SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İstanbul Kokulu Mutfaklar

İstanbul Kitapları arasına, yakın zamanda çok özel bir kitap daha eklendi. “32 muhteşem Kadın ve İstanbul Kokulu Mutfaklar”. Yazarı Meri Çevik Siminiyodis.

Kendisi sadece yazmıyor, pişiriyor, kendi markası olan Mezadaki lezzet atölyelerinde öğretiyor, üniversitelerde seminerler veriyor. Yurt içi, yurt dışı tam bir kültür elçiliği yapıyor. “İstanbul’um, Tadım, Tuzum , Hayatım” dan sonra bu son kitabı, “ Yine İstanbul’un başarılı ve saygın hanımlarının ağzından ; lezzetleri, kültürel çeşitliliği, farklı mutfaklardan gelen yaşanmışlıklarıyla” hatırası bol nefis bir çalışma olmuş. Mutfağın birleştirici, sınırlar kaldırıcı muhteşem ortamında dinlendiren, eğlendiren, düşündüren ve aynı zamanda kadınların ne kadar çok yönlü olduklarını, başarılarını , kederin, sevincin, bazen kahkaha bazen gözyaşıyla girilen mutfağın hikayelerini, nesillere uzanan serüvenini ve tüm bu kadınların hayata karşı duruşlarını da yansıtan ne kadar güzel sohbetler çıkmış ortaya.

Kimler yok ki kitapta. Ne hayatlar , ne mutfaklar….

Halkla İlişkilerin Ustadı Betül Mardin, İş dünyasının en başarılı kadın isimlerinden Leyla Alaton, Tiyatro Sanatçısı Nilgün Belgün, ülkemizin değerli Avukatlarından Kezban Hatemi, Prof. Dr. Eva Şarlak, Zeynep Kakınç, İrini Dimitriyadu ve daha bir çok isim.

Bende bu harika kitaptaki sohbetler ve hikayelerle ilgili yüreğinize bir tad bırakmak için Sevgili Meri ile bir araya geldim ve işte satırlarıma yansıyanlar.


Eşi benzeri olmayan şehir. Tarih boyunca birçok imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul’un büyüsünü anlatmak gerçekten hiç kolay bir iş değil. Öyle bir coğrafya ki, aurasındaki bileşimini ayrıştırmaya kalksak pek çok farklı dinler, felsefeler, inançlar, etnik topluluklar, savaşlar, barışlar, entrikalar, aşklar, renkli hayatlar, göçler, yangınlar, depremler, müzikler, türküler, ağıtlar, tangolar, halaylar, kutlamalar, bayramlar, diller, lehçeler, birbirinden zengin mutfaklar, sanatlar, mimariler, zanaatlar, çok farklı kökler ve kökenler…İzi kalanları , devam edenleriyle varolduğu sürece hep cazibesini koruyacak muhteşem şehir.


Çok uzun yıllar Yunan Konsolosluğunda çalıştım ve İstanbul’un muhteşem çeşitliliğini; İstanbul’da yaşayan farklı kültürlerden bir çok insanla konuşma fırsatı yakalım. Onlarla yaptığım sohbetlerde bu çeşitliliğin yaşayanların ağzından dinleyerek yazılması gerektiğini hep düşündüm. Gastronomiye olan yoğun ilgimle sohbetler birleşince önce “Tadım Tuzum İstanbul’um “ kitabı ardından 32 muhteşem kadınla İstanbul Kokulu Mutfaklar” otaya çıktı. Bu sefer sadece kadınlarla mutfak sohbetleri şeklinde ve hep beraberce eskilere, çocukluk yıllarımıza, bizzat yaşanmış olan ama şimdi belki de değişime uğramış alışkanlıkları adet ve gelenekleri konuşalım istedim..


