Pazar “Yazı konuşmuyor, yazar konuşuyoruz”

“Yazı konuşmuyor, yazar konuşuyoruz”

14.04.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

Türkiye’nin “konuk ülke” olduğu Londra Kitap Fuarı bugün başlıyor. Fuarın en dikkat çeken bölümlerinden biri de “Günün Yazarı” etkinliği. Bu etkinliğe Elif Şafak da katılacak. Gün boyu ona odaklanacak fuar. Bu vesileyle bir araya geldik Şafak’la. Fuardan kadın şiddetine, yeni romanından yazar olmaya, sosyal medyadan çözüm sürecine uzanan bol başlıklı bir söyleşi yaptık

“Yazı konuşmuyor, yazar konuşuyoruz”

Londra Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi Türkiye. Bununla ilgili nasıl bir algı var Londra’da? Türkiye’nin konuk ülke olduğu başka fuarlara da katıldım ama bu seferkinin enerjisi başka. Dünyada özel bir ilgi var Türkiye’ye. Çünkü İstanbul’un önemi arttı, gelip gören ve seven Batılılar çoğaldı, Türkiye algısı güçlendi. Sözünü ettiğim ilgi uluslararası arenalardaki gelişmelerden çok bağımsız değil.

Haberin Devamı

Londralılar, kentlerinde bir Türk yazarın yaşadığının ve son iki kitabını orada yazdığının farkında mı?

Edebiyat çevreleri farkında. Her zaman değil ama ara ara etkinliklere, festivallere katılıyorum, radyo söyleşileri oluyor. “İskender” çıktığında gayet olumlu yorumlarla karşılaştım. Basında iyi eleştiri yazıları yayımlandı. Bath şehrinde “festival ana kitabı” seçildi.

Fuara “günün yazarı” olarak davetlisiniz. Davet nereden geldi?

Bu davet, doğrudan Londra Kitap Fuarı’ndan, aylar önce geldi.

Hangi etkinliklere katılacaksınız?

Gün boyu günün yazarı ile etkinlikler düzenliyorlar. Yoğun çünkü üst üste paneller var; kültür, edebiyat, sanat ve siyaset, internet gibi konularda. BBC Televizyonu’nda Mısırlı bir kadın yazarla söyleşim olacak. Yabancı yayıncılarım da orada olacağı için editörlerimle tanışma fırsatı bulacağım. Normalde Norveçli editörle, Bulgar ya da İspanyol editörü aynı anda görmüyoruz, o ilginç bir tecrübe.

Haberin Devamı

Dünyanın dört bir yanından okurlarınız var. Çoğunluk kimde?

İlginç bir şey oldu. Son zamanlarda Hindistanlı, Pakistanlı, Azeri, İranlı, Endonezyalı ve Arap okurlarım arttı. Eskiden bu kadar dikkatimi çekmiyordu. Twitter’da aktif takip ediyorlar. Şimdi bir etkinliğe gittiğimde ya da üniversitede konuşmaya, Türk ve İngilizler’in yanı sıra çok sayıda bu ülkelerden okur oluyor.

“Erkeği soyut bir hapishaneye koyuyoruz”

“İskender” kadına şiddet temasıyla da dikkat çekmişti. Romandan sonra şiddet gören kadınlardan geri dönüşler aldınız mı?

Ben çok ilginç mektuplar ve e-postalar alıyorum okurlarımdan. Üniversitelerden, liselerden, hapishanelerden mektuplar geliyor. Kadınların yanı sıra, eşlerine veya aile üyelerine şiddetten hapse düşmüş erkek mahkumlardan pişmanlık dolu mektuplar aldım. Zaten “İskender”de erkeği kötülemedim. Şunu anlatmak istedim: Erkeklik de üzerimize giydiriliyor zırh gibi. Onu sorgulamalıyız. Bizdeki kadın hareketi hep kadına odaklanır, oysa erkeğe ve erkekliğin inşasına, babalığın
ve kocalığın inşasına bakmamız lazım. Baktığımızda da şunu göreceğiz ki, biz kadınlar ataerkilliğin devamında rol oynuyoruz.

Haberin Devamı

Türkiye kadın cinayetleriyle yeterince yüzleşiyor mu?

Türkiye kadın cinayetleriyle yüzleşmede önemli adımlar attı, atıyor. Ben Fatma Şahin’in çalışmalarını da, çalışkanlığını da takdir ediyorum. Ama bu bir-iki kişinin, bakanlığın veya birkaç kadın örgütünün girişimiyle değişecek bir mesele değil. Zihinsel bir değişimin yaşanması için hepimize düşen o kadar çok görev var ki... Türk basını da bu tür meselelerde bazen önyargılı davranabiliyor.

Nasıl?

