SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İlk 14 Şubat yangını….

Aşkın kendine ait toprakları….

Hiç tanımadığım genç erkeğin, Aşk’ın kendine ait topraklarında benimle konuştuğunun farkında bile değildim. Aslında geleceğini biliyordum, onunla o kadar doluydum ki tarifini kağıtlara döküyordum ama nerede, ne zaman, nasıl olacağı belirsizdi. Bilmediğim bir şey daha vardı, o gelmeyecekti, ben onun yarattığı dünyaya doğru gidecektim. O da habersizce kendine ve bana, hem rengarenk hem de kapkaranlık bir evren hazırlamıştı. Sadece o varsa girebiliyordum aksi halde kapılar kapalıydı. Kapıda kaldığım anlarda, yüreğim kavruluyordu, biliyordum ki başka tenlerde beni görmediği, tanımadığı anları arıyordu. Üstelik benimle sevişmediği halde…Aşkın yanan ateşine düştüğünde, nereyi söndürsen, diğer taraf tutuşuyordu, o da biliyordu. Ya beraber yanan ateşte eriyecektik Bir olacaktık ya da…

Kalbin parçalanacak kaç gözü var?

Acı, ucu benzine batırılmış yanan oklar  gibi her yönden geliyordu. Kalbin parçalanabilecek kaç gözü olabilirdi, sık sık bunu hesaplıyordum. Hiç ummadığım bir anda, örneğin onu düşünerek hazırladığım mercimek köftelerini karşılıklı yerken, “kadının raf ömrü” nün bir ilişkide çok önemli olduğunu söylediği anda, hayat benim için tamamen duruyordu. O anlatmaya devam ediyordu: “Bakımlı olmalı, sağlığına özen göstermeli, atletik olmalı, raf ömrü uzun olmalı” Hiçbiri bende olmadığına göre, bir an evvel ölüp, toprağa kavuşmam daha elzem görünüyordu. Kendimde hak görmüyordum, sevmeyi de sevilmeyi de…Aklımı dinlediğimde ya boş vermeye ya da kaçmaya çalışıyordum, gönlümü dinlediğimde ise sadece kaçmak en iyi çare gibi görünüyordu ancak bulunamamacasına kaçmak…

Bir erkeğe bırakmak…

Benim için hayli yüksek balkondan aşağı bakarken belki de ilk kez çok cesurdum. Oysa olağan hallerde değil aşağı bakmak, balkon demirlerine yaklaşamazdım bile…İşte tam o anda Sabahattin Ali’nin muhteşem şiiri aklıma geldi: “Kendimi bir balkondan aşağı daha rahat  bırakabilirim, bir insana bırakmaktansa. Öyle çok korkuyorum insandan.” Ölmek daha katlanılabilir görünüyordu doğru… “Öyle çok korkma” nın ne anlama geldiğini de herhalde ilk kez o anda anladım. Yemekleri beklerken, ellerim titriyordu. Neydi beni bu kadar titreten, bu kadar korkutan…Aynı saniyelerde, o kadar çok şeyi düşünüyordum ki, “beni seviyor mu, beni sevmiyor mu, beni sever mi, beni sevmez mi, benim sevdiğimi anlarsa, benim sevdiğimi anlamazsa, benim sevdiğimi anlarsa giderse, benim sevdiğimi anlarsa gitmezse, benim sevdiğimi anlamazsa giderse, benim sevdiğimi anlamaz ve gitmezse, ya her şey yolunda giderse, her şey yolunda giderken beni sevmezse, her şey yolunda giderken başkasına giderse, her şey biterse, her şey başlarsa…”

Kendini kendinden sildiren hasret…

Kulağımdaki acıyı hissedince anladım ki, hasret; telefonda onun nefesini duyabilmek için sınırları zorlamakmış. Özlem ve hasret de birbirinden çok farklıymış. Meğer yanımdayken özlüyormuşum. Dünü, bugünü, yarını, yaşananları, yaşanmayanları, sesinin rengini, renginin müziğini, şaşkınlığını, kendine güvenini, korkularını, başındaki kavak yellerini yanındayken özlüyormuşum zaten. Ama hasret başkaymış. Onu değil, beni yerden yere vuran, hayatın yüceliği karşısında kendimi kendimden sildiren hasretmiş. Artık ben yoktum, sadece o vardı, yoktu ama kainatları dolduran oydu. İnsan kendini toz zerresi gibi görürmüş meğer. Tüm dervişler, ulular, yüceler herkes haklıymış, aşkın karşısında aşık da yokmuş, aşık olunan da. Hasret özlemekten çok başkaymış…

Yazının devamı...

Aşkın hikayeleri…

14 Şubat’ın en acı yanı kaybettiğimiz, kavuşamadığımız, sesimizi duyuramadığımız aşklarımız ve sadece aşık olanların düştüğü, gözlerimizin tanımadığı bir karanlık… O gece O’nun sığınağında olacağız, gönül yaralarımıza O pansuman yapacak… Aşkın hikayelerini paylaşmaya, yaşamaya devam edelim, bu yol bizi kendimize, sonsuza, sınırsıza çıkaracak elbet…

Sonsuza Uzanan Veda

Ölüm anında ruh bedenden böyle bir acıyla mı ayrılıyor merak ediyorum. Tek bildiğim milyarlarca hücremin tek tek hissettiği ve alevleri hakka varan bir yangın… Hayata veda etmenin verdiği derin sıcaklık... Tüm vücudu baştan aşağı saran ama yakmayan bir sıcaklık.... Aşkına düşülenin gecesinden dökülen duygusuz sözlerin adresi olan, Araf’ım... Araf olduğunu tahmin ediyorum, hayatta değilim ama  hayatta görünüyorum...