Elbette çok daha fazla becerikli kadını bu kitapta konuk etmek isterdim. Umuyorum farklı konular ve konuklarla okuyucuyla yine buluşabiliriz. Konuklarımın tümü kendi cemaatlerinin tanınmış, sevilen, duruşları ve yaptıkları ile taktir görmüş özel kadınları. Seçim yaparken konuklarımın çeşitliliği kadar gastronomiye olan ilgilerine de odaklandım. Tiyatrocu, ressam, halka ilişkiler, edebiyatçı, yönetici, gazeteci, azarı, akademisyen, avukat, eş, anne hatta anneanne gibi çok farklı özellikler taşıyan çok özel kadınlar sayesinde bu kitap ortaya çıktı. Bir de İstanbul’un dokusu, kültürel çeşitliliği o kadar zengin ki ; diye düşündüm. Zira hepsinin adeti, geleneği , yaşadığı semtler, komşuları, yaşam koşulları çok farklı. Çocukluk dönemlerindeki mutfak kültürlerini ve sonra çalışan kadınlar olarak mutfakla olan bağlarını anlatmalarını istedim. Neler değişti? O çocukluğumuzun mis gibi İstanbul kokan, eğlenceli hayat dolu, keyifli mutfaklarından günümüzde geriye neler kaldı? Yaşatabildik mi o güzellikleri meraklısıyla paylaşmak istedim.


Bu 32 muhteşem kadınla İstanbul’u hep beraberce gezdik dolaştık. Kah Beyoğlu İnci’ de profiterol yedik, kah Yeniköy’deki Aleko da balık yedik. Eskileri andı.. Yeşilköy’de Bulgarın Lokantası’na uzandık, oradan Moda’da Koçu ‘ya gittik hep beraber.. Yani birbirimizi İstanbul’ da kaybettik, ama yine İstanbul’da bulduk… Anıların içinde bir Adalara uzandık yaz sayfiyelerini hatırladık, bir Pandeli’ ye, oradan Mısır Çarşısı’na gittik, baharat kokularına daldık, sonra çıktık Bahar Pastanesine uğradık ve palmiyeler aldık. Bir çok anıyı da beraberinde sayfalara taşıdık.

Mutfak her kültürde insanları buluşturan, kaynaştıran çok özel bir yer. Kitap konuklarımdan Sayın Kezban Hatemi’nin dediği gibi “Halkla İlişkilerin Duayeni Betül Mardin’in ilerleyen yaşına rağmen sağlıklı, başarılı ve de çok mutlu bir yaşamın sırrında felsefesini sanırım hepimiz biliriz. İşte bu kitabıb satırlarını okurken , bu çok özel hanımın İstanbul, aile mutfak hatıralarının da, okuyan herkese çok iyi geleceğinden eminim. Neşeli, heyecanlı her zaman çok hoş olmayı başaran usta Tiyatrocu Nilgün Belgün’ün tatlı hatırlarının içerisinde, gıpta ederek öğrendiğimiz hoş bir detay. Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fak.Dekanı Eva Şarlak’ın ailedeki reisin, evdeki en yaşlı kişinin, yani yayasının olduğunu vurgulaması ve anıları da eminim içinizi ısıtacak. Sevgili Shiraz’ın, Avusturya’da büyüyüp okumasına rağmen, Hatay’da kurduğu hayat da okunmaya değer bana göre. Tijen Hanım’a göre, Madam Vaso ise, Büyükada’daki öğrencilik yıllarını unutamıyor. “Türk Okulundan her öğlen bizim okula parasız yemek gelirdi ve yemekler çok lezzetli olduğu için de yanın da sefertası olanların bile o yemeği tercih ederdi” derken adeta içimizi ısıttı. Madam Takuhi’nin, aklımdan hiç çıkmayacak. İrini Dimitriyadu’nun Rum usulü zeytinyağlı yaprak sarma tutkusunu eğlenerek okumanızı, Mutfak Dostları Derneği Başkanı Zeynep Kakınç Hanım’ın okumanızı da tavsiye ederim.

Ve daha neler neler!... Sizde hüznü, neşesi, başarısı, bazen başarısızlığıyla yaşanmışlıkları dinlemekten, kendi payına ders çıkartmaktan ve eskinin anılarından keyif alanlardansanız ben sizi artık “ İstanbul Kokulu Mutfalar” adlı kitap ile başbaşa bırakıyorum.

Yazının devamı...

Bu Hanımlar Harika

Bu kadınlar harika. Ellerinden her iş geliyor. Yemek deseniz yemek, nakış deseniz nakış, temizlik deseniz kimse ellerine su dökemez, inşaat, finans, üretimin alası ve bir hizmet işletmesinin bu kadar kusursuz işleyeni.” Buraya hanımeli değmiş” sözünün tam karşılığını bulduğu yer...

