SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Habercinin aklı başında olanı makbuldür

Oğlumla ilgili bir sağlık sorunuyla ilgili birazcık bilgi sahibi olabilmek adına, internet üzerinden araştırma yapmak gibi bir gaflete düştüm. İçine girdiğim dünya, adeta içinden çıkılmaz bir hal alınca, nasıl terk edeceğimi bilemedim! Herkes deneyimini paylaşıyor, özel reçeteler veriyor, sonuçları konusunda kesin ve net cümleler kurarak, beşlik simit gibi arkalarına yaslanıp kurulmuyorlar mı, deli oluyorum! Azıcık kansam, oturup not alacağım, ve derhal uygulayacağım. Ancak medyada okuduğumuz onlarca ölüm, onlarca sağlığını yitirmiş kişi hikayesi hep böyle başlıyor; “internet üzerinden görmüştüm”, “zararsız sanmıştım”…

Son yıllarda sağlık üzerine yapılan haberlerin incelendiği, doğru ve yanlışların belirlendiği, internet haberciliği içerisindeki sağlık haberciliği ve sosyal medyadaki sağlık haberciliği konularında çalıştaylar, workshoplar yapılıyor, hepsi de şahane şeyler söylüyor. Evet her şeyden önce biz annelerin, büyüklerin ya da vatandaşların sorumluluğu var. Bilgi edinirken nereden olduğuna dikkat etmeliyiz. Referanslara bakmalıyız. Uyanık olmalıyız! Peki ev sahibinin hiç mi suçu yok! Var elbette… bu haberi yapanlar, onaylayanlar, servis edenler, sosyal medyaya yayanlar… Bu zincir içerisindeki tüm halkalar sorumlu. Bu sebeple işte gazetecilerin özellikle dikkat etmesi gerek. Nasıl ki bir doktor hastasının sağlığı noktasında en üst düzeyde sorumluysa ve en ufak bir yanlışa tahammül yoksa, sağlıkla ilgili haber yapan bir gazetecinin de aynı hassasiyeti taşıması, inanmadığı, sorgulamadığı haberleri yaparak, toplumu yanlış yönlendirmeye, bilgi kirliliği yaratmaya hakkı yok!

Bu konuda çok ciddi çalışmalar yapılıyor. Hatta kimi iletişim fakültelerinde ders olarak okutulmaya başlandı bile. Sağlık iletişimi ve sağlık haberciliği… Bu noktada edindiğim bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Neden önemli dedim? Çünkü, sağlık iletişimi deyince akla “hastalık önleme, sağlık politikası ve yaşam kalitesinin arttırılması ve toplum içindeki bireylerin sağlığı” gelir. Bunların içerdiği sağlık iletişimi ise adeta, önemli sağlık sorunları hakkında kurumsal, bireysel ve toplumsal kitleleri bilgilendirme, etkileme ve motive etme sanat ve tekniğidir. Çünkü, gazetecinin psikolojisi, bakış açısı ve etik değerleri çerçevesinde okuruz o haberi. Sınırı önceden çizilmiştir. Oysa bu sınır çizilirken, o gazetecinin bakış açısı ve vizyonu oluşurken daha meseleye başlamak gerekir. Yani okullarda! Böylece magazin sağlık haberleri yerine gerçek sağlık haberleri okuyabiliriz.

Sosyal medya ise bambaşka bir dünya. Herkes uzman herkes yaşam koçu. Kime güveneceğini bilemiyor insan. Doğru kullanıldığında sınırsız bir güç. Lakin benim gibi içine girdiğinizde kalbiniz sıkışıyorsa bir şeyler doğru gitmiyor demektir. Diyelim ki elinizin üzerinde basit bir beniniz var. Herhangi bir arama motorundan arama yaptığınız taktirde, cilt kanseri olduğunuzu ve Allah korusun 3 aylık ömrünüzün kaldığını düşünmeniz an meselesi! Bilimden uzak safsata çılgınlığı!

Haberin yazım dilinden tutun da, kaynağı, içeriği, bilimselliği dikkatle irdelenmeli. Ha bir de, bir kurumun reklamının yapılıp yapılmadığına dikkat edilmeli.

