SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Beş duyu...

Bulaşık makinesi boşaltırken aramayı tercih ettiğiniz arkadaşınız kim? Benimki Seda. Bu iş öyle sıkıcıdır ki ancak en iyi dostların sohbeti eşliğinde katlanılabilir hale gelir. Ben de istisnasız her sabah makine boşaltırken Seda'yı ararım. Hele ki telefonu açtığında o da ev işi yapıyorsa değmeyin keyfimize.Birbirimizle anında uyumlanırız. Muhabbetimiz ise genelde yaşadıklarımızdan yola çıkarak yaptığımız psikolojik çıkarımlardır. Bakın bir yandan fiziksel, bir yandan da düşünsel eylem... Varoluş sancısı falan kalmıyor insanın bu haldeyken. Düşünüyorum- öyleyse varım, konuşuyorum- öyleyse varım, çatal bıçakları makine sepetine koyarken farklı bölmelere yerleştirerek toplama esnası için kendime kolaylık sağlıyorum- öyleyse varım.

Bize bu muazzam varoluş hazzını yaşatan telefon görüşmelerini de asla mesajlara tercih etmeyiz. Zira telefon ile konuşmak günümüz iletişim modellerinde retro sayılabilecek kıvama gelse de, en samimisi. Bir kere mesajda sadece tek duyu çalışıyor. Görme... Telefonda ise işin içine bir duyu daha giriyor işitme. Ve yapılan araştırmalara göre insan bir konu ile ilgili  ne kadar çok duyusunu çalıştırıyorsa, o konuyu o kadar çok içselleştiriyormuş. Ne kadar da doğru... Hele ki bazı durumlarda ses dahi yetmiyor. "Bunu yüz yüze konuşmamız lazım" diyoruz ya, işte o bir iki duyu ile yetinemeyip daha fazlasına ihtiyaç duymamızdan. Görmenin, işitmenin yanında dokunmaya, bazen de koklamaya.... 

Koronavirüs illetinin en büyük handikaplarından biri de tam olarak bu. İyileşmek için yakınlarına daha çok ihtiyacın var. Ancak  hepinizin iyiliği için onlara dokunman, koklaman yasak. Yakın olma kelimesi onca şefkatli anlam barındırırken içinde, şimdi tehlike unsuru. Bu yüzden daha çok duyu eşliğinde görüşmeye ne kadar çok muhtaç olsak da, bu sıralar işitme duyusu ie yetiniyoruz. Seda'yla da. Herkes evde olduğu için bulaşık makinesi boşaltma işi günde ikiye hatta bazen üçe çıktığından, telefon görüşmelerini elimizden geldiğince sıklaştırdık. Muhabbetlerimizin konusu ise sabit. Korona zamanına özel psikolojik çıkarımlar. 

Bir gün o moralsiz oluyor, bir gün ben...  Telefonu açtığımızda ses tonu analizi ile ikimiz de "Bugün kim daha moralsiz?" testi yapıyoruz sanki. Daha iyi durumda olan karşısındaki ondan daha çok zorlanıyor diye hemencecik kendini toparlıyor. Dert yanmak için ararsın, karşındakinin senden daha dertli olduğunu fark edersin, sonra sana bir güç gelir, onu teselli edebildikçe dert ettiğin şeyi de dert etmediğini görürsün ya. Tam olarak o hisler... Aklıma bu noktada Tolstoy'un "İnsan Neyle Yaşar?" hikayesinden bir alıntı geliyor. Bugüne kadar internet şubesine girmemiş babanın işlerini halledebildiğin için, markete gidemeyen komşuna alışveriş yapabildiğin için, umutsuzluğa kapılan arkadaşına sesinle bir teselli verebildiğin için sen yaşıyorsun. Sevgi olduğu için, yardımlaşma olduğu için.... Bu yüzden şu anda herkesin herkes için yapabileceği pek çok şey var.  O zaman en değerli duyu da; dokunamasan da dokunabilmenin bir yolunu bulma duyusu.

Bir takıntı, Bir alıntı!