Gerçekten hiç abartmıyorum. Hayran kaldık, biz bu şahane hanımlara ve yaptıkları işlere. Kim mi bu hanımlar? Bursa’nın Saitabat Köyü’nün girişimci kadınları ve işlettikleri “ Saitabat Köyü Kadınlarını Kalkındırma Derneği”nin muhteşem tesisi. Aslında Türk Mimari Sanatının bir çok özelliğini taşıyan özellikli bir yapı, şahane bir konak demek daha doğru. Taşında, toprağında kadın emeği var.

İşin mimarı Sermin Çakalıoğlu. Her şey 2001 yılında misafirlerini götürdüğü Cumalıkızık Köyü halkının küçük işletmeleriyle, köylerini nasıl kalkındırmaya çalıştıklarını görmesiyle başlar. Eşine, ” der.

düşüncesi o kadar ağır basar ki, Sermin Hanım’ın aklına iş düşmüştür artık. Köyün İhtiyarlar Heyetine gider, köyün erkeklerinin kurduğu bir kooperatif vardır, “” der.

Bu iş için yola çıktığı , kendi gibi düşünen birkaç hanımla gittiği kooperatifte aldığı cevap oldukça nettir, ”. Hiç etkilenmez bizim hanımlar, bu negatif söylemlerden. Başka köy kadınlarıyla da konuşurlar. Onlarda isteklidir . Bunun üzerine derler. Önce 9 hanımla dernek kurulur. Hatta bazı hanımlar, “ ilkokul mezunuyum ben bu iş nasıl olacak” der. Sermin Hanım “der. Saitabat Kadınlarının başarı hikayesi o gün yazılmaya başlar.

Dernek kurulacak bir yer lazımdır. Şu an dernek adresi olan konağın yeri o zamanlar kıraç bir arazidir. Muhtardan isterler, karşı çıkanlarda olur elbette, ısrarları karşısında arsa veriler, nasıl olsa 3 yıl sonra bıkıp bırakacakları düşüncesiyle. Beyler hiç hayal edemezler ki oradan 5 yıl sonra bir cennet bahçesi çıkacaktır, bu hanımların akıl ve bilek gücüyle.

Bu gün orada özgüveni yüksek, ürettiğini satan, AB Projelerine davet edilen, “ istihdamda cinsiyet eşitliğinin güçlendirilmesi “ konularında örnek gösterilen, sunumlar yapan , arı gibi hanımlar gönüllü çalışmaktadır. Son 2 yıldır ücretli çalışmak isteyen hanımlara da iş kapısı olmuştur bu harika işletme. Türkiye’de bir ilk olarak kurulan , ardın 22 derneğin daha kurulmasına örnek teşkil ederek bugün Sermin Çakalıoğlu Başkanlığında “Kadın Kalkınma Dernekleri Federasyonu” na dönüşen gerçek bir başarı hikayesidir Sait Abat Köyü Kadınlarının mücadelesi.

Mutlaka gidin, tarhananın kokusuna , tadına doyamazsınız… Mis gibi ekmekler, gözlemeler, reçeller, terayağlar.. Kanaviçeler içerisinde, bembeyaz örtüler, el işi perdeler , tarihi mobilyalar içerisinde kahvaltınızı yapın.

Ellerine, emeklerine sağlık bu güzel hanımların. Haa bu arada online satışa da başlamışlar, sizde “gidemesem de bu organik ürünler bana gelmeli” diyorsanız sitelerini ziyaret edin.

Yazının devamı...

Yemeğin Antropolojisi

İnsanoğlu taş devrinden bu yana fiziksel ve sosyal olarak çok ciddi bir gelişim göstererek bugünkü durumuna gelmiştir. Aslında 3.5 milyar yaşındaki dünyamızın tarihi içinde insan hayatının rolü, bunun sadece 30 bin yılını kapsamaktadır. Tarım dönemi günümüzden 10 bin yıl önce başlamışken, sanayileşmenin tarihi ise henüz 2 yüz yıl öncesine dayanmaktadır. İnsanoğlunun beslenme eğilimleri ve besinlere olan yaklaşımı da bu evrimsel süreçte değişmiştir. Günümüzdeki bitkilerin çoğu ve ataları da evrimleşerek bugünlere gelmiştir. Önce tohumlar ve tohumlu bitkiler evrimleşmiştir. Ardından diğer yabani meyvelerin, otların ve çeşitli köklerin evrimleşerek geldiğini yapılan antropolojik, prehistorik ve arkeolojik kazılarda elde edilen bir takım bulgulardan ve yiyeceklerden kalan fosil araştırmalarından biliyoruz. Tüm bu kaynakların ışığında diyebiliriz ki, insanoğlu bu tarihsel süreçte özellikle tarım dönemine kadar hayatta kalabilmek için ciddi bir mücadele verdi. Avcı toplayıcı özellik taşıyan taş devri insanının besin arayışına girdiği öncelikli yerler, yaşadığı mağaranın yakınlarındaki ormanlardır. Aslında o dönemde ormanlar insan türü için çok tehlikelidir. Zira dönemin en vahşi ve tehlikeli antik hayvanları da bu ormanlarda yaşamaktadır .