Açın interneti, tarayın geçmişi. Bakın bakalım internet üzerinden edindiği bilgi sonrasında kendince bir çözüm uygulayan kaç kişi hayatını kaybetmiş, kaç kişi böbreğini, karaciğerini kaybetmiş! Çünkü halk olarak, sağlık okur-yazarlığı konusunda çok çok gerilerdeyiz. Oysa ki bu konu son derece hayatidir. Biraz ağır olacak belki ama, bu ölümlerde sorumluluğu bulunan kaç gazeteci vardır!

Öte yandan, reyting uğruna yurt dışında yapılmış bir araştırmanın henüz ilk aşamasını sanki sonuçlanmış gibi haber yapan gazeteci, kaç vatandaşın umutlarını çalmıştır peki? İşte sağlık okur-yazarlığı düşük olan ülkemizde, iş biz gazetecilere düşüyor.

“Mucize ilaç” ya da “Mucize bitki” yoktur, bilim vardır, zeka vardır, akıl vardır.

Ha bir de, aklı başında gazeteciler olmalıdır!

Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

Cinsiyet ayrımcılığı kimilerine göre “Ete kimlik biçme”, Kimilerine göre geçmişten gelen bir “Öfke”

Eskiden, öğle yemeğini yiyip de kendimi sokağa nasıl attığımı bilemezdim. Yazın o kavurucu sıcağında, koşmaktan dilim dışarı çıkmış halim geliyor da gözümün önüne, su içmek için mola vermezdik ki… Gece yarılarına kadar evin önünde mahalle arkadaşlarımla yakan top, istop, ip atlama, ayı gördüm, misket…. Ne kadar oyun varsa oynardık… Kız oyunu erkek oyunu diye bir şey yoktu. Öyle ki, ben o dönemlerde bir kadın erkek ayrımının farkında bile değildim. Öyle hoşlandığımız çocuk ya da kız diye bir şey yoktu yani. Benim için Soner vardı, Küçük Murat vardı, Büyük Murat vardı, Fuat vardı, Can vardı, İlker vardı, Taner vardı. Onlar için de ben… Haa bir de Hava, Emel, Filiz, Rabia, Fatma, Şengül vardı. Kimsenin kalbi çarpmazdı birbirini görünce, dili tutulmazdı. İsmi garip olduğu kadar da keyifli olan “ayı gördüm” oyununu oynarken söylediğimiz “misafir ol gel bana, börekler açarım sana” marşını icra ederken biz, karşı tarafın “akşam oldu, penceremde, solgun rüzgar esiyor renkler suskun” sözleriyle süslenmiş o güzelim Nilüfer şarkısını patlatması dillere destandır bizim oralarda. Mahalledeki tüm kız ve erkek çocuklarının toplanıp da dans grubu kurmasıyla başlayan “aboneyim abone, biletleri cebimde” dans gösterimizi yoldan geçen arabalara icra ediyor olmamız ise, tam bir fecaat belki de! Geçmişe baktığımda gülümsememi sağlayacak onca anım varken, “bahçeye dalmak” diye bir kavramı yaşadığımızı düşünmek de keyif veriyor şimdilerde. Evet evet, karşı evin bahçesindeki meyve ağacına çıkıp meyve aşırdığımızı da hatırlarım.

Kız erkek karışık, hep birlikte. Taş devrindeki kadınlar gibi, erkekleri avlanmaya gönderip biz kızlar oturup yemek beklemezdik yani. Şimdilerde bakıyorum da, kızlar bir duvarın üzerinde erkekler karşı duvarın üzerinde kendilerine yaratılan bu yeni dünya düzeninde yaşamaya çalışıyorlar. Kızlar okula podyuma gider gibi gidince, oğlan çocukları da arkadaşlık teklifini yapıştırıyorlar. Bizim daha sokakta salya sümük gezdiğimiz dönemlerde, bir kadın ve erkek olarak iki farklı cinsiyetin olduğu gerçeğini henüz idrak edemediğimiz dönemler; siz deyin ilkokul ben deyim ortaokul çağları değişmiş ya şimdilerde. Şikayet edilir, sigara yaşı küçüldü, sevgili olma yaşı küçüldü diye. Belki teknolojinin belki hayat şartlarının belki de ailelerin hayatta kalabilmek adına günlük koşturmacaların artmasının nedenini bilemiyorum ama; zaman çok değişti evet. Ve bir anne olarak kaygılanıyorum.