Buradayım ama artık ağlayamıyorum. Yaradan’ın sonsuzluklar okyanusunda yüzen bir kabulleniş hatta teslimiyet. Yüreğimden kopardığı ve asla geri vermeyeceği  dev parçayı umursamazca götüren sevgilinin ardından son bakış. Bir daha karşılaşamayacağımız aşkın topraklarından bilinmeyene yerçekiminden uzak bir yürüyüş... Her gün yanımda olsa da artık onu hiç göremeyecek, sesini hiç duyamayacak olmanın verdiği dayanılmaz hasret… Sonsuza uzanan bir veda... Sadece aşık olanların düştüğü, gözlerimin tanımadığı derin bir karanlık... El yordamıyla aranacak yarım bir kainat...

Dünyadaki tüm kadınlar sevilebilir, ben hariç!

Söylediği her söz, her gülüş, anlattığı her hikaye, attığı her adımda mutlaka düşecek karanlık bir çukur buluyordum. Üstelik dibini göremeyeceğim kadar derin çukurlar…Çoğunlukla ummadığım anlarda, beklemediğim yerlerde yuvarlanıyordum. İnsanlığın son derece olağan saydığı kelimeler benim için ağırlığı taşınamaz kayalara dönüşebiliyordu. Hemen bir örnek verebilirim: “Senin gibi sevdiğim bir arkadaşım…” Bu cümlelerin sonunu duyacak nefesim kalmıyordu zaten…Yine sevilmeyen kadınım! Dahil olmadığım hayat planları, arkadaş buluşmaları, tatiller, kararlar, gitmeler, gelmeler, dedikodular…

Dünyadaki tüm kadınlar sevilebilir, ben hariç! Her kadın ve erkeğe aşık olunabilir ben hariç! Bazen sevilebilecek özelliklerimi sıralamaya çalışırken buluyorum kendimi. Ben bile unutmaya başladım. Neydi sevdiklerim, neydi beni sevilebilir kılanlar, neden sevsindi beni? Sanki bütün dünya birleşmiş en öne de bu yakışıklı geçmiş asla sevilemeyeceğimi anlatıyordu. Gözlerindeki en ufak onay, en ufak takdir, iltifat kırıntısı can suyu gibiydi, gözlerini ve dudaklarını gözler olmuştum. Tabii benim karşıma sevgiyi, kadını, aşkı anlatmakta en cimri adam çıkmıştı, güzel bir kadın olduğuma dair minik bir hece bile yeterliydi. O hece hiç gelmedi…

101 Dakika 86 Saniye!

Ok yaydan çıkar ve havada kalır mı? Yüreğimi delip geçmek isteyen ağır, kararlı, mağrur oku tutabilmek için tüm gücümü kullanıyorum. Bir yandan da atmasın diye avucumun içindeki kalbimi saklamaya uğraşıyorum. Aşık mı oldum, olimpiyata mı hazırlıyorum inanın bilmiyorum...Arka sokaklarda direne direne yaşamaya çalışırken, bugün ayağımın altındaki toprak da çekildi.

Karşımdaki yakışıklı kainatın en güzel ses tonuyla bensiz gideceği Bodrum’da nasıl yüzeceğini anlatırken, gözümde canlanan tek şey, bir anda beliren hortumun denizdeki herkesi çil yavrusu gibi dağıtmasıydı. O orada Zeus gibi dolaşacak, ben de burada Hera gibi delirecektim... Bize aşkı böyle anlatmamıştı büyüklerimiz, filmler, şarkılar... Hani herkes gülüyordu, herkes mutluydu, herkes seviyordu hani? Hiç kimse onun yokluğundaki 21 gün boyunca, sesini duyduğum 101 dakika 86 saniyenin her salisesinin beni ruhuma bağlayan altın iplikler olduğunu söylememişti...

 

Yazının devamı...

Aşkı dünya alfabesiyle anlatamıyorum…

Oturduğum taş basamağın soğukluğunu, bacaklarım uyuşmaya başladığında fark ettim. Ait olmadığım apartmanın kapısında sessizce ağlarken, yanımdan geçen komşuların söylediklerini duymuyordum ama gözlerindeki merak, acıma, üzüntü hepsini görüyordum. Aslında “sevdiğim yukarıda evdeyken, aşka en yakın durabileceğim yer burası, daha uzağa gidemem” diye sessiz çığlıklar atıyordum, işitmeyen onlardı.

Sabaha sadece bir kaç saat kalmıştı, bundan böyle ona ancak bu kadar yaklaşabileceğimi düşündükçe, gözlerimin yaşını durduramıyordum. Biliyordum ruhunun, kalbinin muhteşem parçalarında ben vardım ama o sesi duymuştum, yüreğimi kavuran, beynimi donduran “çıt” sesini...