Bugün insanlar kendi ürettikleriyle hayatlarını devam ettirirken, binlerce yıl önceki kuşaklar doğanın verdikleriyle yetindikleri, avlayabildikleri, toplayabildikleri kadar varlıklarını sürdürebildikleri bir yaşamın içinde olmuşlardır. Zira yazılı kaynaklar gösteriyor ki bu dönemde her zaman bolluk yoktu. Açlık, kıtlık, salgın hastalıklar vb. doğanın hırçınlıklarını da belli zamanlarda karşılamak gerekmiştir. Konunun uzmanlarının ve araştırmacılarının söylediklerine göre de insan vücudu bu durumları göğüsleyebilecek şekilde uyum sağlayabilme becerisine sahiptir.

Ege Üniversitesi Gıda Mühendisliği Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Sibel Karakaya’ya göre; Taş Devri insanı, bitkisel ve hayvansal gıdaların tümünü tüketebiliyor, mevsimlere göre de beslenmesini ayarlayabiliyordu. Avcı insan için doğal hayatın bir parçası olma zorunluluğu vardı. Fazla enerjiyi yağ olarak depoluyor, gerektiğinde de bu depolardan kullanıyordu. Avcı toplayıcı insan, bu besinlere ulaşmak için çok ciddi çaba sarf etmekteydi. Bir bizonun peşinden mızrakla koşmak, onu yere indirip öldürmek, kilometrelerce geri, mağaraya taşımak kolay bir iş olmasa gerek. Benzer şekilde her gün ağaçlara tırmanıp, bin bir kıvraklıkla meyve-sebze toplamak da kolay değildir. Balık da yiyen ilk insanlar, şu an kulağa çok zor gelse de o dönemde balıkları elleriyle yakalıyorlardı. Bazen de sessizce, sürünerek avlarına ulaşmaya çalışırlardı. Yakalayacakları hayvan, onları görmesin, kokularını almasın diye vücutlarını çamura bularlardı. Bu insanların dayanıklılığı, kardiyovasküler sağlıkları, kas-yağ dengeleri, günümüz maraton koşucuları ile neredeyse aynı düzeydeydi. Bugün de insan vücudu fazla olanı yağ olarak depoluyor ancak ilk insanlara göre çok daha hareketsiz olduğu için bu stoklar, kalp damar hastalıkları, obezite vb olarak kendisine geri dönüyor.

İlk insanlar beyinlerini, gıdayı değişik yollardan bulmak için kullanırken, günümüz modern insanı beynini lezzetli gıdaları reddetmek ve ilk çağ insanından gelen “yemek ye” içgüdüsüyle savaşmak için kullanmaktadır. İlk çağ insanı zekasını kazandığı enerjiyi korumak için kullanırken, günümüz insanı aldığı enerjiyi harcama yollarını bulmak için kullanmaktadır. Çok kesin olmamakla beraber ilk çağ insanlarının günde 3 bin kalori enerji tükettikleri ama asla obez olmadıkları, modern insanın 2 bin kalori tükettiği fakat fiziksel aktivitesinin azlığından dolayı obez olduğu görülmektedir. Ayrıca taş devri insanın vücudu için gerekli tüm besin öğelerini karşılayabildiği, süt içmediği halde, meyvelerden, kemikten vb. günlük 800mg/ gün veya biraz daha az, modern insanın ise günlük 500 mg/gün veya daha az kalsiyum aldığı, taş devri insanın meyvelerden vb. bitkilerden 400 mg C vitamini modern insanın 100 mg C vitamini aldığı düşünülmektedir. Avcı toplayıcı olan taş devri insanının günlük enerjisinin 15/ 20sini yağlardan , % 70- 80 inin nişastadan aldığını, tarım toplumuna geçişle 10/15 ini yağlardan 60/ 75 ini ve nişastadan % 5 ini rafine şekerden aldığını görüyoruz. Tarımın keşfi ve insanoğlunun doğaya hükmetmeye başlamasıyla da şeker başta olmak üzere rafine edilmiş gıdalar insanoğlunun hayatında yerini almaya başlıyor.