Belki de geçtiğimiz gün izlediğim bir video beni kaygılandırdı. Bir kreşte çekilen görüntülerde, kızlar bir tarafa oturtulmuş, erkekler bir tarafa. Adına dansa davet denilen saçma bir oyun oynatılıyor. Kızlar bacak bacak üzerine attırılmış, oğlanlar yerde minderde oturuyor. Gelip kızları dansa davet ediyorlar; kızlar bin bir naz, cilve ve afrayla teklifi geri çeviriyorlar. Oğlan çocukları defalarca gelip gidiyorlar. İşin çirkin tarafı da, bunu oyun zannedip çocuklara zorla oynattıran eğitmenlerinin bir taraftan durumu videoya almaları, bir taraftan da kıkır kıkır gülmeleri. Daha 4-5 yaşındaki bir erkek çocuğunun bir kız tarafından o kadar arkadaşının içerisinde aşağılanmasını komik bulan ve dahası kız erkek ayrımını böyle ilkel bir yöntemle zorla çocukların beyinlerine kazıyan bu eğitmenlerin, derhal bir rehabilitasyon merkezinde tedavi edilmeleri gerekir.

Bizler, kadın-erkek ayrımcılığının bu kadar belirginleşmesini, şiddeti, tecavüzü yok etmek için çabalarken, çocuklarımızı teslim ettiğimiz bu kişilerin, her şeyi mahvetmelerini izlediğim o an yıkıldım resmen. Bizim lisede yıllarında oynadığımız oyun sırasında, kızların erkeklere hayır dedikten sonra aldıkları haz ve gönlü kırılan erkek çocuklarının ise şakadan da olsa kafalarını mindere vurmaları ve öfkelenmelerinin nelere mal olabileceğini bilmeyecek kadar dar beyinli kişilerin; değil eğitmen, çocukların 5 metre yakınından geçmelerine müsaade edilmemesi gerekir.

Abartıyor olabilir, bir anne olarak hassas davranıyor olabilirim ama, çocukluğunda aşağılanmış, hor görülmüş, reddedilmiş ve bir biçimde dışlanmış pek çok kişinin büyüdüklerinde tecavüzcü, hırsız, psikopat oldukları gerçeğini ne çabuk unuttuk millet! Son derece masum görünen, ama dikkatli incelendiğinde benim yaşadığım paranoyayı kaç kişiniz yaşacak bilemiyorum ama, cinsiyet ayrımcılığı ile süslenmiş, aşağılanma ile örülmüş bir eğitim, kabul edilebilir değildir.

Oyuncak seçiminden, kıyafet seçimine kadar son derece dikkatli olunması gerekirken, böyle sığ kafalı kişilerin çocuğuma ayrımcılığı aşılaması, önyargı geliştirmesine zemin hazırlaması, kız ve erkek rollerini empoze etmesi, çocuklarımızın sağlıklı bireyler olmalarını engelleyecektir. Çocuklara büyük insan tribi yüklemek, büyük gibi davranmasını sağlamak sevimli olmuyor, aksine antipatik oluyor. Ama bunun da ötesinde, pek çok pedagogun da söylediği gibi; kişilik gelişiminde ciddi tehlikeler yaratıyor.
Bu kimine göre “ete kimlik biçme”, kimine göre geçmişten gelen bir “öfke”.


Bu beyinlerin tedavisi ise mümkün, bu da böyle biline….


AYŞEN ÇATAK YALMAN

Yazının devamı...

SOSYAL MEDYAYA İSTİCAR ETTİĞİMİZ ÇOCUKLARIMIZ VE PAYLAŞILAN FOTOĞRAFLARI

Aslında bu yazı, biraz öz eleştiri, biraz öğüt, biraz deneyim ve biraz da kaygı taşımakta. Ne söylemeye çalıştığımı yazıyı okudukça anlayacak, anladıkça içerisinde kendinizden bir parça bulacaksınız. Farkında olmadan hayatımızı isticar ettiğimiz sosyal medyaya, çocuklarımızı nasıl da “fon” yaptığımızı farkedince, “eyvahların” desibeli, patlatacak beyinlerimizi!