Kalp kırılır mı diyenlere inat, nadide bir porselen gibi, incecik bir bardak gibi sessizce kırılıyordu ve belli, belirsiz sadece aşık olanların duyabileceği bir “çıt” sesi çıkıyordu. Akıl, mantık, şuur uçmuştu, onun ayağının bastığı bu merdivenlerde benim için kainatların dönüşü durmuştu. Aşk; güvendi, gitmeyeceğini bilmekti, ne olursa olsun arkasında durmaktı, kendini anlatmak zorunda kalmamaktı. Hayat tam bu noktadan vurmuştu. Hançer iki kişiye de saplanmıştı artık. Gün ağarırken, aşk, akan kanlara baka baka  her zaman ki gibi kazanmıştı. "Bu kadar çok mu seviyorsun beni" diye sorsa, ben de dünya alfabesiyle anlatamam desem….

Bu nedenle en çok 14 Şubat’ları severim ben…Deli gibi severim derim, delisin derler, ben de 14 Şubat’larda iğneyle kuyu kazarım neden deliyim diye…Kan damlar benim aşkımdan, yolumu kaybederim, aklımdan şüphe ederim, yüreğim aşk edeni arar, sonsuzlukta, sınırsızlıkta ayağım yere basmaz, koşul, menfaat, yargı, sorgu nedir bilmem.. Kalbimin olağan ritmi budur…14 Şubat’larda herkese bakarım onların da böyle midir diye….Herkes başka yaşar aşkını, hepsi doğrudur. Akıllı insanlara özenirim, keşke benim de ayağım dünyaya birazcık basabilse derim…

Türkiye’nin en iyi astrologlarından Seçkin İlbuğa, bunları söylerken kahkahalarla güler bana: “Maalesef zor biraz. Sen mitolojiye konu olacak kadar yüksek seviyorsun aşkı, zaten sana yakışıyor da…” Nerden biliyorsun dediğimde, astroloji haritalarımız her şeyi anlatır der. Seçkin, Oğuzhan Ceyhan ekolünden yetiştiği için sadece alyans soranlara çok güler hatta beraber güleriz. Doğum haritalarımız parmak izimiz gibi bize özeldir ve aslında kendimizi tanıyabileceğimiz o kadar çok bilgi verir ki…

14 Şubat’larda bu bilginin peşine düşerim ben…Kimi, nasıl severim sorusuna cevap ararım. Seçkin yardım eder bana: “Aşka söz verip gelmişsin hayata.. Haritanda kadim dönemlere ait aşk akdi var. Hayatı aşk yoluyla öğrenmeyi seçmişsin. Kendinle bağ kurdukça, kalbin derinleşen izlerin peşinde koşuyor. Rotayı kaybetmenin, aklından şüphe etmenin sebebi bu. Yaradan’a verdiğin söze sadıksın.” Eyvah ne olacak yani? “Sen kadar aşk edeni bulmadıkça rahat etmeyecek yüreğin” diyor Seçkin. 14 Şubat için bu iyi bir haber mi, kötü mü bilemedim. Elbet benim gibi bir deli vardır diye avunuyorum….

Anlamadığım bir şey var, astrolojide Venüs aşkı simgeler, aşkı nasıl yaşadığımızı, nasıl algıladığımızı anlatır. Venüs’üm Başak’ta yani benim çok aklı başında biri olmam lazım, mükemmeliyetçi olmalıydım, aşkı da ayaklarım yere basarak yaşamalıydım tam tersiyim bu nasıl oluyor “ Aşkta ki mükemmeliyetçiliğinin  dünyasal değerlerle hiç ilgisi yok mükemmellik talebin ruhsal aşk düzleminde” diyor Seçkin. Venüs Başağa meydan okuyorum aslında bütün haritama okuyorum….

Doğarken aşk yıldızlarıyla donanarak gelmişim, yine haritadan öğreniyorum ki, zihnimin bu kadar genç olmasının sebebi de bu aşk yıldızlarıymış, neyse ki ölene kadar da böyle…

Oğuzhan Ceyhan Ekolü’nden Seçkin İlbuğa


Yazının devamı...

14 Şubat’ta Sırat’ı geçmek…

14 Şubat yaklaşırken hep kalbimi düşünürüm, onunla olan yakınlığımızı, gizli gizli ağlamalarımızı, birlikte yuvarlandığımız karanlıkları, milyonlarca kez kırıldığımız anları, kıskançlıktan yanan ateşlerimizi, birbirimize sarılıp korkuyla titremelerimizi, ikimizin sonsuza dek sürecek yol arkadaşlığını…

Her yer kızarıp, herkes el ele gülüp, kalp pizzalar peşinde koşarken biz kalbimle hep aşkın eksik parçalarına bakarız. O nedenle ben 14 Şubat’ı çok severim. Aşk kendini hatırlatır, havada yayılır, herkes kendi kabına göre alır…Benim kabıma hep incecik sırattan geçmek düşer.. Bir yanı cennettir, bir yanı cehennem…Herkes sevişmek için beklerken, ben yüzleşmek için beklerim. Ruhun o kadar incecik iplikleri kopar ki aşkta, karşımdaki insan hiçbir anlam veremez neden yandığıma. O yüreğimdeki hayal ortağımdır, saçma sapan bir iş konusunda bir başka kadınla hayal kurduğunu öğrenirim, sırata asit dökülmüş olur. Bazen düşerim de cehennem tarafına…

İşte bu anlarda yine güzel yürekli kadınlara sığınırım ben. Siz tanıyor musunuz bilmem, Twin Flame isimli Youtube kanalı olan Yeliz Albayrak, benim gibi aşka inananların yanındadır hep. Kendisi Avusturya’da mühim bir müdürdür ama konu aşksa tüm dünyaya yetişir. İkiz ruhu, eş ruhu tanır. Kartlarla konuşur, kartları konuşturur. Gecelerin ağırlığında Yeliz’in videolarının kapısına kıvrılırım, aşkın kıvılcımını avuçlarımda saklarım, sönmesin diye çabalar, dururum. Bazen dünyanın her bir yerinde tüm kadınlar hep birlikte ağlarız. Her gözyaşında O’na biraz daha yaklaşırız.

