24.11.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
Burcu Karakaş - bkarakas@mililyet.com.tr
Bazı insanlar mesken tuttukları şehrin kaderi ile paralel hayatlar yaşarlar. Bu bir tercih değildir. Aksine şehir, insanı nefes alır gibi kendine çeker. Bilenler için, Diyarbakır da o şehirlerin başında gelen yerlerden; Yılmaz Odabaşı ise deyim yerindeyse, Diyarbakır’ın “kader mahkumları”ndan biridir. Uzun bir aradan sonra İletişim Yayınları’ndan çıkan “Hoşça kal Diyarbakır” adlı kitabıyla yeniden okurlarıyla buluşan Odabaşı ile, Diyarbakır’la kurduğu bağı, yeni kitabını ve geride bıraktıklarını konuştuk.
Yeni kitabınızın yayımlanmasından sonra çok kısa bir süre içinde yoğun ilgi görmesini nasıl karşıladınız?
“Hoşça kal Diyarbakır”, İstanbul Kitap Fuarı’ndaki ilk dağıtım dışında,
11 Kasım’da dağıtıma verildi. 18’inde ilk basımı tükendi. Şaşırmadım bir haftada tükenmesine. Dokuz yıl önce yayımlanan “Şarkısı Beyaz” adlı ilk romanım da böyle bir ilgiye mazhar olmuştu. Bir de yıllarca yazmaya ara vermiş olmam var. Ayrıca yazarken de konuşurken de samimiyim ben. Okur da bunu biliyor ve ayırt ediyor.
Günümüz yazarlarında bir samimiyet yoksunluğu olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii bir samimiyetsizlik var. Yazmayı marjinalliğin ipotek alanı gibi algılayan, dar alanda kısa paslaşmalar sürdüren lobiler var. Beyaz Türk lobisi, siyasal İslamcıların lobileri oldukça güçlü. Ne kadar başarılı olursanız, kendi lobileri dışındakilere adeta söz birliği etmiş bir kayıtsızlığı yeğliyorlar. Bir de büyük bir sevgisizlik var. Yazı adamları birbirlerini sevmiyor, birbirlerini okumuyorlar da.
Kitaptaki ilginç anekdotlardan biri, “Bağlar Semti” başlıklı bölümde anlattığınız Bulgar göçmenler. Bu göçmenlerin, “asimilasyon amaçlı” Bağlar’a gönderilmişken, çoğunun Kürtçe öğrenerek kendilerinin asimile olduğundan bahsediyorsunuz.
Biz ailece Bağlar’a geldiğimizde, onların kiremit çatılı, boyalı, bizim evlerimizden hayli farklı konutları oradaydı zaten. Kürtlerle kaynaşmaları biraz zaman aldı. Bağlar sakinleriyle asıl iletişimleri, namaz saatlerinde aynı camilerde buluşmakla başladı. Biz de ergenlik yıllarımızda onların temiz giyimli, sarı saçlı kızlarıyla ilgiliydik daha çok. Bize çok farklı görünüyorlardı. Birkaç yıl onlarla iç içe yaşadık fakat birçoğu daha sonra Bağlar’dan göç etti.
“Ahmed Arif devasa, aşılamaz bir barikattı”
Kitapta, 1990’lı yıllarda Diyarbakır Kültür ve Sanat Festivali’ne çağırdığınız Ahmed Arif’in, davetinizi geri çevirdiğinde duyduğunuz üzüntüden de bahsediyorsunuz. Yılmaz Odabaşı’nın hayatında Arif’in yeri nedir?
Ahmed Arif benim ustamdır, hocamdır. Benim için değil sadece, şiiriyle, duruşuyla okurları için de Diyarbakır Kalesi kadar heybetli ve vakur bir satır başıdır şiirimizde. Onunla ideolojik kaygılarda, estetik tercihlerde çoğu zaman aynı kavşakta buluştuğum duygusu hiç peşimi bırakmadı. Diyarbakır’da 70’lerin sonunda şiir yazmaya yönelen benim gibi biri için o çok devasa, aşılamaz bir barikattı. Asla ondan daha iyi bir şiir yazdığımı, yazabildiğimi düşünmedim bu yüzden fakat “daha yeni” bir şiir yazmaya çalıştığımı söyleyebilirim sadece.
Ankara’da bir panelde, Kürtlere yönelik hak ihlallerinden söz açmanız nedeniyle, dönemin Mülkiyeliler Birliği Başkanı Prof. Alparslan Işıklı ile bir tartışma yaşamışsınız.
