SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Acısıyla tatlısıyla Diyarbakır

Acısıyla tatlısıyla Diyarbakır

|

       DİYARBAKIR'ın eski halini bilenler bugünkü haline büyük bir şaşkınlık ve sevinçle bakıyorlar. Güzel yollar, büyük bulvarlar açılmış. Yerin altında otomobil parkları yapılıyor. Başka kentlerde görülmediği kadar yeşil alan ve parklar yapılmış. Bu parklara İtalya'dan ağaç getirilip dikilmiş. Şehrin içi yine çirkin yapılanmadan nasibini almış ama, biraz dışında çok güzel siteler dikilmiş. Bütün bunları yapan kişinin Belediye Başkanı Ahmet Bilgin olduğu söyleniyor. Refah Partisi'nden seçime giren Bilgin, şimdi bağımsız. Bütün partiler onu istiyor ama o düşünüyor. Diyarbakırlılar ise onun "partiler üstü" bir başkan olduğunu söylüyor. Şehrin dışındaki çöplükten koskocaman bir park yaratmış. Bu parka bakan apartmanlardaki daire fiyatları anında, beş - altı milyara kadar fırlamış. Kiralar ise 500 mark... Başkan müthiş heyecanlı bir insan. Yaptıklarıyla gurur duyuyor ve herkesin duymasını istiyor. Bizi 30 derecede sıcakta gezdiriyor. Görmediğimiz bir yer kalmasın istiyor.

       Gündem toplantısından sonra her birimiz şehre dağılıyoruz. Herkes ilgilendiği konuya göre Diyarbakır'ı izlemeye gidiyor. O çok sevindiğimiz sekiz yıllık eğitim sanki buralara uğramamış. Sokaklar okula gitmeyen çocuklarla dolu. 30 bin çocuğun okumadığı söyleniyor. Evlere girdiğinizde ise bu çocukların okula "gönderilmediğini" görüyoruz. Zaten okul sayısı da yetersiz. Herkes İstanbul'a okul yaptırıyor. Oysa asıl ihtiyaç bu bölgede.
       Sokakta, birşeyler satmaya çalışan, ayakkabı boyayan çocuklarla konuşuyoruz. Mehmet Bara, 11 yaşında ve henüz kimliği olmadığı için okuyamadığını söylüyor. Ayakkabı boyayarak günde 400 - 500 bin lira kazanıyormuş. Ciklet satarak günde 250 bin lira kazandığını söyleyen Ali ise okula gitmesini annesinin istemediğini söylüyor. Hüseyin, köyünün yakıldığını, bu yüzden okuyamadığını anlatıyor.
       Evleri gezdiğinizde ise çocukları okula annelerin göndermediği gerçeğini somut olarak görüyorsunuz. Diyarbakır'ın üç - beş dakikalık uzaklığındaki varoşlarında yaşayan çoğu Kürt ve Türk ailelerin kadınları neden çok doğurduklarını ve çocuklarını neden okutmadıklarını büyük bir doğallıkla anlatıyorlar.
       Doğum kontrolu önerisiyle gittiğinizde size kızıyorlar, çünkü Kürtlerin azalmasını istediğinizi düşünüyorlar. Günah diyorlar. Bir de çocukların küçücükken eve para getirdiklerini anlatıyorlar.