Ben ikiz ruh tanımını ilk olarak Şems ve Mevlana’nın sevgisinde öğrendim. Mevlana biliyoruz ki, Mesnevi’yi yazma göreviyle gelmiştir bu dünyaya… Ama bir türlü başlayamaz. Ne zaman ki Şems ile tanışır, sevgi frekansının Arş’ın da üstünde olduğunu fark eder, bu öyle bir sevgidir ki, sadece bedenle açıklamak imkansızdır. Aşkın Yaradan’a varmıyorsa, aşk değildir o…

Yeliz’le de konuşuruz hep, egoyu nasıl parçaladığımızı, koşulsuz sevgiye ulaşmak için Sırat’taki halimizi… O benim sevdiğim adamla aramdaki derin bağı ilk günden beri kırık Türkçesiyle söyler, durur. Ben kaçmaya çalıştıkça, Sırat’ta geriye düşerim. Yeliz’in kartları aşktan kaçamayacağımızı, sevdiğim adamın kalbinin panzehirinin de benim aşkım olduğunu söyler. Aşkın taraflarının kalpleri iyileştiğinde, kalplerin Bir olabileceğini konuşuruz. İşte bu nedenle severim ben 14 Şubat’ları…

Yazının devamı...

Göz gözü görür, öz gönlü tanır!

Telefonunuza gelen işe dair herhangi bir mesaj, bütün varlığınızı aşkla doldurdu mu sizin? Kendinizi o anda gülerken, severken, oturduğunuz yerde koşarken, uçarken hatta bu dünyadan çok uzaklarda buldunuz mu hiç? Sanki kalbimde hiçbir doktorun göremeyeceği bir krallık var, yüzölçümü asırlara yayılan bu toprakların sahibi, su bile istese tüm krallık aşka hazır vaziyette, selam duruşunda…

Bilgi Kitabı’nda okumaktan her seferinde keyif aldığım muhteşem bir cümle var: Göz gözü görür, öz gönlü tanır! Aşkın kralının tahtı özümüzde bunu anlıyorum da, kralların niye bundan haberi yok? Kıyamet işte burada kopuyor. Kan, nefret, gözyaşı, kıskançlık , kavga, reddediliş, havada uçuşan bıçaklar…Aşk insanı siler mi bu hayattan? Siler…Peki silerken onarır mı? Onarır.. Evet aşk silerken onarır insanı…

Bana göre insan kendini sadece aşkla, aşıkken tanır…En berbat yüzünü de, Allah’a kavuştuğunu da aşkla görür. Tabii ki böyle yazıldığı gibi kolay değil çok iyi bilirim. Ben de çok dibe vurdum, diplerde yaşadım ama her seferinde kadınlığıma şükrederek çıktım en yükseklere…

Bizim mahallede Moda’da bir spor eğitmeni var Göker Yıldız, aşk acısına iyi gelecek bir dövüş sanatını insanlara öğretiyor: Capoeira. Göker Hoca dansçı olduğu için dansı, aşkın acısı ve yüceliğiyle, aynı ritimde görüyor, bu konuda Aşkı Dansla Yarat workshopları düzenliyor. Bu workshopların en can alıcı bölümü Capoeira dersleri…

Capoeira Brezilya kökenli dans, spor ve müziğin iç içe geçtiği bir dövüş sanatı…Ben deneyimlerken kendimden geçtim. Turuncu Kuşak sahibi Göker Hoca’ya sordum, nedir bunun sırrı: “Aşk her zaman gül bahçesi vaat etmiyor…Tıpkı hayat gibi…Brezilya dövüş sanatı Capoeira, aşkta zarafetle dövüş sanatını öğretiyor. Birbirini kırmadan, dökmeden, hançerlemeden…İnsana ilahi olan muhteşem tarafını öğreten aşk bu süreçte elbette bizi zorlayabiliyor, zaten aşkın kolaylıkla yaşanacağını kim söyleyebilir ki…Karşımızdaki insanda Allah’ın varlığını kabul etmeyi öğreniyoruz, elbette zorlanabiliriz. Bu süreçte Capoeira gibi aşk, sanat, spor, estetiğin iç içe harmanlandığı çalışmalardan yararlanabiliriz.”

Peki nedir Capoeira?

Capoeira; 16. Yüzyılda, Brezilya’da doğan bir Afro-Brezilyan savunma sanatıdır. İçerisinde müzik, eğlence, dans, akrobasi, savunma gibi öğeleri barındıran çok yönlü bir spor olarak nitelendirilebilir. Brezilya’da çalıştırılmak için Afrika’dan getirilen kölelerin, dövüş idmanı yaptıklarının anlaşılmaması için dans ile harmanladıkları bir özgürlük çabası olarak ortaya çıkmıştır. Capoeira’nın tarihi çok eskiye dayanmakla beraber yıllar içinde modernize olmuştur. Zaman içerisinde şekil değiştirmiş ve öncesine nazaran daha akıcı ve estetik bir hale gelmiştir.

