayrılmış gibi oluyorsun. Son dostumdan ayrıldığım tarih de o nedenle çok net kafamda.
Nebahat Ç.: Adı ne olacak?
Selim İ.: “Mel’un”.
Nebahat Ç.: Neler izledin en son?
Selim İ.: “Amour”‘u (Aşk) izlerken o kadar ağladım ki... Sinemada insanları rahatsız ettiğimi fark ettim, yarısında çıktım. Biliyorum, sen de çok duyarlısın, evde, tek başına izle. Ben de tamamını evde izleyeceğim.
Nebahat Ç.: Ben ağlayamıyorum ki,
bir yerde tıkanıyor. Çok isterdim arada hıçkıra hıçkıra ağlayıp açılmayı. Bu sene hemen hemen hiçbir filme gitmedim. “Anna Karenina”ya güzel diyorlar. Bu hafta ona gideceğim belki... Neler dinliyorsun, neler okuyorsun?
Selim İ.: Ben hep eski şeyler dinliyorum. Gülden Karaböcek başta olmak üzere... Benim müzik zevkim biraz tuhaf aslında. Opera da dinliyorum, arabesk de... Okuduklarıma gelince, bu aralar Osmanlı tarihi okudum çok çünkü yazdığım kitapta Osmanlı tarihiyle ilgili uzun bir bölüm var. Sen “Muhteşem Yüzyıl”dan başka ne izliyorsun televizyonda?
Nebahat Ç.: “Kayıp Şehir”i çok beğeniyorum son zamanlarda. Bilmiyorum izliyor musun?
Selim İ.: Evet izliyorum, çok başarılılar.
Nebahat Ç.: Orada futbolcuyu oynayan çocuk inanılmaz. Kız da çok iyi oynuyor.
Çok doğal... Hayranlıkla izliyorum.