       Fakir mahallelerde, fakir evlere konuk oluyorum. Burada daha çok Kürtler yaşıyor. Kürt ya da Türk herkes bizi güleryüzle karşılıyor. Bir küçük avluya giriyorum. Sevimli yüzlü bir kadın gülerek geliyor, üstü başı kan içinde, bir öküzü kesmişler, ben içeri girdiğimde başı gövdesinden ayrılmak üzere. Avlu sayılamayacak kadar çok çocukla dolu... Öküzü kesen Aysel Kara'ya, kaç çocuğu olduğunu soruyorum. "Yedi... Sekiz" diye yanıtlıyor. Çok karılı, çok çocuklu babaların çocuk sayısını karıştırdığını biliyorum ama bir anneden böyle bir cevap... "bilmiyor musun, yedi mi sekiz mi" diyorum. Gülüyor, "sekiz" diyor. "Neden bu kadar çok doğuruyorsunuz" dediğimde ise, "biz Kürdüz, çoğalmak istiyoruz. Her işe bir çocuk sokmak istiyoruz" diyor. Tahmin edeceğiniz gibi ben de diyorum ki, "iki - üç çocuk doğurup, onları iyi yetiştirsen, okutsan, sonra iyi işlere soksan daha güzel olmaz mı?". "Biz Kürdüz" diyor, "çocukları okutmak istemeyiz. İlkokulda iki - üç sınıf yeter. Ben de ikinci sınıfa kadar okudum. Zaten çocukların ikisi gidiyor, ötekiler gitmez."
       Sanki başka bir gezegendeyim ve başka bir tür yaratıklarla konuşuyorum. Birşeyleri anlatmak, anlaşmak mümkün değil. Okula gidip de iki - üç sınıf okuyabilen iki çocuk erkek... Kızları niçin okutmadığını şöyle anlatıyor. "Okursa erkeklerle konuşur, senin gibi pantolon giyer... Bu etek meselesi etek... Herkes ne der. Kızlar okursa kötü olur. 13 - 14 yaşında hepsi imam nikahıyla evlenir. Tabii başlık için pazarlık yapılır, çok verene verilir. Bugün en ucuz 300 milyon liradır."

       Etraftaki çocuklar çok güzel, sarışın mavi gözlü, güler yüzlü kızı göstererek, "ana"yı can evinden vurmak istiyorum! "Yazık değil mi şu güzelim kıza, evlendireceksin, istemediği adamın koynuna girecek" diyorum. Gülüyor, omuz silkiyor, o da beni canevimden vuruyor, "adet böyle" diyor.
       Bir gencecik kadın bizi izliyor. Onun üç kızı var. "bu kadar yeter işte, onları iyi büyüt" diyorum beni anlayacağından emin olarak. Kayınpederi camdan sesleniyor, "ayıp bu ayıp, erkek olana kadar doğuracak." Bunlar kesin kural, değişmesi şimdilik ümitsiz. "Ne işe yarıyor bu oğlanlar, okutursanız kızlar da aynı şeyleri yapabilir" diyorum. O anda sanıyorum ki bu söylediğim "doğru"lar, bir an içinde anlaşılacak, "aa, ne kadar doğru biz de böyle düşünelim" diyecekler!...
       Adam yanıma geliyor. Çok bilmiş bir ses tonuyla, "kızlar 14 yaşında evlenir. Kocanın olur. Koca onları çalıştırmaz, çalıştırsa bile kendisine baktırtır. Ama oğlanlar çalışır ve ailesine bakar"... Sonra ekliyor, "eski kocalar böyle, ama yeni kocalar çok çocuk istemiyor." Oh işte biraz ümit.
       Pek çok eve konuk oluyorum. Hepsindeki çocuk sayısı en az yedi. Çoğu Kürt ve Türkçe konuşamıyor. Çocukların bir bölümü de anneleri bilmediğinden Türkçe'yi öğrenememiş. Yedi çocuklu ve hamile genç kadınla tercüman aracılığıyla konuşuyoruz. O, çocukları Allah'ın verdiğini söylüyor. "Ama doğum kontrolu var" diyorum. "Günah" diyor. İmam söylemiş. Doğum kontrolunun günah olmadığını anlatıyorum. "Ben de artık çocuk istemiyorum ama günah" diyor yeniden.