1. Capoeira, öncelikle sporun ve sanatın buluştuğu, mükemmel bir kardiyovasküler çalışmadır. Dolaşım sistemimizin daha iyi çalışmasına yardımcı olur.

2. Capoeira, diğer dövüş sanatlarına göre, zorlayıcı hareketlere sahip olduğu için vücudun sınırlarını zorlar, gücü, dayanıklılığı, esnekliği ve çevikliği arttırır.
3. Stratejiye dayalı bir spor olduğu için kriz yönetimi ve hızlı düşünme yetilerini geliştirir.

4. Capoeira; bireysel bir spor değildir, bu nedenle sosyalliği arttırır, iletişimi kuvvetlendirir.

5. Müzik ile birlikte icra edilir, bu nedenle ritim kulağını geliştirir ve eğlendirir

6. El –kol senkronizasyonunu geliştirir.

Kurumsal çalışmalarda, Capoeira yapan insanlar, bir yandan bedenlerinin sınırlarını zorlarken, bir yandan da büyük bir zarafet ile karşısındaki diğer insana sonsuz bir saygıyla yaklaşır. Bir dövüş sanatı olarak, kişinin gücünü, dayanıklılığını, esnekliğini, çevikliğini arttırırken, hayata, doğaya, canlılara zarar verme fikrinden tamamen uzaktır. Capoeira çalışmalarına katılanlar, bu umulmadık birleşimleri gördükçe, çok etkilenirler, çevrelerindeki insanlara yaklaşımları tamamen değişir. Kısa sürede özgürleşmeye başlarlar, artık diğer insanların sözlerinin, davranışlarının önemi kalmaz, kişi kendisiyle baş başadır ve huzurludur.

Kimler Capoeira yapabilir?

Hareket edebilen ve kronik sakatlığı olmayan her birey Capoeira yapabilir. Capoeira da her yaş grubundan insana hitap edecek bir yan bulunabilir ve yürüyebilen herkes Capoeira yapmayı öğrenebilir.

Göker Yıldız

 

Yazının devamı...

Aşkın matematik hesabı olur mu?

Yüreğinizde aşkın alevi yanıyorsa, her yol mutlaka aşka doğru çıkar. Evet, yakar, kavurur hatta kül olursunuz ama bilirsiniz ki, hayat her şeyden çok aşkla anlam kazanır. Hele benim gibi güney ay düğümü aşk evinde olan bir akrep kadını için yaşam aşkla keşfedilir, aşkla üretilir, aşkla kazanılır, canlının kıymeti aşkla bilinir. Benim zavallı kadın arkadaşlarıma da hep beni teselli etmek düşer. Çünkü aşk bu bazen karşılıklıdır bazen de değildir…

Birkaç gün önce Türkiye’nin en iyi astroloji eğitmeni ve astrologlarından arkadaşım Seçkin İlbuğa ile konuşuyorduk. Dedim “sence ben deli miyim, neden beni istemeyen bir adama aşık oldum, hani aşk ortak alandı”… “Doğum haritana bakıldığında, bu adam zaten geçmiş yaşamlarından gelen aşık olduğun adam” demez mi? Birden çok şaşırdım aşkın matematik hesabı olabilir mi? Evet olabiliyormuş. Üstelik edindiğim bilgileri duysanız, inanamazsınız, karşınızdaki erkeğin daha önceki yaşamlarda karşınıza çıkıp, çıkmadığı, sizinle sevişmek isteyip, istemediğini ya da sevişirseniz, nasıl bir aşıkla karşı karşıya olduğunuzu, doğum haritanız size anlatabiliyormuş. Ben kendiminkini biliyorum. Darısı sizin başınıza…

Doğum haritasının ne olduğunu hepiniz biliyor musunuz? Dünyaya geldiğimiz, ilk nefes aldığımız anda gökyüzündeki gezegenler ve yıldızların hareketi sanki o an duruyor ve size bir yol haritası çıkarıyor. Bu harita size sizi anlatıyor. Gökyüzünün bir kimlik kartı gibi. Matematik hesabıyla hazırlanıyor. Seçkin benim kimlik kartıma baktığında sadece rakamları görmedi, hissiyatı yüksek olduğu için haritaya klasik astrologların başladığı noktalardan değil, en yaralı olduğum alandan başladı.