Bu veriler sizin kafanızda, “ ilk çağ insanlarının daha sağlıklı ya da uzun mu yaşadığı ile ilgili bir takım soruları oluşturabilir, ancak konunun uzmanları buna “ hayır” coğrafi koşullar, beslenme yetersizliği( besine her zaman ulaşamıyorlar), iklim, hastalıklar vb. nedenlerle çok uzun yaşamadığını ancak günümüz modern insanın da uzun yaşamakla birlikte günümüzde kanser, kalp damar hastalıkları gibi sorunlarla uğraştığını belirtmekteler.

Ama bu iki hayat kıyaslandığında Prof.Karakaya çıkarılması gereken sonucu şöyle özetliyor;

Sağlık ve afiyetle kalın... *Hayat en güzel hediye!..

Yazının devamı...

İnsanlar Ne İster?

Sizce bir insan karşısındakinden ne bekler? Akla gelen ilk cevap hemen hemen hepimiz için “sevgi ve saygı” olsa gerek öyle değil mi? Bizim kültürümüzde daha ilkokul sıralarında öğretilir büyüklere saygı, küçüklere sevgi. Her zaman büyükler ellerinden, küçükler gözlerinden öpülür.

Peki ne oranda sevgi ve saygı? Bu soronun cevabı da herhalde hepimiz için “hak ettiği” kadar olurdu. Zira insan doğası gereği hep iyi şeyleri hak ettiğini ve karşı tarafa da bunu verdiğini düşünür. Ancak bu durum ölçülmeye kalkışılsa acaba hak ettiğimiz kadar değeri karşı tarafa da gerçek manası ile verebiliyor muyuz?
Aslında işin formülü çok basit: “Karşımızdaki insanların bizden istediği, tamamen bizim onlardan beklentilerimizdir.”

Yapmamız gereken sadece söz konusu beklentilerimizin farkına varmak ve çevremizdeki kişilere de ona göre davranmak.

Peki bu beklentiler nedir?

Bakın uzmanlar “karşımızdaki kişi bizden ne bekler, biz karşımızdakinden ne bekleriz?” sorusunu nasıl cevaplıyor…

Hepimiz yansıttığımız kişiliğin kabul edilmesini isteriz

Siz de karşınızdakilerin kişiliğini kabul edin. İlişkilerinizi bozmak istiyorsanız işe çevrenizdekilerin kişiliğini değiştirmeye çalışmakla başlayabilirsiniz. Bir insanın davranışını ret etmek onun kişiliğini reddetmektir.

Eleştirilmek hiç birimizin hoşuna gitmez

Değiştirilmesi istenen noktalar dile getirilmeden önce olumlu yanların pekiştirilmesi gerekir. Sürekli tenkit sadece ilişkileri sonlandırır.

Seçim hakkımız olsun isteriz

Ne kadar geçerli olursa olsun insanlar sadece kendilerine gösterilen doğruları uygulamaktan rahatsız olurlar. Unutmamak gerekir ki kimse kimseye hayatı reçete edemez. Tecrübelerimiz ancak karşımızdaki için bir ihtiyaç duyulma ve danışılma sırasında anlam kazanır. Onun dışında hepimiz “tek doğru benimdir” diyen hiç kimseyle çok şey paylaşmak istemeyiz.

Utandırılmak herkesi rahatsız eder

Hepimiz için utandırılmak, özellikle grup içinde gurur kırıcıdır ve öfke duygularının alevlenmesinden başka bir işe yaramaz, iletişim köprülerini yıkar, atar.

Övgü ve onay bekleriz

İnsanlara kendimizi dinletebilmenin ve onlarla sağlıklı ilişkiler kurmanın yolu öncelikle onların iyi yanlarını fark etmek ve bu konuda olumlu geri bildirimde bulunmaktır.

Bir işe yaradığımızı hissetmek isteriz

Karşınızdakine size yardım etme fırsatı verin. Kendisine ihtiyaç duyulduğunu hissetmek tüm insanları mutlu eder.

Samimiyet ve doğru bilgi ararız

Hangi sebeple olursa olsun, etrafınızdakilere gerçek dışı bir bilgi vermeyin. Samimi olmayan ifadeler kullanmayın. “Üzülmesin” veya “nasıl olsa anlamaz” düşüncesi çok kısa bir süre sonra anlaşılır ve güven kaybına yol açar, durumu daha da zorlaştırır.