Bir takıntı:

 Aslı'nın İçsesi 

Bir alıntı: 

  Tolstoy

Yazının devamı...

Beş duyu...

Bulaşık makinesi boşaltırken aramayı tercih ettiğiniz arkadaşınız kim? Benimki Seda. Bu iş öyle sıkıcıdır ki ancak en iyi dostların sohbeti eşliğinde katlanılabilir hale gelir. Ben de istisnasız her sabah makine boşaltırken Seda'yı ararım. Hele ki telefonu açtığında o da ev işi yapıyorsa değmeyin keyfimize.Birbirimizle anında uyumlanırız. Muhabbetimiz ise genelde yaşadıklarımızdan yola çıkarak yaptığımız psikolojik çıkarımlardır. Bakın bir yandan fiziksel, bir yandan da düşünsel eylem... Varoluş sancısı falan kalmıyor insanın bu haldeyken. Düşünüyorum- öyleyse varım, konuşuyorum- öyleyse varım, çatal bıçakları makine sepetine koyarken farklı bölmelere yerleştirerek toplama esnası için kendime kolaylık sağlıyorum- öyleyse varım.

Bize bu muazzam varoluş hazzını yaşatan telefon görüşmelerini de asla mesajlara tercih etmeyiz. Zira telefon ile konuşmak günümüz iletişim modellerinde retro sayılabilecek kıvama gelse de, en samimisi. Bir kere mesajda sadece tek duyu çalışıyor. Görme... Telefonda ise işin içine bir duyu daha giriyor işitme. Ve yapılan araştırmalara göre insan bir konu ile ilgili ne kadar çok duyusunu çalıştırıyorsa, o konuyu o kadar çok içselleştiriyormuş. Ne kadar da doğru... Hele ki bazı durumlarda ses dahi yetmiyor. "Bunu yüz yüze konuşmamız lazım" diyoruz ya, işte o bir iki duyu ile yetinemeyip daha fazlasına ihtiyaç duymamızdan. Görmenin, işitmenin yanında dokunmaya, bazen de koklamaya....

Koronavirüs illetinin en büyük handikaplarından biri de tam olarak bu. İyileşmek için yakınlarına daha çok ihtiyacın var. Ancak hepinizin iyiliği için onlara dokunman, koklaman yasak. Yakın olma kelimesi onca şefkatli anlam barındırırken içinde, şimdi tehlike unsuru. Bu yüzden daha çok duyu eşliğinde görüşmeye ne kadar çok muhtaç olsak da, bu sıralar işitme duyusu ie yetiniyoruz. Seda'yla da. Herkes evde olduğu için bulaşık makinesi boşaltma işi günde ikiye hatta bazen üçe çıktığından, telefon görüşmelerini elimizden geldiğince sıklaştırdık. Muhabbetlerimizin konusu ise sabit. Korona zamanına özel psikolojik çıkarımlar.

Bir gün o moralsiz oluyor, bir gün ben... Telefonu açtığımızda ses tonu analizi ile ikimiz de "Bugün kim daha moralsiz?" testi yapıyoruz sanki. Daha iyi durumda olan karşısındaki ondan daha çok zorlanıyor diye hemencicik kendini toparlıyor. Dert yanmak için ararsın, karşındakinin senden daha dertli olduğunu fark edersin, sonra sana bir güç gelir, onu teselli edebildikçe dert ettiğin şeyi de dert etmediğini görürsün ya. Tam olarak o hisler... Aklıma bu noktada Tolstoy'un "İnsan Neyle Yaşar?" hikayesinden bir alıntı geliyor. Bugüne kadar internet şubesine girmemiş babanın işlerini halledebildiğin için, markete gidemeyen komşuna alışveriş yapabildiğin için, umutsuzluğa kapılan arkadaşına sesinle bir teselli verebildiğin için sen yaşıyorsun. Sevgi olduğu için, yardımlaşma olduğu için.... Bu yüzden şu anda herkesin herkes için yapabileceği pek çok şey var. O zaman en değerli duyu da; dokunamasan da dokunabilmenin bir yolunu bulma duyusu.