Yok üzülmeyin en yaralı alanım aşk değilmiş, haritamdaki Chiron sosyal çevrem, içinde bulunduğum grup, dernek ve organizasyonlar evimdeymiş. Chiron’un ne olduğunu öğretmenimiz Seçkin’e sordum verdiği bilgiler bana çok ilginç geldi, size de aktarıyorum, astrolojiyle ilgili bilgiler vermeye devam edeceğim : “Dünyanın tek tarafına anlam yükleyerek, diğer doğamızı bilmek dahi istemeden, reddeden, inkar eden sahiplenmeyen, kınayan, hatta su yüzüne çıkmasından korkan tarafımız. Korkan, çünkü o kadar uzun zamandır yok saydığımız bu alan, karşılaştığımızda da en çokta bizi şaşırtacak olandır. Karanlığımıza ışık tuttuğumuzda ve dengeleyen diğer tarafımızı aradığımızda alt doğamız da şifalanır, dönüşür, yüksek insan doğamızla barışır. Varoluşdaki her şeyin eşit ve zıt bir tamamlayıcısı vardır. Chiron şunu görmemizi ister: Her aşırılığın bir kusuru vardır. Her kusur daha fazla olmaktır. Her kazandığımızın içinde bir kayıp, her kaybın içinde bir kazanç vardır. Her güzelin bir kusuru, her kusurun bir güzelliği olduğu gibi. İşte Chiron bunu anlatmaya çalışır. Eksikliğiniz, yaranız, sizin güzelliğinizdir der aslında. Her şey, herkes olması gerektiği gibidir. En temelde de mevcudiyetimizin bir biçim ve içerik gerekliliği ve zorunluluğu, sabit bir formu yoktur. Chiron kendini olduğun gibi görebilmeni, gördüğünü (maddesel ve ruhsal) hırpalamamanı ister, çünkü insan bütün haliyle şahanedir, biriciktir, özeldir, buna mecbur da olmadığı halde. Geriye kalanların tamamı algıdır, dualitede boğulmaktır. Birliği görebilmek, bütüne dahil olabilmek şifamızdır. Şifalandığımızda dünya değişir.Biz değiştirdiğimiz, tamir ettiğimiz veya yok ettiğimiz için değil, olanı oluğu gibi görmeye başladığımız için.

 Chiron, doğuştan bilinçaltında getirdiğimiz, kendimizde göremediğimiz,  fakat başkasında gördüğümüzde sahip çıkıp, sarmaya çalıştığımız yaralarımız ile ilgilidir. Çocukluktan itibaren aynı yaralanmaları yaşar ve hayatımıza da aynı yaralara sahip kişileri çekeriz. Onlara şifa oldukça kendi yaramızı sarar, kendi içimizdeki kanayan yarayı iyileştirmeye çalışırız. Ruhun özgürleşmesini engelleyen yaralar bir başkasına şifa oldukça sarılır ve ruh özgürleştiği kadar özüne yaklaşır. Chiron, inançla birlikte gelen şifadır ve maddesel alandan ruhsal alana geçiş kapısının da anahtarıdır. Ödül bu yaraların tamamen iyileşmesi değil, bu yaralarla uğraşırken öğrenip, öğrettiklerimizle büyüyüp yaşamayı öğrenmektir. Esas yara güvenin yara alması, şifa ise farkındalıktır. Hayatının mükemmelliğine kademeli bir  uyanış, hastalığın iyileşmeye giden yol olduğunu idrak edebilmektir.

Yazının devamı...

Kalbim Seni Dinlemeyi Reddediyor…

Kadınsanız, aşıksanız, Türkiye’de yaşıyorsanız, fal baktırmayı da çok seviyorsunuz demektir. Ben diğer ülkeleri bilmiyorum ama memleketimin kadınlarını çok iyi tanıyorum, eğitimi, güzelliği, zenginliği, mesleği, medeni hali ne olursa olsun, aşıksa, aşık olmak istiyorsa, ya kahve kapatılır ya doğum haritalarına bakılır ya da bir tarot açılır.

Ben de çok güzel bakarım, arkadaşlarım da bana bakar…Son gecelerde, Youtube’da tarot fenomenlerini takip etmeye başladım. Önce hepsinin “aklımdaki kişi” başlıklı açılımları dikkatimi çekti. Tüm kadınlar platonik aşk mı yaşıyordu, karmaşık ya da herkes ayrıldığı erkeğimi düşünüyordu, bozuldum biraz. Kadınların çok mutlu olmasını istiyorum, üzülmesinler doya doya kadınlıklarını, yaratıcılıklarını yaşasın istiyorum.

Ama her zaman olamayabiliyor, benim de “aklımda bir kişi” var. Çok pis reddedildim. Adam benden başka herkesle ilgilendi. Herkese yürüdü, bana da saygı duymaya devam etti. Ben bu duruma deli oluyorum tabii.. Bir de serde akreplik var. Adamı çok sevmesem intikamım acı olacak. Mevlana felsefesini benimsemiş biri olarak, olgun davranmaya çalışıyorum.

Dayanamadım, en sevdiğim Youtuberlardan birine tarot baktırdım, nasıl geçtiğini  size de anlatayım. Hayriye Taş ile Astroloji isimli 50 bin kişinin takip ettiği bir kanalı var. Hayriye aynı zamanda astrolog, reiki master ve yaşam koçu. Hayranım kendisine gece, gündüz canı kaçta isterse, gecelik, sabahlık kameranın karşısına geçiyor. Yumuşacık sesi, sakin hali ile evimizdeki dostumuz, hep kadınlara destek…Eğer kartlarda erkeklerin sapıttığı falan çıkarsa, erkeklere verip, veriştiriyor. Geceleri seyrederken çok eğleniyorum. Tutmasak, hepimizin yerine adamlara dersini verecek.

Adam sevişmeye çok meraklı ama aşık mı, Allah bilir!

Hayriye’ye tarot baktırmakta kararlıyım ama randevu bulabilene aşk olsun…15 dakika bakıyormuş, gündemdeki konu neyse onu soruyorsun. Gece gündüz randevular dolu, sağ olsun vakit ayırdı. İnanın tahmin etmediğim kadar heyecanlandım. Aklımdaki kişinin adını sordu ve kartlarla ona sorular sordu, havaya girdim tabii bende..