Anlattıklarımız dinlensin isteriz

Bütün insanlar söylediklerinin önemli ve değerli olduğuna inanırlar. Karşınızdaki kişiye verdiğiniz değerin en önemli göstergesi onu dinlemek için ayırdığınız zaman ve dinleme biçiminizdir. Laf olsun diye kimseyi dinlemeyin ve zaman sıkıntısı varsa bunu belirterek daha sağlıklı bir zaman için sözleşin.

Herkesi düzenli görmek isteriz

İnsanların içine mümkün olduğunca temiz, bakımlı ve iyi giyimli çıkmak gerekir. Bakım kişinin kendisine saygısının ve güveninin artmasını sağlayan önemli bir araçtır ve bunun içinde çok zengin olmak gerekmez. Ayrıca kendinizi iyi hissetmediğiniz günlerde boş vermeniz, daha kötü hissetmenize sebep olacak, çevrenizi de olumsuz yönde etkileyecektir.

Yazının devamı...

Gülümse Hayata

HAYAT EN GÜZEL HEDİYE

“ Hayat en güzel hediye" nasıl da severim bu sözü. Sevdiğim bir markanın yıllardır hediyelerinin üzerine yapıştırdığı kırmızı etiketlerine sahip olmak için her yeni yıla girerken gider küçük de olsa bir hediye alırım kendime ve fazladan bu etiketlerden isterim. Bilgisayarımda, masamın üzerinde, hatta ofisimdeki diğer arkadaşlarımın masalarında da vardır.

Gerçekten de hayat en güzel hediye... Şükrünü, kıymetini her zaman bilmeye çalıştığım bu sözü, belki de daha fazlası için, bu sıralar daha çok düşünür oldum.

Yeni bir yıl yaklaşıyor! Kimilerimiz için yeni umutları, yeni heyecanları; kimilerimiz içinse bilinmez hayal kırıklıkları ve hüzünleriyle birlikte…

Yeni sayfalar açılacak… Kararlar alınacak… Gelecek planları, yapılması gerekenler, bitirilmesi gerekenler, kim bilir neler konuşulacak?

Kazanılanlar, kaybedilenler… Birinin zaferi, diğerinin hüsranı… Bazen geçmişin muhasebesi, bazen de geleceğin kaygısı... Yazılacak çizilecek, neler olmuş dünyada şöyle bir bakılacak. Takvimin son yaprakları düşerken kendi hayatlarımız da bu hesaplaşmadan nasibini alacak.

Oysa ki hayat anlarda ve aslında çok basit şeylerde saklı. Biz daha fazlasını beklerken önümüzden sessizce akıp gidenlerde... İnsan, bunu yaşı ilerledikçe daha iyi anlıyor. Yataktan sağlıklı kalkmanın lütfu, ”günaydın” diye seslenebilmek… Ama öyle bir seslenebilmek ki, günü gerçekten aydınlatabilmek!

Mis gibi kokan bir kahvenin verdiği mutluluk, “bir çay, bir simit” diyebilmek, saksıdaki çiçeğin, ılık esen meltemin kokusunu ciğerlerinin her köşesinde hissedebilmek…

Farkına bile varmadan hızla alıp verdiğin nefesin; hakkını vererek, değerini hissederek yaşamak... Aheste aheste, nefesini huzurla alıp verebilmek... Korkular, travmalar, bastırılmışlıklar, hırslar, nafile telaşlar olmadan, sükûnet yetisini kaybetmiş çoğunluğun içinde kaybolmadan yaşamak…

Belki de çoğunlukla bir sonraki günü, haftayı, yılı hayal edişimizden, anı tüketmemiz ve hep bir şeyler için beklerken günü yaşayamamamız… Belki de o yüzden dönüp arkaya baktığımızda hep geç kalışlarımız .