Efendim, kimi zaman kibar kibar, kimi zaman adabına uygun bir biçimde kimi zaman da klavye şövalyeleri gibi paylaşıp duruyoruz, mahremiyetimizde ne varsa sosyal medyada… özgürlük alanımız içerisinde, herhangi bir koşulla sınırlamıyoruz, zorlamıyoruz, düşünce ve davranışlarımızı özgürce yayımlıyoruz. Ha ben çok da kendimiz olduğumuzu düşünmüyorum, o ayrı! Orada başka bizler var. Sen, ben, o… kim varsa haber kaynağına düşen, gösterdiği şey var olanının kendisi değil çoğu zaman… Lakin konumuz bu değil aslında!

Evet eleştiriyorum, kendimi de eleştiriyorum! Ancak lafım işi şirazesinden çıkaracak kadar körleşmişlere, çocuklarının bedenlerini kendine fon yaparak çektirdiği fotoğrafları paylaşanlara. Açın interneti, onlarcasına rastlarsınız… Güya çocuğunu çekip koyuyor ancak başrolde kendisi! Amacı belli; "beğenilme duygusuyla, aldığı kalp sayısıyla tatmin olmak, tıklanma rekoru kırmak, en iyi anne, çocuğuyla ne kadar ilgili bir baba görüntüsü verebilmek..."

Oysa, kesinlikle vahdet içindeki çökmüşlüğünü yenmeye çalışmak… yoksa başka şeyle açıklayamıyorum, ileri derecede prodüksiyona varan teatral sahnelerle çekilen sahnelerde, çocukların yetenekleri ötesinde rollere sokularak zorla fotoğraf ve videoların paylaşılmalarını. Kimi anne babalar kendi bedenlerini siper ediyor, kimi direkt çocuğunu sosyal medyanın yalnızlığına itiyor ama; her ikisi de aynı finale götürüyor bizi; ileride bu pozlardan rahatsız olabilecek çocukların oluşması endişesi.

Ha, içinizde sen sanki farklısın diyenler olabilir, ama üzgünüm başta söylemiştim, bu yazı hem öz eleştiri hem de tavsiye içermektedir diye, o bakımdan lütfen okumaya devam edin, bakın nasıl ilginç tespitler de yapılmış.

Yurt dışında bir çok ülkede üzerinde araştırmalar yapılan bir konu var; “sürekli bir şeyleri paylaşan aile büyükleri” anlamına gelen “Sharenting” için ciddi uyarılar yapılıyor. Bi’kere, çocukların bedenleri üzerinden kendi reklamını yapan anne ve babalar çok ciddi eleştiriliyor ama ortada ciddi güvenlik ve psikolojik sorunlar da var. Uzmanlar diyorlar ki, çocuklarınız küçükken paylaştıklarınız üzerinden bir fikre sahip olamasalar bile, ergenlikten sonra bedenlerinin mahremiyetini farkedip size düşmanca tavırlar sergileyebilirler. Tabi ya düşünsenize, küçükken Mehr-i muhabbet içinde olduğunuz yavrunuzun en saf hali, belki ilerde onun utanmasına neden olacak! Size öfkelenecek, çatışma yaşamanıza neden olacak. Kısacası hem ihmal hem de mahremiyetin ihlali ile karşı karşıya gelebiliriz bayanlar baylar. Bence çok önemli. Bu bir… İkincisi; çocukların oynadığı parkın, okulun, devamlı gittiği mekanların bilgisini içeren paylaşımlar, çocuğun güvenliğini de tehdit edebilir. Uzmanlar en çok bu iki konu üzerinde dursalar da; benim dikkatimi çeken başka bir konu daha var.

Tüm mahremiyetini kendi isteğiyle malamat eden ebeveynlerin paylaştıkları çocuklarının fotoğrafları, ilerde mahkemelik bile olabilir. Hepimizin çocuklarının isimlerine açılmış sosyal hesapları şimdiden hazır değil mi? Elbette ki hazır… Sosyal medya kötü bir mecra değil, bilakis sayısız önemli unsuru söz konusu. Ancak yukarda saydığım nedenlerden ötürü, dipsiz bir kuyuya düşmemek için paylaşımlara dikkat etmek, ucuz ve kalitesiz reklam için pervasızca davranmamak gerekir.