Fakat benim falım tam bir dramaydı, adam beni seviyor, saygı duyuyor, değer veriyor, sevişmek istiyor ama aşık değil! Hayriye beni öldürseydin daha iyiydi, tepemden aşağı dökülen kaynar suların arkası kesilmiyor, en ufak bir umut yok ve eğlenmek için girdiğim tarot macerası benim için karanlık bir çukura dönüştü.

Hayriye en başta bu tür çalışmaların farkındalık için yapıldığını söyledi ama sen bunu gel de benim yüreğime anlat. Tek teselli, beni seksi buluyormuş, neyse bari! Bunlar yetmiyormuş gibi demez mi, sende eril enerji çok yüksek, adamlar senden kaçıyor. Kendimi neyle kessem bilmiyorum. Dişil enerjiyi artıracak çalışmalar yapacakmışım, kararlıyım, çok yakında yepyeni bir aşkla Hayriye’nin ekranının karşısında olacağım!

 

Yazının devamı...

Para Peşimi Bırakmıyor...

Merhaba değerli okurlarım;

Yaklaşık 1,5 yıl önce yaşam koçum Hakan Arabacıoğlu ile başladığım, “Para Nasıl Kazanılır” konulu çalışmam devam ediyor. Benden haber alamadığı için kızan, küsen, sitem eden, soru soran, danışan okurlarımdan özür diliyorum. Ancak para ile olan ilişkimi fark etmem, para kazanmama engel olan inançlarımı belirlemem ve bunları değiştirebilmem, bir anda olamadı. Sabırla, deneyerek, kutlayarak, çalışarak, kendimi takip ederek, para kazanma alışkanlıklarımı ciddi biçimde değiştirdim. İsterseniz neler oldu, biraz konuşalım, hatta para kazanma formülü oluşturmaya çalışalım.

1. Öncelikle para kazanabileceğimi kabul ettim.Yakın zamana kadar sadece bir işyerinde, kadrolu olarak ve deliler gibi çalışırsam, para kazanacağımı sanıyordum. Aksi halde paranın geleceğine ihtimal dahi vermiyordum. Zaten bir süre sonra kendimi parçalasam da para gelmemeye başlamıştı. Hakanla yaptığımız çalışmada, ilk adımda, “Ben kendi işimi kurarak da para kazanabilirim” demeye başladım, ardından kısa sürede, “Az çalışırım, değer yaratırım, çok kazanırım” demeye başladım. Gerçekten gelirim her ay katlanarak büyümeye başladı.

2. Sevdiğim, hayal ettiğim, inandığım işleri yaptım, para yanında hediye gibi geldi.Pek çoğunuz biliyorsunuz, ben İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okumuş, yıllarca Hürriyet’te çalışmış eski bir gazeteciyim. Yani şu anda yaptığım işin mesleğimle de tahsilimle de hiçbir ilgisi yok. Ancak perakende sektörünü, marka yönetimini o kadar çok seviyorum ki, her tür yeniliği, gelişmeyi keyifle takip ediyorum. Pazarlama iletişimi alanında eğitim de gördüm. Ancak okuduğum, öğrendiğim değil hayal ettiğim işleri yapmak istedim.

Türkiye’de özellikle tekstil ve hazır giyim sektöründe çok güzel şeyler üretiliyor. Bu topraklarda üretilen güzel şeylerin muhteşem markalara dönüşebileceğine yürekten inanıyordum. Ancak benden başka kimse inanmıyordu. Anladım ki, eğitim vererek ya da sadece danışmanlık yaparak hayal ettiğim markaları yönetemeyecektim dolayısıyla para da kazanamayacaktım.

2012 yılında muhteşem bir ürün ve marka sahibi ile tanıştım. Organik bebek bodyleri dünya çapında kaliteye ve belgeye sahipti. Ancak ufak paralara, ucuza mal satan İnternet sitelerinde piyasada tutunmaya çalışıyordu. Bana verecek paraları da yoktu. Danışmanlık ücreti almadan, marka yönetimi yapmaya karar verdim, hayal ettiğim yoldan gidecektim. Yaklaşık bir hafta sonra bodyler Beymen’de ve Harvey Nichols’ta satılmaya başladı. Bu çalışma kulaktan kulağa duyuldu, üreticiler beni dinlemeye başladı. Müşterilerimin bana değil, aslında kendilerine inanmasını, kendilerine değer vermesini sağladım. Bu ilişkide, ben de değer ürettim ve kazanmaya başladım.

3. Çalışmalarımı tanıtmaya başladım.Evet özellikle son 5 yılda marka yönetimi alanında, bireylere, üreticilere çok hizmet verdim. Ama bunu sadece ben ve onlar biliyorduk. Bunu çıkıp, anlatabilmek benim için imkansız gibi bir şeydi. Marka yönetimi alanında çalışmaya başladıktan 2 yıl sonra web sitem www.markaniyonet.comu hazırlayabildim. Onu da 3 yıldan sonra ancak yenileyeceğim.

