01.12.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:
İki ay önce bir akşam Beşiktaş’ın kazandığı bir maçı seyretmiş mutlu mutlu oturuyorduk ki, Yılmaz yazmakta olduğu "Bana Bir Şeyhler Oluyor" adlı yeni oyunundan bahsetti. "Tanrı ile konuşan adam", "Viyadük altında bir ahir zaman mesihi" fikri, sol gelenekten gelen bir yazarın Tanrı’ya dair bu tiradları, replikleri; buralardaki derinlik şaşırtıcıydı.
O zaman iki ay daha öncesini hatırladım. Antalya’da bir gece sabaha kadar bir sohbet. İlk o zaman fark etmiştim bir şeyler olduğunu; Yılmaz’a bir şeyler olduğunu. Sol ile tasavvuf arasında bir köprü inşaatına başladığını.
Yılmaz’ın parayı bulduktan sonra edebi olmaktan çok ticari metinler üreteceğini ileri sürenlere "Bana Bir Şeyhler Oluyor" iyi bir cevap olacaktır.
Türkçenin "Çağrılmayan Yakup’u", "davetsiz ev sahibi" Yılmaz Erdoğan, sanatının yeni bir döneminde.
Son bir-iki yıl içinde neler oldu da bu kadar farklı bir oyun çıktı ortaya?
Ben bugüne kadar sokağın fotoğrafını çekerek yazdım. Sokağı iyi anlatan bir yazar oldum. Ama galiba artık kendi fotoğrafımı da çekmeye başlıyorum. Yani kendi tablolarımı yapmaya başlıyorum. Eskiden benim oyunlarımı izleyenler "Evet, böyle oluyor" derlerdi. Artık "Evet, böyle oluyor ama neden böyle oluyor?"un cevabını arıyorum.
Dilbazlığa, kelimelerle oynamaya artık bir de fikirlerle oynama, fikirbazlık da eklendi yani, öyle mi?
Evet, mesela bu oyunda kelime oyunları, kelime oyunlarından çıkan şakalar bulunmuyor. Biçimsel derinlikten çok anlam derinliğine yönelme söz konusu bu oyunda. Ama bu derinlikte bile seyircileri üst düzeyde güldürme isteğim sürüyor.
Oyunda, Hilmi Duran adlı karakter Tanrı ile konuşuyor ve konuştuklarını anlatıyor. Gerçi siz değil, Altan Erkekli oynuyor Hilmi Duran’ı ama yine de bu karakter daha çok sizi hatırlatıyor, yani Yılmaz Erdoğan’ın gerçek hayattaki işlevini. Değil mi?
Evet, oyunda Hilmi Duran için "Tanrı ona ‘Anlat’ dedi, anlatıyor" deniyor. Bu benim kendim için de kurduğum bir cümledir. Bana da Tanrı "Anlat" diyor ve onun için anlatıyorum.
Yılmaz Erdoğan da Hilmi Duran gibi kalabalık içinde bir iletişimsizlik, bir yalnızlık mı çekiyor? Oyundaki o duvar tartışması mesela.
Evet, Hilmi Duran "Kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık" diyor. Herkes kendi duvarını beraberinde taşıyor çünkü. Oyunda bu duvar kavramıyla o kadar çok oynuyoruz ki, seyirci de "Sahiden bizle sahne arasına bir duvar mı çekilmiş?" fikrine kapılacak.
"Herkes ‘Ya, bu adam nereye gitmiş?’ diyecek"
Bir sahnede Hilmi Duran, Manisalı gençlerden birinin annesinin cezaevi arabasının arkasından koşarkenki "O daha çocuk" haykırışının Tanrı’nın sesi olduğunu, o haykırışta Tanrı’yı duyduğunu söylüyor. Tanrı, sizce dünyadaki insanlara "Onlar daha çocuk" dediği için mi affedici?
Ben güncel olanı evrenselleştirmenin peşindeyim. O haykırışın bu yaşadığımız son 20 yılı, belki de daha uzun bir süreci çok iyi anlattığı düşüncesindeyim. Orada onu söyleyen şey bir insan mıydı ya da bu Tanrı’nın sesi miydi; insanın Tanrı’yı dinlemek için tefekküre dalması gerekmediğini, iyi insanları dinlemenin yeteceğini, iyi insanların sesinin Tanrı’nın sesi olduğunu söylüyorum.