Sosyal medyamla mutlu olan ben, her şeyden önce bir anne olarak bundan böyle bunlara çok dikkat edeceğim sanırım.

Nazar değmesinden endişe ettiğimiz, mahi gözlere engel olabilmek için çocuklarımızın fotoğrafları üzerine 3 kulhu 1 elham, yetmezse üzerine felak nas okuyarak paylaştığımız o fotoğraflar var ya o fotoğraflar… Belki nazar değmesini yeğlememize neden olacak kadar ciddiye alınması gereken konulara gebe!

Benden söylemesi…
Sevgiler…

Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

BAYRAM DA EL Mİ ÖPECEM?

BAYRAM DA EL Mİ ÖPECEM?

Evet evet, el öpmenin sıhhi olmadığından tutun da bir Ortadoğu adeti olduğuna kadar onlarca bahanelerle Bayramlarda büyüklerimizin elini öpme geleneğimiz neredeyse unutuldu.

“El öpmekle ağız aşınmaz” diye çok güzel bir atasözümüz var; asıl anlamı ısrarcı olmak bazen işlerimizi yoluna koyabilir tadında bir şey; teşvik ediyor, yönlendiriyor insanlığı bir anlamda rica etmeye belki yalvarmaya… Ama gerçek manasıyla düşünüyorum ve el öpme ile ağzımızın aşınmayacağını biliyorum. Neden mi?

Bayram öncesi, sandıklardaki toz tutmuş yazılar, maniler, öğütler çıkar ya ortaya, biz yazar-çizerler hemen sarılırız ya, “nerdeee o eski bayramlar” adlı kurtarıcımıza. Yok, bugünkü yazım böyle bir içerik taşımayacak emin olun. Herkesin bayramları çok güzeldir, çünkü çocukken her şey çok güzeldi

hepimiz için öyle değil mi? Ağaca çıkmak, ip atlamak, top oynamak… nasıl lezzetliydi, bayramda şeker toplamak, kapı kapı dolaşmak. Yakınmayacağım, her yaşın her dönemin ayrı güzelliği olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle, eski, tozlu ve gözyaşı kokan bir yazı olmayacak sizi temin ederim.

Her şey, bir hikaye okumamla başladı bugün aslında. “Savaş gazisi bir genç ülkesine dönmeden önce, ailesini arayıp yanında bir arkadaşını da getirmek istediğini söylüyor. Anne ve baba bu durumu memnuniyetle karşılayacaklarını söylüyorlar. Oğulları, ancak arkadaşının bir kolu ve bacağının

koptuğunu, engelli olduğunu ve bir süre onlarda kalacağını söylüyor. Baba telefonda, oğlunun arkadaşına bu şartlar altında bakamayacaklarını ve yanında getirmemesi gerektiğini, arkadaşının bundan sonra kendi başının çaresine bakması gerektiğini söylüyorlar. Genç çok üzülüyor. Bir süre

sonra 2 asker gencin evine gidiyor ve oğullarının öldüğünü söylüyorlar. Aile inanmıyor, daha birkaç gün önce telefonda onunla konuştuklarını söylüyorlar. Oğullarını teşhis etmek için gittiklerinde intihar ettiğini ve bir bacağı ile bir kolunu da daha önceden kaybettiğini öğreniyorlar. “

Üzücü ama içinde o kadar çok duyguyu barındıran bir hikaye ki bu. Bayram öncesi de tesadüf eseri denk gelmem de güzel oldu. Unuttuğumuz, hatırlamadığımız ya da hatırlatılmayan bir duyguyu hissettim o an; Hoşgörü. Sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük ve bu denli bencil bir yaşam tarzı aslında sadece ve sadece bize zarar veriyor. Mutlu olduğumuzu sanıyoruz belki, ama sevginin olmadığı bir yerde sevmek ve sevilmek, mutlu olabilmek mümkün müdür?

