02.04.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
SEYİR DEFTERİ Nefis bir gündü. Martta bu yörede, bu yağmurlu ülkede görmeye alışık olmadığım günlerden, ılık, güneşli, duru bir gün. Sular döne kabara akıyordu. Doubs Irmağı, bir kayanın üzerine tünemiş Vauban Kalesi'nin bulunduğu tepe hariç, çepeçevre kuşatmıştı kenti. Neredeyse her sokağın ucundan görünen ırmak, Jura Dağları'ndan söküp getirdiği çalıları, ağaç köklerini, tomurcukları sürükleyerek götürüyordu. Dönüş yolunda Besançon izlenimleriyle doluyum. Yıllar önce günübirliğine gelmiştim bu kente. Bu kez bir gece kaldım. Kentin eski sokaklarında dolaştım; taş yapıların, iç avluların, eski Yunan tapınaklarını andıran kiliselerin arasında. Güzel saraylar, alanlar, her biri başlı başına bir sanat yapıtı olan mermer, bronz heykelli çeşmeler gördüm. Ve ırmak boyunda yürüdüm. Üç yanı gürüldeyerek akan Doubs'la çevrili bir kent Besançon, bir ada-kent. Bu eşsiz konumu, MS 52 yılında ordusuyla buraya gelip kamp kuran Julius Cesar çok iyi tanımlıyor. Kenti İspanyollardan almak için bu tepeye yüzyıllar sonra Vauban'ın yaptırdığı kale, içinden bodur ağaçlar fışkıran kayalığın üzerinde, göğe doğru yükseliyor. Surları, kuleleri, mazgal delikleriyle ulaşılmaz bir görünümü var. Oraya da çıktım elbet, iç surları merkez yapıya başlayan köprülerden geçip taş merdivenlerden zindana indim. Kent aşağıda, güneşte parlayan kırmızı kiremitli, allı yeşil çatılarıyla akvaryumda yassı bir balıktı. Yavaşça salınıyordu pullarını göstererek. Mahkumların bu manzara karşısında, tutsaklığın acısını daha derinden duymuş olabileceklerini düşündüm. Ve nedense, Nâzım Hikmet'in dizeleri geldi aklıma: "Sevdalınız komünisttir / On yıldan beri hapistir / Yatar Bursa kalesinde."Bugün ne komünizm kaldı ne Bursa hapishanesinden bir iz. Kaleler, kentleri seyrettiğimiz birer "temeşgah" oldu. Eski kalebentlerin heykellerini dikiyoruz. Victor Hugo da sürgünden döndüğünde milletvekili olmamış mıydı? Sonra daha ölmeden bir anıta dönüştü ak sakalı, dalgın bakışlarıyla. Evini saymazsak, büyük şairden hiçbir iz kalmamış Besançon'da. O da, belki Nâzım gibi dönüşleri sevmediğinden, doğduğu kente bir daha dönmemiş. "Sonbahar Yaprakları"nda doğumunu şöyle anlatıyor:"Yüzyıl iki yaşına basmış, Roma Isparta'nın yerini almıştı / Napolyon'sa Bonaparte ismini / (...) Breton ve Loren karışımı bir çocuk doğdu / Renksiz, bakışsız ve sessiz bir bebek / (...) Annesi hariç herkesin terk ettiği o bebek / Bendim." Bir ada-kent İçinde yaşadığımız yüzyıl da beş yaşında. Bir bebek henüz. Ama kanla, savaşla büyüyor. Doğrusu bugün doğmak isterdim. Çünkü geçen yüzyıl ikiye böldü ömrümü. Çoğu gitti azı kaldı. Ömrümün çoğu geçen yüzyılda kaldı demek istiyorum.Ne babam ne de annem görebildiler yeni yüzyılı. Sahi, anneciğim 1960'lı yılların sonunda bir staj için Besançon'a gelip dört ay kalmıştı. Koca bir yaz geçirmişti burada. Kentin taş yapılarıyla Roma döneminden kalma zafer anıtını kartpostallardan anımsıyorum. Vauban Kalesi'ni de. Kim bilir ne yaptı burada? Kimleri gördü, nerelerde dolaştı? Ne yazık, annem yok artık. Bu soruların yanıtını başka kimse veremez.Besançon-Paris treninde kentin görüntüleri eşlik ediyor bana. Gün ışığında oturduğum kahve terası, kalabalık sokaklar, rıhtımda oturan iki sevgili, ırmak boyunca ağaçlar ve köprüler, köprüler... Ortasından ırmak geçen, iki yakalarını başlayan köprülerin ördüğü, örümcek ağı kadar saydam ve kırılgan çok kent gördüm Fransa'da. Başka ülkelerde de, yolumun böyle güzel ve eski kentlere düştüğü oldu. Ama Besançon'un yeri başka. Bu kent, annemin gördüğü ilk Fransız kenti olma özelliğini taşıyor çünkü. Belki bu yüzden hemen sevdalandım Besançon'a. Onda annemin gençliğini gördüm. Hemen sevdalandım Yine Nâzım'a gidiyor aklım. Zaman hapiste nasıl geçer bilmiyorum. Dışarda geçtiğinden daha yavaş her halde. "Ben içeri düştüğümden beri / güneşin etrafında on kere döndü dünya" diye yazıyor bir şiirinde. "Ona sorarsanız: / Lafı bile edilmez, / mikroskopik bir zaman. / Bana sorarsanız: / On senesi ömrümün." Besançon 19'uncu yüzyılın başından itibaren, özellikle de İsviçreli Laurent Megevand'ın kente yerleşmesinden sonra Fransız saat sanayiinin merkezi olmuş. 1970'li yılların başında Fransa'ya geldiğimde saat üretiminde bir kriz yaşanmış, LIP grevi çok uzun sürmüştü. Şimdi düşünüyorum da, çeyrek yüzyıl geçtiğine inanamıyorum. Besançon zamanı ölçen bir kent. Yalnızca ünlü astronomik saatiyle yapmıyor bunu, akreple yelkovanın yarışını izlemeden ışığın gölgesiyle çalışan eski güneş saatiyle de yapmıyor. Doğrudan giriyor belleğime, onu kostaklı bir çalar saat gibi kuruyor. Saat sanayiinin merkezi