       Diyarbakır'da 3000 kahvehane var. Ana caddede şık "cafe"ler de açılmış. Bir de diskotek var. Bir kafede genç çiftler oturuyor. Onlarla konuşmaya başlıyoruz. Kız 16, Murat 18 yaşında. Ailelerinin kız - erkek arkadaşlığına yasak getirmediğini anlatıyorlar. Ama hiçbir zaman kızı evine bırakamamış. Arka sokakta ayrılıyorlarmış birbirlerinden. Çevredekiler görüyor, çok baskı yapıyor, çok dedikodu çıkıyormuş. Hakkında çok dedikodu çıkartılan kızın ise evlenmesi biraz zormuş. Annelerin kızgınlığı işte bu yüzden. "Kızımın erkek arkadaşları olması doğaldır" diye düşünen anneler bile, yasak koyuyorlar çünkü kızlarının evlenememe tehlikesi var.
       Oldukça modern giyimli Sultan'ın, başında arkaya doğru bağlanmış minik çiçekli bir eşarp var. Annesi sokağa çıkmasın diye saçlarını kesmiş. Ama çıkmaması mümkün mü. Altı yaşına kadar Diyarbakır, 14 yaşına kadar Bursa ve şimdi yine Diyarbakır. "Aldırmıyorum buradaki insanların dedikodusuna. Hiçbir şey yapmasan da dedikodu olur. Hayır dediğin bir erkek, hakkında dedikodu çıkartır ve hemen inanılır, damgalanırsın. Bir kafeye girip çıksan da damgalanırsın."
       Sultan'a Bursa'dan geldiği için "her şeyi bilen kötü kız" diye bakanlar varmış. "Burası bir çeşit hapishane, erkeklerle arkadaşken bile yanyana gelemeyiz, ismin çıkar, kimse yanına gelmez, arkadaşlıklar biter, yalnız kalırsın" diyor. Aldırmadığını söylüyor ama, bütün vücudu kabarmış, alerji içinde. Burada arkadaş grupları var. Gruplar halinde geziyorlar, birbirleriyle ilgilenmiyorlar. Ama erkekler flört eden kızı dışlıyorlar. Liseli, üniversiteli genç kızların en doğal hakları, gezmek, eğlenmek, erkeklerle arkadaşlık etmenin bedeli ağır. Kızlar bir kafede oturabilmek için bile büyük mücadele veriyorlar. Ama damgalanarak, evlenmeme tehlikesi yaşayarak bunun bedelini ödüyorlar.

       Diyarbakır'da elbette "uyanan ve uyandırmak isteyen bilinçli kadınlar"da bulunuyor. İşte böyle 12 kadın KAMER adlı bir kadın merkezi kurmuş. İçlerinde ev kadınlarının da bulunduğu bu merkezin amacı kadınlara yönelik şiddete karşı çıkmak. 19 ilde 615 kadınla başbaşa görüşmüşler ve kadınların çoğunun aile içi şiddete uğradıklarını ve haklarından haberdar olmadıklarını saptamışlar. Özlem Öztürk, kadınların yaşadıklarını bir kader olarak algıladıklarını ve bu yüzden karşı çıkmadıklarını söylüyor. Şimdi bu merkezden haberdan olan kadınlar geliyorlar, konuşuyorlar ve Nebahat Akkoç'un söylediğine göre yavaş yavaş bilinçlenip değişiyorlar. Kadınlar, "tamam, anladık, bu kaderim değil ama ne yapayım" sorusuna cevap arıyorlar. Boşanma töre olarak yasak ve büyük ayıp. Bu görüşmeler sonucu işe giren kadınlar olmuş, bazı davalar açılmış, kadınlar değişmeye başlamış. Bu merkeze gelen kadınlar çok yoğun şiddete maruz kalanlar. Eve kapatılmak, çalıştırılmamak, engellenmek şiddet değil, kıskançlık olarak yorumlanıyor. Kadın merkezi'ne en son Holanda Elçiliği maddi yardımda bulunmuş, şimdilik bununla yetiniyorlar.

       Aynalı sazanlar
       Diyarbakır'da keyfi ve keyifsizliği birlikte yaşıyorsunuz. Abdullah ve Bahri İleri kardeşlerin göletindeki aynalı sazanlara elimle yemek yediriyorum. İlk kez böyle birşey yaşıyorum. Elimdeki ekmek parçasını yiyen, arada bir de parmaklarımı ısıran, onlarca kedi gibi sazan balığı var. Küçüğü 810 büyüğü ikibuçuk milyon metrekarelik gölette yılda 30 bin ton balık üretiliyor. Bunları işleyip,fümeleyip ihraç ediyorlar. 48 hanelik köyü satın almışlar, evleri onarmışlar, kalorifer bağlamışlar, şimdi hepsi işçi. Koskocaman modern binalarında tam ikibin kişi çalışıyor.
       İşte acısıyla tatlısıyla, bir günlük Diyarbakır izlenimleri...
       "Bugüne kadar neredeydiniz" sorusunu bırakalım, bundan sonra yapılacakları düşünelim ve destekleyelim... İş yatırımlarından sonra belki de sıra hızla eğitim yatırımlarına gelir de o çocuklar, o kadınlar gün gelir kurtulur.



© Copyright 2024

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.