Sol kültürden gelen bir yazar olarak oyununuzun dini bir oyun olarak tanımlanmasından çekinmediniz mi?
Hayır. Ben bu temanın çok evrensel olduğunu düşünüyorum. Bugün bütün toplumlarda, her sınıftan insanın Tanrı ile meselesi olduğunu düşünüyorum. İnançsızlar bile günde en az birkaç defa Tanrı’nın adını anarlar. Modern dünyada Tanrı bir başvuru makamı gibi düşünülüyor. "Tanrım benim için şunu yap, Tanrım benim için bunu yap" gibi. Peki, kim Tanrı’yı dinliyor? Kim onun istediği gibi davranıyor?
Özel hayatınızdaki insanlarla probleminiz mi oluyor son yıllarda? Yani siz bu meselelerle meşgulken, hayatınıza giren kadınların yüzeysel kalması durumu...
Evet, şöyle bir yere doğru gidiyor iş, özellikle ikili ilişki bazında bir insanın bütün bu çalışan çarkı, bu şifreyi çözmesi, onunla yaşaması, onun bir parçası olması giderek zorlaşıyor. Özel hayatımdaki son başarısızlıklarımın da galiba temel nedeni bu. Çünkü insanların çoğu bu oyunla sizin dediğiniz gibi "Ya, bu adam nerelere gitmiş?" diyecek ama işte bunu hayatıma giren biri hemen söylemeli. Bunun için oyunu tamamlamam gerekmemeli. Ama bu zor tabii. Çünkü ben bunu bir de dayatıyorum karşımdaki insana. Yani ben bu çabayı gösteriyorsam, o da yapmalı. Şimdi ben izleyicilere "Aynı günü iki defa yaşamayın" diyorum. Eh, bunu sevgilime de söylüyorum. Sevgilim aynı günü iki kez yaşamayı sürdürürse anlaşamayız.
"Yılmaz ikinci Aziz Nesin’dir"
Bizi Yılmaz iki yıldır oyuna ilişkin bilgilendiriyordu ama ne olduğunu bilmiyorduk. Sadece karakterlerle ilgili ipuçları veriyordu. Felsefesiyle, derinliğiyle çok konuşulacak bir oyun bence. İki kez seyredilmesi durumunda daha iyi anlaşılabilecek bir oyun. 26 yıllık tiyatro tecrübemle söylüyorum; bu oyun bence Türk tiyatrosunda bir başyapıt olacaktır.
Ben Yılmaz’ı kalemiyle, yeteneğiyle, çalışkanlığıyla ülkedeki ikinci bir Aziz Nesin olarak değerlendiriyorum. Türkiye’deki en büyük sorun insanların yaptıkları iyi bir şeyi kendilerine bayrak yapıp bunun parsasını toplamalarıdır. Ama Yılmaz durmadı; şiiriyle, tiyatrosuyla, sinemasıyla, hiçbir şeyle yetinmiyor ve çoğaltmak istiyor.
"Şimdi 10 kişinin yazdığını tek başına yazıyordu"
Ben Yılmaz’ı TRT’ye çektiğimiz dönemde "Olacak O Kadar"ı yazarken tanıdım. Şimdi o programda yaklaşık 10 yazar çalışıyor. Yılmaz o zaman tek başına 26 program yazdı. Ben de Levent Kırca da dehşete düşmüştük, bir insan bu kadar güzel şeyleri nasıl bu kadar süratli, peş peşe yazar diye. Onu 15 yıldır tanıyorum ve sürekli yazıyor. Nereden buluyor bilmiyorum ama yazıyor. Yılmaz’a da birisi "Yaz" demiş herhalde yukarıdan, o da boyuna yazıyor. İyi ki de yazıyor.
"Bu kez kafamıza ağır bir tuğla yedik"
BKM’nin en kıdemli oyuncularından biriyim ben. Yılmaz’la 1986’da beraber tiyatro yapmaya başladık. Biz bir aileyiz ve bir aile olduğumuzu da ispat ettik.