Kaçımız çocuğumuza, gözlerinin içine baka baka “seni çok seviyorum” diyebiliyoruz. Kaçımız çocuğumuz tuzluğu salonun ortasına döktü diye suratına bir şaplak atmadan konuyu çözebiliyoruz. Örnekleri artırabiliriz. Anlatmaya çalıştığım şey şu; hoşgörü yansıma etkisi yapıyor, inanın.

İşte bu nedenle saygı, sevgi, hoşgörü dilenir her bayramda. En büyük zenginlik, en büyük hediye kesinlikle bu. Ben çocuğuma aşılamaya çalışıyorum bu duyguları. Elimden geldiğince gösteriyorum. Büyüklerimize neden saygı göstermemiz gerektiğini henüz anlamasa da, babasında ve bende

görmesini sağlıyorum. Birinin elini öpmeyi gururuna yediremeyen genç nesile ise; “el öpmekle dudaklarınız aşınmaz” demek istiyorum.

Hepinize, bol sevgi, bol hoşgörü ve saygı dolu bir bayram diliyorum.

Küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden de öpüyorum

Yazının devamı...

ÇİZGİ FİLMLERİN YARATTIĞI YENİ KAHRAMANLAR: ÇOCUKLARIMIZ

Merhaba,

“Çalışan Bir Annenin Günlüğü” ile bundan böyle deneyimlerimi ve fikirlerimi Milliyet Gazetesi çatısı altında sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Tavsiyelerin hiçbirisi sıradan bir reçete değildir, hepsi denenmiş gerçek ürünlerdir.

Günlerdir kendime gelememiştim, ya ben bir bilgisayar oyununun içerisindeki bir figürandım yahut amana düşmüşlerin acziyetini yaşar gibiydim. Bağr-ı veran ve de feveran hallerinden çıkmaya çalışıyorum resmen. Birazdan bahsedeceğim konu eminim sizi de böylesi bir acziyete düşürecek. İzlediği çizgi filmden etkilenerek balkona çıkıp, hayal kahramanları gibi uçacağını düşünerek kendini boşluğa bırakan 6 yaşındaki yavrucağın annesinin yerine koydukça kendimi, nasıl iyi olayım? Düşünün ki, onca emek vererek dünyaya getirdiğiniz evladınız çizgi film izliyor, sonrasında onlar gibi olacağını düşünüyor. Böylesi haberleri okuyoruz sıkça, düşündükçe delirecek gibi oluyorum. Ben bir anneyim ve izlediği filmlerden, çizgi filmlerden etkilenen bir çocuğun annesiyim, O sebeple içinde bulunduğum ziyan düşünceler bana hak!

Oğlum Toprak 5 yaşını henüz geçti, çalışan bir anne olarak ve eminim hepinizin yaptığı gibi, işten koştur koştur eve geldiğimde, azıcık huzur versin de şu akşam yemeğini hazırlayım diye, çizgi film açıp dakikalarca izlemesine izin veriyorum. Gözümden kaçan, kontrolüm dışı olaylara gebe olmayı göze alarak… Ancak işlerin bu raddeye gelmesine izin veremem. Zira çizgi filmlerden etkilendiğini sezinlediğim oğlum, izlediği çizgi filmlerin içerisindeki geçen olayları soruyor, onlar gibi konuşuyor, aynı diyalogları benimle yapmak istiyor. Hele ki içerisinde top, tüfek, kılıç, silah olan bir çizgi film izlemişse bir biçimde, hemen elindeki su şişesini silah yapıp bana doğrultuyor! Ha iyi örnekler de yok değil, mesela Kayu adında, her şeyi bilen, efendi, son derece sabırlı, kurallara uyan, nazik bir çizgi film kahramanı da var. Oğlum bayılıyor. Ancak bir sorun var bence! Kayu herkese iyi davranıyor ve herkes de ona… Anne ile babası asla tartışmıyor, arkadaşları ona hakaret etmiyor, kimse yemeğini önünden almıyor… İşte bence gerçeklikten uzaklaştığı bu noktalar zehirli bir sarmaşığın bedenimize dolaşması gibi… Kurtul kurtulabilirsen.

ÇOCUK SORGULAR!

