21.09.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:
İlkokula gittiğim sıralarda haftalık "Şerlok Holmes" fasikülleri yayımlanırdı. Fasiküllerin geleceği gün kitapçı Arif Güzel'in kapısında nöbet tutardım. Fasikülü kaptığım gibi doğru eve. Yolda giderken yarısını zaten okumuş olurdum.Sonraları yine haftalık "Nat Pinkerton" fasikülleri de yayımlanmaya başladı. Onları da alırdım. Galiba adet yerini bulsun diye. Çünkü Amerikalı hafiye, keman çalan pipolu İngiliz dedektifin yanında "solda sıfırdı."Agatha Christie'nin Belçikalı Hercule Poirot'suyla ortaokul sıralarında "Akroyd'un Katli" ve "Mezopotamya Cinayeti"yle tanışacaktım.Suçluları bulma konusunda üç dedektifin yöntemleri ayrıydı. Sherlock Holmes büyüteçle ipuçlarını inceliyor, Nat Pinkerton silahına davranıyor, Hercule Poirot ise beynindeki gri hücrelerin derinliğine gömülüyordu.***Aynı yıllarda "Bizde neden böyle kitaplar yazılmıyor?" diye düşünüyordum. Yanıt gazetelerden geliyordu: "Suç işleme mekanizması" başka türlü çalışıyordu ülkemizde. Her gün olmasa bile günaşırı okuyorduk: Kıskanç koca, karısına sarkıntılık edeni vurdu... Fırından ekmek çalarken yakalandılar... Kahvede kavga çıktı. İki ölü...İnce ayrıntılarla tasarlanıp işlenen suçlara rastlamıyorduk. Belki o tür suçlar işleniyordu da kimsenin haberi bile olmuyordu.Bizdeki "suç manzarası" Batı'dan alıştığımız polisiye öykülerle pek örtüşmüyordu.Bir ara ülkemizde de bu tür kitaplar yazıldı. Kahramanlar yaratıldı. En ünlüleri, sözgelimi Ümit Deniz'in Murat Davman'ı bize yabancı kaldı, acemice bir öykünmeden ileri gidemedi.Peyami Safa'nın Server Bedi imzasıyla yarattığı Cingöz Recai bile yerli malı değildi.***Ahmet Ümit'in yazdığı ilk polisiye öyküleri de bu tür önyargılarla elime almıştım. Okudukça o önyargının yerini önce ilgi, sonra sevgi aldı.Edebiyatın hiçbir dalında koşullandırılmamışız da polisiye öykü / roman dalında koşullandırılmışız meğer. Bizim suç dünyamıza Batılı yazarlar gibi yaklaşmışız hep. Ortaya yapay, tepeden tırnağa öykünme kokan yapıtlar çıkmış. Oysa o dünyaya "yerli" gözle bakınca "bizden" polisiye yapıtlar da yaratılabiliyormuş.Ahmet Ümit'te bunu gördüm. Daha sonra da, yazacaklarını merakla bekledim, kitaplarını hep severek okudum.***Ahmet Ümit, özellikle bir önceki kitabı "Kukla" değerlendirilirken, anlattığı olaylarla öne çıkarıldı. Sanki bir belgeselci olarak ele alındı. Onun "ne" yazdığından söz edildi hep, "nasıl" yazdığına pek değinilmedi.Benim için önce bir edebiyatçıdır Ahmet Ümit.Son kitabını, "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir"i (Doğan Kitap) okurken de bunu gördüm.Kitapta 18 öykü yer alıyor. Öykülerin ortalama uzunlukları 10'ar sayfa. Nice yazarlar var, bu 18 öyküden 18 roman yaratabilirler. Sözgelimi, "Kardeşim Ölüm" öyküsü bir başka yazarın elinde 200 sayfalık bir romana dönüşebilir. Kitaba adını veren öykü güncel malzemeyle iyice şişirilip bir "best-seller" adayı roman olarak sunulabilir.Ama Ahmet Ümit lafı gevelemeyen, uzatmayan, gereksiz ayrıntılardan kaçınan, diyeceğini açık açık diyen bir edebiyatçı."Polisiye" olayları anlatırken "ülkemizin manzarası"nı da çiziyor. Günümüzde insan ilişkilerini, toplumsal sorunları, dengeleri de irdeliyor.Başkomiser Nevzat ile yardımcısı Ali'nin serüvenlerini okurken, toplumumuzdan çeşitli kesimlerin yarattığı (hadi, ben de moda sözcüğü kullanayım) bir "mozayık"la karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.O "mozayığın" renkleri arasında minicik bir taş olarak gizlenen "katil"in kim olduğunu kestirmeye çalışmak da işin bir başka keyifli yanı... Çocukluğumun ilk dedektifi Sherlock Holmes'di. Sinemada tanımıştım onu. Errol Flynn'in düşmanı olduğu için diş bilediğim Basil Rathbone'u bile sevdirmişti bana (Daha sonra nice Sherlock Holmes'ler geçti beyazperdeden ama benim gözümde hiçbiri onun yerini tutmadı).