Kitapta da belirttiğiniz gibi aydın sorumluluğu konusunda oldukça hassassınız. Işıklı ile yaşadığınız olayın akabinde, hayal kırıklığına uğramış mıydınız?
Hayır, bir düş kırıklığı yaşamadım. Işıklı’nın Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olduğunu da daha sonraları öğrenmiştim. O dönem benzer konumda insanların ortak tavrıydı bu. Hep birlikte narsisist bir böbürlenmeyle şovenizmi besliyorlardı. 90’ların sonuna kadar Türkiye’nin birçok yerinde karşılaştığım tutum aynıydı. Daha hazin olan ise bölgeye, Diyarbakır’a döndüğümde halkımın çocuklarının onlar gibi beni dışlayan, yaftalayan bir tutumu yeğlemesiydi. Yani ne ırkçıların istediği gibi biriydim ne de şiddet yanlısıydım. PKK sempatizanı değildim. Böyle olunca dışlanmalar, sıkıntılar, kederler yaşadım.
“Nerede o eski Diyarbakır” sözünü, özellikle son yıllarda çok işitir olduk. Şehrin tarihsel dokusunun bozulduğunu, Diyarbakır’ın eski tadının kalmadığını ima edenlere katılıyor musunuz?
Tarihsel dokudan çok, insan kalitesi yozlaşması var kanımca. Malum kapitalizm girdiği her yerde ilk önce insan unsurunu deforme ediyor. Bir de bölgeden yoğun göç aldı Diyarbakır. Bir anlamda köylü göçü diyebileceğimiz bu göçün yoğunluğu, 90’lardan itibaren şehrin çehresinde
ciddi değişikliklerin ve bir anlamda tahribatın da nedenidir diyebiliriz.
“Dili kadar neyin nasıl yazıldığı da çok önemli”
Eserleriniz hep Türkçe. Kürtçe yazmamış olmak içinizde ukde midir?
Bu konuda çok itham almama rağmen hayır, içimde bir ukde değildir. Ben Türkçe yazan bir Kürdüm. Öncelikle ben kendimi böyle kabul ettim, sonra okurlarım. Kürtçe yazan çok güçlü kalemler de var. Ben Türkçe yazan, Türkçe düşünen, rüyalarını Türkçe gören bir adamım. Türkçe, Nazım Hikmet gibi büyük şairlerin yetişmesine olanak sağlamış önemli, büyük bir dildir. Ayrıca hangi dilde yazıldığı kadar neyin, nasıl yazıldığı da kanımca çok önemlidir. Ahmed Arif de Türkçe yazmıştır.
n Yazmaya Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tutuklu olduğunuz yıllarda başlamışsınız. Cezaevi süreci olmasaydı, yazıyla ilişkiniz daha mı farklı olurdu?
Evet, cezaevinde yazmaya başladığım söylenebilir. Fakat hiçbir zaman bir cezaevi şairi, yazarı olmadım; kendimi, yazdıklarımı hayatın ve insanın tüm hallerinden sorumlu tuttum. Yaygın okunmamın bir nedeni de budur sanırım. O yıllarda çok öfkeli, sonra da hayli kırgınlık biriktirmiş bir adam olmasaydım, yazmaya yönelir miydim işte bunu sanmıyorum. Yazıyla iştigal edenin dünyayla bir derdi olduğuna ya da mutlaka olması gerektiğine inanırım.
“Şiirlerim bestelensin diye bir derdim olmadı”
Bestelenen birçok şiiriniz var. Yeni bir şiir kitabınız çıkacak. Şiirlerinizi bestelemesini arzu ettiğiniz herhangi bir sanatçı var mı?
Şimdiye kadar 40 kadar şiirim bestelendi. Fakat ben kendimi söz yazarı olarak tanımlamadım. Bir kez Ahmet Kaya’nın ricasıyla yazdığım bir şiir hariç, hiç kimseye de şarkı için özel olarak söz yazmadım. Şiirlerim bestelensin diye bir derdim olmadı pek. Bazı değerli yorumcular bestelediler, ben de kendilerinin duruşuyla buluşabildiğim oranda paylaştım. Şiirlerimi şu ya da bu bu bestelesin diye de düşünmedim galiba. Fakat şu an düşündüm de, beste yaptığı dönemde Zülfü Livaneli ağabimle çalışmak isterdim sanırım. Bir de Ahmet Kaya ile dostluktan öte, daha yoğun bir şair-besteci ilişkisine girmediğim için bazen üzülüyorum sadece.