Hakanla çalışmamız başladıktan sonra yavaş yavaş çalışmalarımı etrafımdaki insanlara anlatmaya başladım. Markanı Yönet’in Instagram hesabına gayet acemice çekilmiş toplantı fotoğrafları, ürünlerimizi sattığımız mağazaları, müşterilerimle olan kutlamalarımızı tamamen aile fotoğrafı gibi koymaya başladım. İnanılmaz bir geri dönüşüm oldu. Öncelikle insanlar Galeries La Fayette, Beymen, Vakkorama, Harvey Nichols gibi dünya devlerinde satış yaptığımızı fark ettiklerinde, sorular sormaya, teklif istemeye başladılar. Yakın zamana kadar hiç telefon çalmazken, insanlar Türkiye’de pek alışkın olmadıkları türdeki satış, pazarlama, marka yönetimi çalışmalarımın ayrıntılarını öğrenmek için beni aramaya başladılar.

4. Danışmanlık ücretimi belirledim ve yüzüm kızarmadan söylemeye başladım. Evet tuhaf görünüyor değil mi? Tuhaftı zaten. Markaları uluslararası lüks perakende zincirlerine yerleştiriyor, pazarlamalarını yapıyor ama kaç para isteyeceğimi bilmiyor hatta doğru düzgün para bile konuşamıyordum. Öncelikle yarattığım değeri, sonra bir danışman olduğumu ardından çok iyi iş yapan bir danışman olduğumu kabul ettim. Evet mükemmel değildim, kitaplarım yoktu, kendi markamı zor yönetiyordum ancak Türkiye’de kimsenin aklına gelmeyen, inanmadığı operasyonları yürütüyordum ve birlikte çalıştığım insanlar çok mutluydu.

Günlük ücretimi belirledim, pahalı bulan oldu, ucuz bulan oldu. Düzenli çalışan müşterilerime indirimler yapıyorum, müşterilerimin bütçesini dikkatle harcıyorum, hepimiz kazanıyoruz.

5. Bugün müşterilerim için ne yapabilirim? Yaşam koçum Hakan Arabacıoğlu ile yaptığımız görüşmelerde, danışmanlık yaparken en zorlandığım konulardan biri, dikkatimi verebilmekti. Yani iş nereden başlayacaktı, nerede bitecekti? Hele evde çalışıyorsam, verimli çalışmak gerçekten kolay değildi. Hakan bana bir formül öğretti: Dikkatim dağıldığında, Moda’da evimin yanı başındaki kafelere gidip, çalışıyordum. Ardından her gün dükkan açar gibi, “Bugün müşterilerim için ne yapabilirim” sorusu ile güne başladım. Bu soru bende alışkanlık haline geldi. Sürekli onların adına hayaller kuruyorum. Kurduğum her hayal, bir iş önerisine dönüşüyor.

Her ay onlara özel bir program hazırlıyorum. Hiçbir müşterimin programı diğerine benzemiyor. Bazen de ortak programlar hazırlıyorum. Onları düşünerek, ortak masraf yaparak, maliyetleri düşürerek herkesin kazanmasına çalışıyorum. Bir örnek vereyim, bu ay ihracat çalışmalarına başlıyoruz. Ancak bu ihracat çalışması bilinen fason tekstil ürünlerinin değil, markalı, katma değerli bir ihracat çalışması olacak. Benimle çalışan markalarımı Ortadoğu ve Avrupa’daki lüks perakende zincirlerine tanıtmaya başladım.

6. Her şeyi bilmem, her şeyi yapmam gerekmiyor. Yukarıda anlattığım markalı ihracat çalışmasını aslında son 5 yıldır hayata geçirmek istiyordum. Ancak sürekli bir mazeretim vardı: “Çok iyi İngilizce bilmiyorum, Fransızca konuşamıyorum, Arapçam yok, Gümrük mevzuatından anlamıyorum. vs vs” Bana göre danışman, Super Man gibi bir şeydi, her şeye yetişir, her an yanında olurdu. Sonra baktım ki, markaların ihtiyaçları her gün artıyor ve benim yetişmem mümkün değil, her şeyi bilmem de imkansız. Ancak koordine edebilirim, delege edebilirim, işbirlikleri yapabilirim diye düşünmeye başladım. Şimdi işbirliği yaptığım bir çok dostum var. Birlikte çalışıp, birlikte kazanıyoruz hatta barter yapıyoruz. Asıl kazanan müşteriler oluyor.

7. Pasif geliri öğrenmeye çalışıyorum. Para nasıl kazanılır çalışmamız ilerledikçe, kendimle ilgili, iş hayatıyla ilgili pek çok şeyi öğreniyordum. Eski bir gazeteci olarak telif kazanmayı bilirim. Ama teliflerin pasif bir gelir şekli olduğunun hiç farkında bile değildim. Pasif gelir elde etmeye niyet ettiğimde, satışlardan komisyon almaya karar verdim. Danışmanlık ücreti aldığım için komisyonları piyasadan düşük tuttum. Böylece müşterilerimi rahatsız etmeden, az da olsa pasif gelir kazanmaya başladım. Şimdi bunu sürekli kılmak için projeler üretiyorum. İhracat çalışması, pasif gelir elde etmek için de iyi bir yol olacak.

8. Sürekli üretiyorum.Çalıştıkça, para kazandıkça daha fazla üretiyorum. Çünkü insanlarla daha fazla beraberim, piyasayı sürekli takip ediyorum. Kendim için de marka tescilleri yapıyorum. Sadece marka danışmanı olmak değil, bana keyif veren, beni özgürleştiren yeni işler de öğrenmeye çalışıyorum.

Para Nasıl kazanılır çalışmamız devam ettikçe, öğrendiklerimi sizinle paylaşmaya devam edeceğim…

Sevgilerimle,

Ayşegül Kartal

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.