Bir takıntı, Bir alıntı!

Bir takıntı:

Aslı'nın İçsesi

Bir alıntı:

Tolstoy

Yazının devamı...

Rutin güzel şey

Sabahları erkenden uyanıyorum. Önce kafamda gün içinde yapacaklarımı sıralıyorum. "Hatırlamam gereken çok şey var kesin birkaç tanesini unutacağım" diye beynimin hafıza kapasitesi ve yapılacak iş sayısını formülize ediyorum. Neyin formülünü keşfedeceğimi düşünüyorsam.

Bu hesaplarla sonuca ulaşamadığım için "Not mu alsam acaba?" diyorum. Bu sefer de not almaya üşeniyorum. Bu işi ilim ile çözemeceğimi fark ediyor ve "İnşallah en önemlilerini unutmam." diyerek yapacaklarımın akibetini kadere bırakıyorum. Ben tam kaderi, akışta kalmayı, varı, yoğu düşünmeye başlayacakken odama oğlum giriyor. Çocuklar senin şu ana ışınlanman için zaman makineleri gibi, velhasıl zamanda yolculuğun en zoru da anda olabilmek... Ben de o anda oğluma sarılıyorum. Gün başlıyor...

İlk iş olarak beraber kahvaltı hazırlıyoruz. Pan kek yapsam krep, krep yapsam haşlanmış yumurta, haşlanmış yumurta yapsam omlet istiyor. Baştan "Bak ne istiyorsan söyle ona göre yapayım" diye uyarıda bulunsam da o fikrini değiştirip kendi ile çelişmeyi seviyor. Çocuğumuzun kendiliğinden sevdiği şeyleri desteklememiz lazım değil mi? Çelişkiyi seviyorsa da çelişkiyi...

Kahvaltı sonrasındaki ayakkabı seçimi sürecimizde de benzer bir isyan ile karşılaşıyorum. Hava yağmurlu olduğunda spor ayakkabı, güzel olduğunda ise çizme giymek istiyor. Aksine de asla ikna olmuyor. Hava çok soğuksa ince mont, sıcaksa kalın mont oluyor tercihi. Sanıyorum ki kapıdan çıkmadan geçirdiğimiz zaman, kahvaltı ederken geçirdiğimiz zaman ile eşdeğer. Bu duruma da alıştığım için kendimi sessize almayı tercih ediyorum. Ancak kıyafet ve ayakkabı seçimini asla ona bırakmıyorum. Oğlum anda kalmak konusunda iyi olabilir ancak ben gelecekteki riskleri görmek konusunda iddialıyım. Spor ayakkabılar ıslanırsa üşütür hasta olur, sıcak havada kalın mont giyerse terler hasta olur... Bu yüzden kendisine bir barış elçisi sabrı ile ikna konuşmaları yapıp, istediğim kıyafetleri giydiriyorum. Bazen ikna konuşmaları sırasında; "Ayakkabını giymezsen hafta sonu sinemaya gitmiyoruz" gibi şeyler söylesem de (pedagoglar bu satırlarda gözlerini kapasın) genelde o aşamaya gelmeden uzlaşmanın yollarını buluyorum.