Mesela sürekli kadın büyüteç altında tutuluyor, kadının hikayesi anlatılıyor, kadın fotoğrafı kullanılıyor. Onu hayali, soyut bir hapishaneye koyup üzerine de kapıyı kilitliyoruz. Ama onun hikayesi ne? Erkeğin hikayesini anlamadıkça biz kadın cinayetlerini çözemeyeceğiz.

“İstanbul, Ankara ve İzmir üçgeni kırıldı artık”

Aktif bir Twitter kullanıcısısınız. Sosyal medyanın hiç olmadığı bir dönemde de yazarlık yaptınız. Bugünle arasındaki fark nedir bir yazar açısından?

Temkinli bir ilgim var sosyal medyaya. Bir yanıyla olumlu bir özelliği var. Türkiye’de edebiyat ve kültür eskiden İstanbul, Ankara ve İzmir üçgenindeydi.
O kırıldı artık. Bu çok kıymetli. Trabzon’daki okur da yazarla Twitter üzerinden söyleşiyor. Bir de benim tweet’lerim hem İngilizce hem Türkçe. İngiliz yazarlar da takip ediyor. Bazen Adana’daki bir okur, İskoçya’daki bir yazara cevap yazıyor. Bunlar hoşuma gidiyor.

Haberin Devamı

Olumsuz yanı nedir?

Bilgiyi ucuzlaştırdı; yüzeysel enformasyon ile “idrak” aynı şey değil.
Bir de nefret söylemini kolaylaştırdı. Bunlara dikkat etmek gerekiyor, internet öyle başıboş bir alan olmamalı. Teknoloji önden gidiyor, hukuk geriden geliyor. Bütün dünyanın tartıştığı konular bunlar ama bizim de daha dikkatli ele almamız gerekecek.

Bu yıl iki farklı ödüle adaydınız: Man Asian ve Women Prize. Uzun süredir dünya yazarları içindesiniz. Bu ne gibi değişiklikler katıyor yazarın hayatına?

Ödüller güzel, insanı heyecanlandırıyor tabii ki. Ama romanları yazan yanım çekingen, yağmurlu hava seven, içine kapanık, düşünceli bir tip. O ilgilenmiyor dış dünyayla. Yazarlığın Türkiye’de daha kamusal bir yüzü var. İngiltere’den farklı olan bu. Mesela İngiliz yazarlara İngiltere’de çok politik sorular sorulmuyor, kamusal bir rol oynamaları beklenmiyor. Fransa’daki gibi bir “entelektüel” algısı yok orada. Biz bu açıdan daha farklıyız. Hep yazarlarımıza odaklanıyoruz. Ya çok seviyoruz yazarları ya da tepki duyuyoruz. Yazı konuşmuyor, yazar konuşuyoruz.

Haberin Devamı

Niye böyle?

Bizde şahıslara çok odaklanıldığını düşünüyorum. Fikirlerden ziyade şahıslara, sanatın kendisinden ziyade sanatçıya, edebiyatın kendisinden çok edebiyatçıya, bu hep yaptığımız bir şey. Bunu sağlıksız buluyorum ama öte yandan bizdeki duygusal okur da bir yanıyla yazar için inanılmaz onur verici, duygulandırıcı, bambaşka bir boyut getiriyor. Çünkü ben mesela imza günlerinde bakıyorum, ailecek gelmişler imza almaya. Aynı kitabı dört kişi okumuş. Ya da bilezik örmüş benim için...

Size odaklanıldığı süreçlerde epey hırpalandınız. Hâlâ da sürüyor sanki... Nasıl koruyorsunuz kendinizi?

İki şeyi öğrendim zamanla. Kitap okumayı deli gibi sevmeyen insan yazar olmamalı, bir. Didiklenmeyi göze alamayan insan yazar olmamalı, iki. Bu ülkede şairler, yazarlar ne zaman didiklenmedi ki?

“Sıradan insanlara kıymet veren bir roman yazıyorum”

En son konuştuğumuzda beklenmedik bir usta-çırak ilişkisi anlatıyorum demiştiniz. Bir değişiklik oldu mu?

Hayır olmadı. Aynen devam.

Nasıl bir kitap bekliyor bizi?

Şaşırtıcı bir roman olacak, çünkü beni şaşırtıyor yazarken. Şimdiye kadar yazdıklarımdan çok farklı, daha kapsamlı. Tarihimizin çok iyi bildiğimiz bir dönemini hiç bilmediğimiz insanların gözünden anlatıyorum. Sadece sultanlara, vezirlere değil, “sıradan insanlara” kıymet veren bir hikaye geliyor.

Bu Türkiye tarihi mi yoksa Osmanlı tarihi mi?

Osmanlı’da geçen bir hikaye. İşin içinde hem sanat tarihi var hem siyasi tarih. Böyle birçok konunun kesişim kümesinde çıkacak bir hikaye.

Bir de hayvanlar var değil mi?

Hayvanlar da var, evet! Bir de aşk var. Ama karşılıksız bir aşk.