Yılmaz’a oyunu yazarken oyunla ilgili hiçbir şey sormadım. Böyle daha çok seviyorum, yani bir sürpriz tuğlayı kafamıza geçirmesini. "Bana Bir Şeyhler Oluyor" da ciddi ve ağır bir tuğla oldu. Fena şişik yaptı yani kafamızda.
Yılmaz hiçbir zaman hiçbir şeyi tesadüfen yazmadı. Neyi oynayabileceğimizi, neyi oynayamayacağımızı iyi bildiği için karakterleri taammüden, bizi düşünerek yazar. Daha teksti okurken "Tamam işte bu benim, yine beni düşünerek yazmış" dedim. Çoğu arkadaşımızda da aynı duygu oldu rol dağıtımı yapıldığında.
"Sadık Şendil, Haldun Taner geleneğini sürdürüyor"
Ben hem Sadık Şendil hem de Haldun Taner gibi iki ustayla çalışma şansına sahip oldum. Şimdi de Yılmaz Erdoğan gibi çok usta bir yazarla çalışıyorum. Ve Yılmaz da bu Şendil, Taner geleneğini sürdürüyor.
"Yılmaz hem patron hem yazar olarak adaletlidir"
Ben bu oyunun sadece oyuncusu değil reji asistanıyım da. Yılmaz çok iyi bir yönetmen. Çok iyi çünkü kendi yazıyor. Ve bu yüzden de oyundaki karakterin duygusunun ne olduğunu bir oyuncuya aktarışı o kadar net ki.
Rol dağıtımı sırasında bir ego yarışı olmuyor oyuncuların arasında çünkü herkes burada olmaktan çok memnun, bir BKM oyuncusu olarak hayatından çok memnun. Yılmaz sadece patron değil, bir oyun yazarı olarak da adaletli. Ayrıca demokratik de, oyuncuların role ısınıp ısınmadığına da bakıyor. Gerekirse cast’ı değiştiriyor.
"Yılmaz’a eskiden beri tuhaf şeyler olur"
Yılmaz’la birbirimizden önce mesleki açıdan hoşlandık, sonra insan olarak. Bazen iki kardeş gibi kavga da etsek ilişkimiz akrabalık boyutuna geldiği için barışıveriyoruz. Her şey güllük gülistanlık değil tabii, itiştiğimiz de olur ama seviyoruz birbirimizi.
Yılmaz’ın yazdığı bütün metinleri parça parça okurum öncesinden. Sadece ben ve Necati Akpınar bu ayrıcalığa sahibiz. Daha fikir olarak bahsettiğinde "Bana Bir Şeyhler Oluyor" oyunundan, "Eyvah, bizim oğlana bir şeyler oluyor" dedim. Ama gerçekten Yılmaz’a bir şeyler oldu. Yılmaz zaten ya olmuşu ya olacağı yazar. Benim özel hayatımda bir şey olmuştur, bunu bilmeden oyunda böyle bir sahne yazar. Eskiden beri tuhaf bir şeyler olurdu Yılmaz’a. "Bak Yılmaz, bunun adını çok geçirdin, korkuyorum" derdim. Bazen onun yazdığı bir şey sonradan gerçek hayatta da olur. Nasıl oyunumuzdaki Hilmi karakterine Tanrı "Anlat’ dediyse, ona da biri "Yaz" demiş. Umarım, yaşadığı sürece böyle güzel şeyler yazar.
Oğlum tanıdığı herkesin televizyona çıktığını sanıyor. Aile, akraba, annem, babam. Çünkü doğduğundan beri BKM ailesinin içinde ve hepsini televizyonda da görüyor. Yılmaz’a da "Day day" diyor dayı manasında.
"Onu oğlum gibi seviyorum"
Yılmaz’ı oğlum gibi seviyorum. Yaşım dolayısıyla da tabii. Bazen çok sinirli oluyor, o zaman çok kızıyorum ama. Yılmaz Erdoğan hepimiz için aynı şeyi ifade ediyor: İnsan.
Zaten yaklaşık sekiz senedir bu ekipteyim, daha bir kişiyi ne kırdım ne de kırıldım. İnanılmaz dikkatliyiz bu konuda.