Kahvaltı ve kapı önü ikna sürecimizden sonra okula doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Evet bu bir yolculuk.... Her sabah içinde ayrı bir serüven olan, ben hızlı hareket etmeye çalışırken çocuğumun yavaş çekimde ilerlediği hatta evde unuttuğum majör şeylerden dolayı (örneğin haftada bir çocuğun okul çantasını yanıma almayı unutuyorum nasıl unutuyorum ben de bilemiyorum, kendimi de unutmayı denedim ama onu yapamıyorum) ara ara geriye sardığımız bir yolculuktan söz ediyorum. Bir yanım çocuğumu hızlıca okula bırakmak isterken, içsesim de onun benim yanımda kalma isteğine karşı gönlümü dürtüyor. "Bak çocuk seninle zaman geçirmek istiyor ama sen onu hemen okula bırakma peşindesin. Nıç, nıç..." Okul yolundaydık, bu vicdan muhasebesine nasıl vardık? Birkaç kere içsesin bu lakırtılarını dinledikten sonra hem onu susturacak hem de bizim Güneş ile gerçekten eğleneceğimiz bir şey buluyorum. Okul yolunda ufak bir yokuş var. Her gün o yokuşun başından "3, 2, 1 Fırlat" deyip bitişine kadar yarış yapıyoruz. Aslında o daha da sürdürmek istiyor yarışı ama yokuş kısmı bitince benim halim kalmıyor. 35 yaşımdayım (haha yalan 37 yaşımdayım neden buraya 35 yazıyorsam, neyse silmeyeyim belki bu parantezli satırları okumayanlar olur, onlar 35 sanır, neyin peşindeyim Aslı toparlayamıyorsun şu cümleyi bitir artık.) ve az miktarda olan enerjimi bilinçli tüketmeliyim. Her seferinde yarışı oğlum kazanıyor. Annelik konusunda henüz dördüncü yılımı doldurmuş olabilirim ama çocukla yarışı kendim kazanıp arıza çıkmasına mahal verecek kadar tecrübesiz değilim. Yarış bir dakika, yarışı ben kazanacaktım sen neden kazandın diye çocuğumun ağlaması bir saat sürer. Okul yolculuğumuzda son köşeyi de döndükten sonra kapıya geliyoruz. Kocaman sarılıyoruz. Bu noktada sarılmayı biraz ben uzatıyorum ki okulda geçireceği saatler boyunca deposunda anne sarılışı dolsun. Bana da evlat kokusu depolansın çünkü şu an okula bırakmak için ne kadar acele etsem de, takribi 2-3 saat sonra videolarına ve fotoğraflarına bakmaya başlayacağım. Ev çok sessiz gelecek ve pofuduk elleriyle legoları nasıl taktığını düşünüp oturduğum yerde hüzünleneceğim, iyice git gelli bir günümdeysem gözlerim de dolacak. O legoların öyle renkli renkli olduğuna bakmayın, derinlerde neler neler saklıyorlar, ne yaşanmışlıklar var içlerde tey tey... Legoya bastığında boşuna mı o kadar acıtıyor sanıyorsun, iç acısı o...

Sonra çocuğumu okuldan alma vakti yaklaşacak. Son saatimi kurabiye yapmaya mı yoksa kendime mi ayırsam diye düşüneceğim ve kurabiye yapma düşüncesi, kendime vakit ayrıma düşüncesi karşısında kolay bir galibiyet kazanacak. Fıstık ezmesine, süt, bal ve un ekleyeceğim. Hamuru dolapta on beş dakika dinlendirirken ben de birazcık dinleneceğim. Vakit dolduğunda ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp elimle düzleştirip içlerine birer adet bitter çikolata koyup fırına koyacağım. Al sana sağlıklı Biskrem. Paketli alacağım bir şeyin sağlıklı versiyonunu evde kendim yaptığım için birinden bir başarı belgesi bekleyeceğim. Kimseden gelmeyeceğini anlayınca kendime kendimi çok da şımartmadan bir "aferin" diyeceğim. Şımarırsam mazallah bir daha yapmam annelikte kendimi salarım falan, o yüzden bu riski almayacağım. Kurabiyelerin pişme zamanı ile evden çıkma zamanım denk gelirse iyice koltuklarım kabaracak. Bir şeylerin zamanını denk getirmenin bana neden bu kadar büyük bir haz verdiğini düşünceleri ile yola koyulacağım. Okula vardığımda oğlum bana doğru koşarak gelecek ve "Bana sürpriz getirdin mi anne?" diyecek. Kurabiyeyi görünce "Bazen de oyuncak getirebilirsin anneciğim sürpriz olarak" diyecek ama ben alınmayacağım. Annelikte en çok çalıştırdığım kasın "alınmama kası" olduğunu bileceğim. Okulun yanındaki parkta oturacağız ve maç olsa da olmasa da tenis kortunu izleyip kurabiyelerimizi yiyeceğiz... Ben ona günün nasıl geçtiğini soracağım. O anlatmayacak.