Oysa çocuk sorgulayan bir varlıktır. İzlediğini kendi hayatıyla özdeşleştirir. Henüz ayrımına varamaz çünkü. Aynı şeyleri bulamayınca sorgular. Ya da bir sorunla karşılaştığında, nasıl başa çıkacağını bilemeyebilir. Çünkü işler her zaman Kayu’nun mükemmel ailesinde olduğu gibi iyi gitmeyebilir. Hadi itiraf edin, Kayu kadar nizam ve düzen içerisinde anlayışlı bir evlat beklentisiyle kaçımız izlettik… Hiç yoktan iyidir diyorum ama her şeyin fazlası zarardır. Peki ne yapmak gerekir? Oturup çocuklarımızla birlikte çizgi film izlemeliyiz. Tıpkı bir film eleştirmeni edasıyla… Eleştirel bakmalı, olabildiğince korumalıyız. Böyle şeylerin çizgi filmlerde olduğunu anlatmalıyız. Yöntemini sormayın bana. Herkesin bir yoğurdu yiğiş tarzı vardır, öyle değil mi? kimi konuşarak, kimi oynayarak… Ama anlatmalıyız bir biçimde.


ÇİZGİ FİLMLERDEKİ MESAJLAR

Sevgili anneler, Kanada’da yapılan bir araştırma beni adeta dehşete düşürdü, çünkü bizim bile çocukluğumuzda izlediğimiz ve halihazırda çocuklarımızın izlediği 50 ye yakın çizgi film incelenmiş. İncelemeyi yapan psikolog, sosyolog ve antropologlardan oluşan uzman araştırma grubu, çizgi filmlerin çoğunun çocuk istismarı içerdiğini tespit etmiş. Cinsel istismar, şiddete yönlendirme, aile bağlarını zedeleyici pek çok mesaja rastlamışlar. Tabii bunların bir kısmı subliminal olarak servis ediliyor. Ancak direkt olarak görünenleri okudukça, gerçekten tedirgin oldum. Pinokyo, Pamuk Prenses, Alice Harikalar Diyarı, Goofy, Robn Hood, Sindrella, Deniz Kızı başta olmak üzere birçok çizgi filmlerdeki pek çok sahnede, çocuk karakterlerin isteklerinin dışında yetişkin karakterlerle fiziksel temas halinde oldukları saptanmış. Yabancı karakterler çocuk karakterlere gizli niyetlerle yaklaşıyor, çocuk karakterlerden itaat etmeleri karşılığında ödüllendirildiği belirtiliyor. Ne kadar acı. Bizim yıllardır çocuklarımızın üzerinde tesis etmeye çalıştığımız şeyler, bir anda yıkıma uğruyor.

Sevgili anneler,

Hepimizin çocukları çok değerli, gözümüzün nuru onlar. Elbette dış faktörler sizden hep bir önde olacak. Ancak mümkün olduğunca engellemek için çaba göstermenin kendisi de, insani ve bir o kadar olası… Tv den alınan mesajlar elbette sosyalleşmelerine de katkı sunabilir. Paylaşmak, adil olmak gibi şeyleri öğrenebilirler. Ancak problemleri şiddetle çözen karakterlerin olduğu programlardan da yanlış mesajlar alabilirler. Tanımadıkları büyüklerin kendilerine fiziksel yaklaşımlarını normal karşılayabilir, fiziksel temaslarını hoş görebilirler. Oysa anlatmak, anlatmak, anlatmak bizim temel görevimiz.
Tom Jerry’deki sahneleri hatırlayın. Tom silahı doğrultur tam ateşleyeceği zaman Jerry ucunu parmağıyla kapatır ve silah Tom’un suratında patlar.

Oysa, parmağını silahın ucuna koyunca kurşunun silahın içinde patlamayacağını, uçurumdan düşülünce tekrar canlanılmayacağını, 1 düğme ile gökyüzüne çıkamayacaklarını anlatmamız gerekiyor. Bıkmadan, usanmadan… Onları başka türlü kötülüklerden korumamızın çaresi yok! Hadi bakalım hanımlar iş başa düştü yine….

AYŞEN ÇATAK YALMAN

Twitter; @aysencatak
İnstagram; @aysencatak

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.