“Aşk”tan sonra yeniden aşkla ilgili bir şey yazmak zor mu?

Benim için her kitabımın yeri özel ama bir kez yazdıktan sonra orada değilim artık, ruhen ve zihnen bir başka hikayeye göç etmişim demektir.

“Oğullar üzerinden kavga ettik, analar üzerinden birleştik”

Çözüm sürecini genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben çözüm sürecini önemsiyor, destekliyorum. Eleştirdiğimiz şeyler olabilir, içimize sinmeyen yanları olabilir, onlar da konuşulmalı. Ama işin özü çok önemli. Barışa ihtiyacımız var. Barışın kaybedeni olmaz. Savaşın da kazananı olmaz. Kaç ailenin hayatı karardı. Öyle bir noktaya geldi ki bence birçok insan artık yeter diyor. Bundan sonra önemli olan, özgürlükçü, demokratik, olgun, çoksesliliği kavrayan bir anayasa yapabilmek. Yani barışı düşünürken her kimliğin, her türlü farklı rengin rahat edebileceği bir anayasa ve bir üst kimlik düşünmek lazım. Sadece Türklerle Kürtler arasında değil. Buna Ermeniler dahil, Yahudiler dahil, Zazalar, Aleviler dahil. Eşitlik, barış ve demokrasi herkes için olmalı.

Akil insanlar komisyonunu nasıl buldunuz?

Ben olumsuz bakmıyorum. Tartışılıyor, doğru insanlar mı diye.
Kim seçilirse seçilsin gene tartışılacaktı. Önemli olan barış sürecine katkıda bulunulması. Tek eleştirim, akil insanlar listesindeki kadın sayısı. Ben daha fazla kadın görmek isterdim çünkü bu sürecin yumuşamasında Kürt kadınlarının ve Türk kadınlarının gerçekten çok büyük rolü oldu. En azından “analar ağlamasın” söyleminin. Yakalayabildiğimiz tek ortak zemin analık oldu. Oğullar üzerinden kavga ettik, analar üzerinden birleştik.

Peki akil insanlar komisyonunun işlevsel olacağını düşünüyor musunuz?

Bir işlevi olacağını düşünüyorum evet ama salt bununla olabilecek bir şey değil. Farklı fikirlerin muhakkak bu süreç içine dahil edilmesi gerek. Milliyetçiler, Kemalistler, Alevi federasyonları, liberaller, muhafazakarlar... Sivil toplumun içinde bir konsensüs ve vicdan birliği olmalı ki barış hiç bozulmasın.

“Çocuklarım dalga geçiyorlar benimle, ‘ne bu ya, hep kitap okuyorsun’ diye”

Londra’da yaşıyorsunuz. Çocuklar alıştı mı oraya?

Alıştılar. Bir yandan tuhaf bir anne- babaya sahip olduklarını düşünüyorlar.

Başka ülkelerde yaşayan...

Ama sadece biz değiliz. Dünyada bunu yapan giderek daha fazla sayıda insan var. Onu da görüyorlar. Bazen çocuklar çok daha açık fikirli oluyor zaten büyüklerden.

“Annelik bir günde öğrenilmiyor”

Annelerinin yazar olmasına alıştılar mı?

Alıştılar, dalga geçiyorlar benimle, “Ne bu ya hep kitap okuyorsun” diye. Kolay değil çocuklar için çünkü baba ofise gittiği zaman onun ofise gittiğini kabul etmek daha kolay. Evin içinde olan bir annenin neden “ulaşılamaz” olduğunu anlamak ise kolay değil. Çat kapı gelip bir şey sormak istiyorlar ya da oyun oynamamı bekliyor. Halbuki ben yazarken bu âlemde değilim.

Bu durumda kitaplara karşı bir öfke duyup uzaklaştıkları oldu mu?

Öfke duydukları olmadı, yok. Kitapları seviyorlar, benim kitap tutkuma bazen kızsalar bile.

Alıştınız mı anneliğe?

Elbette alıştım. Annelik bir günde öğrenilmiyor, bir süreç. Bence babalık da öyle. Ama her gün daha çok, daha iyi öğreniyor insan. Anne-babalar kendi çocuklarının öğrencisi aslında. Tıpkı iyi ve komplekssiz öğretmenlerin aslında öğrencilerinden öğrendiği gibi.

Nasıl geçiyor bir gününüz orada?

Romancıların hayatları sıkıcıdır çünkü Allah’ın her günü aynı şekilde üretemesek bile sürekli kafamız yazdığımız hikayede. Onunla beraber bunalıma giriyoruz, bunalımdan çıkıyoruz. O kadar tek kişilik bir dünya ki o. Asosyal, anormal, takıntılı varlıklarız. Kendimizi “minik Tanrılar” zanneden... Ama güzel bir yanımız da var; kelama, kelimelere ve hayal gücüne olan bu aşk ve muhabbet.