Rutinlerimize dönebildiğimiz,

rutinlerimizin içindeki güzelliği görebildiğimiz günler dileği ile....

Bir takıntı, Bir alıntı!

Bir takıntı:

Bir alıntı:

Yazının devamı...

Bir tanışma yazısı

İlkler kimilerine çok romantik gelir ama beni müthiş gerer. Beynim ilkleri asla kucaklamaz. Onları uzaydan gelen tanımlanamayan cisim kategorisine sokar. Kırmızı alarmlarını çalıştırır. İşte bu yüzden ne zaman ilk defa bir şey yapacak olsam ya da biri ile tanışacak olsam kesin kızarırım. Kızardığımı belli etmemeye çalışınca daha çok kızarırım. Ne kadar kızardığımı görebilmek için etraftaki cam, ekran bilimum yansıtıcıya bakmaya çalışırım. Sistemimdeki bu kaos içinde mantıklı konuşabilmek çok zor olduğundan kendimi mutlaka yanlış tanıtırım. Tuhaf, kendini beğenmiş ve kesinlikle allığını çok abartmış biri zannedilirim.

Şanslıyım ki buradaki tanışmamız sözlü değil yazılı. Ki bence iletişimin en güzel hali yazılı olanı. Karşında biri varmış gibi yazıyorsun ama gerçekte karşında biri yok. Harika. Konuşmadığı için de dediklerine de karşı çıkmıyor; mülayim, sus pus, ne desen onaylayan, yargılamayan, cesaretlendirici, anaç... Yahu böyle biri olabilir mi? Olamaz. Zaten o yüzden yok. Ancak bu karakterin tam tersi biri var. Her yaptığımı eleştiren, sürekli konuşan, ne desem tersini söyleyen, yadırgayan, yargılayan, moral bozan... Parantez aç içine koyabileceğin tüm olumsuz sıfatları koy. Kim bu derseniz, o benim içsesim.

Yeni tanıştığım insanlara karşı mesafeli duracağımı, öyle hemen dökülüvermeyeceğimi tembihleyip üçüncü paragrafta da içsesimden bahsetmeye başlamak da tutarlı duruşumun ayrı göstergesidir. Ancak madem ben buralara yazacağım ve yazdığım zaman da ister istemez kalbimin kapılarını aralayacağım, o zaman ondan söz etmesem olmaz. Babacığımın kaybından sonra 6 yaşında güya beni korumak adına, olası tehlikeleri bana söyleyip tedbir almamı amaçlayan diyelim, ortaya çıkmış bu içses o gün bugündür hiç susmadı. İçinde bulunduğum haller ile ilgili sürekli başıma en kötüsünün geleceğini söyledi, en huzurlu zamanlarımda eskileri didik didik edip keyfimi kaçıracak bir konu mutlaka buldu, muazzam felaket senaryoları kurdu. Bir de şikâyetçi olmayayım diye aklıma sürekli şunu getiriyor çakal;

Aslına bakarsanız haklı. İçsesimin konuşmasından o kadar yoruldum, o kadar yoruldum ki, onu susturmak için yazmaya karar verdim. Çünkü sustuğu tek zaman yazdığım zamanlardı. Küçükken günlüklere yazdım, üniversiteli olunca felsefe okuduğum için durmadan yazdım, reklam yazarı oldum senaryolar, sloganlar yazdım, anne oldum annenin içsesi hesabını açtım oraya hislerimi yazdım, baktım ki bu süreçte pek çok hikâye biriktirmişim onlarla da Çarşamba Çikolataları adlı bir kitap yazdım...

Şimdi de artık buraya yazacağım.

Ben kızarmadan tanıştığımıza memnun oldum :)

"Durup durup neden eskiler aklıma geliyor da ben anın içinde kalamıyorum?" Aslı'nın İçsesi

"Beynimiz her zaman inançlarımızı ve geçmiş deneyimlerimizi

temel alarak içinde bulunduğumuz durumu anlamlandırmak ister."

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.