Hem de çok basit şeyler uğruna kendimiz için geç kalışlarımız, sevdiklerimizi yeteri kadar sevemediğimiz; hatta kendimizi sevemediğimiz için geç kalışlarımız… Bisiklete binmek, sahilde koşmak , dans etmek, yağmurda ıslanmak, bazen de boş boş takılmak için geç kalışlarımız…

Kendine gülmeyi beceremeden, kendi varlığının mucizesini hissedemeden yaşlandığımız için geç kalışlarımız…

Büyük şeyler ararken, yanı başımızdaki güzellikleri kaçırdığımız ve yakalamakta artık çok geç kaldığımız geç kalışlarımız…

Yani aslına bakarsak; ‘hayat küçük şeylerde ve o küçük şeyler biz istersek büyük oluyor’. Sokrates'in dediği gibi; “mutluluğun sırrı daha çok olanı aramakta değil, daha az olanın tadını çıkarmaktadır”

Hayat bizim hücrelerimizde… Aslında etrafımızda aradığımız mucize kendimiziz. Neyi gerçekten istersek hayat bize onunla geliyor; iyi olmayı seçince güzellikleriyle geliyor. Sadece senin onu içtenlikle, temiz duygularla yönetmeni bekliyor.

Hayat, kulağına fısıldıyor aslında: Bugünün derdi, yarın bambaşka bir dönüşümün habercisi olacak. Bize düşen bu sesi duyabilmek. Bu sesi duyanlar güçleniyor. Belki de farkındalık dedikleri de budur.

Şükür ve sevgiyle, değiştirebildiklerinle ve değiştiremediklerinle, kabul duygusunun verdiği gücün sana katacaklarını hissederek, anı ıskalamadan yarını görebilmek ve kendin için istediğin her şeyi herkes için isteyerek yaşamaktır hayat.

Bugün ektiğin güzelliklerin yarınlardaki hasatıdır hayat… İç başarıyla dış başarının dengesidir.

Hayat aslında, kendimize ayırdığımız anlar kadar uzun. Kendimiz için vakit ayırmadığımız her gün yaşlanmış; kendimizi mutlu ettiğimiz her gün yaşamış oluruz başımızı yastığa koyduğumuzda.

Huzurla, sağlıkla, bazen değişebilme, bazen de kabul ve baş edebilme gücüyle gelsin 2019…

Aaa bu arada değişim ne zaman gerekli derseniz Claus Moller’e göre “gerekli hale gelmeden’dir.”

Yazının devamı...

Büyük Usta Ara Güler’in Ardından …

Yıllar ne çabuk geçiyor, sanki dün gibiydi en son görüşmemiz. 90 yaşında aramızdan ayrıldı koca çınar. Çok sevdiği Beyoğlu, Galata sokakları da olanı biteni, koca kalabalığı anlamaya çalışıyor gibiydi, cenazesinin kalktığı gün. Tüm sevenleri yanındaydı Usta Fotoğrafçının…

Duygu dolu, yaşanmışlık dolu, acısıyla, tatlısıyla, küfürüyle, coşkusuyla tam hayatın içinden, ne güzel bir sohbetti o gün konuştuklarımız. Paylaşmak istedim, buradan tekrar en sevdiğim röportajlarımdan birisiydi.

“Gülümse Evlat, yakışıyor” demiş, fotoğrafımı çekmiş, tab ettirmiş ve adresime göndermişti. Nasıl minnettarım asistanı Fatih Aslan’a.

Kaynaklar ve otoriteler Ara Güler’i, Türkiye’de fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi olarak gördü, kendisine sorduğumda “haberim yok, olması da gerekmiyor” dedi. Sanatçı olduğunu kesinlikle kabul etmiyor gibiydi, ama öylesin diyenleri kırmamak için adına düzenlenen törenlere de katılıyordu. Gazetecilik hayatına 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde başlamış, ardından Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakındoğu foto muhabirliğini üstlenmiş. Aynı dönemde Magnum Ajansı’na katılmış.

İngiltere’de yayımlanan Photography Annual, onu, dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlıyor. Almanlar Master of Leica unvanını, 14. Fransız Hükümeti de Legion DHoneur; OFFICIER DES ARTS ET DES LETTRE unvanını vermişti kendisine.

Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce sergi açtı. Bertrand Russell’dan Winston Churchili’e, Arnold Toynbee’den, Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar birçok ünlünün fotoğrafını çekti, onlarla röportajlar yaptı. Doktora tezlerine konu oldu, hakkında kitaplar makaleler yazıldı; ama hiçbir şey onun umrunda değil gibiydi. Sanki yaptığı hiçbir şeyi çok önemsemiyordu. Hayatı o kadar rahat, o kadar doğal yaşıyordu ki, ağzından çıkan küfürler bile yaşanmışlıklarına ince bir anlam yüklüyordu.

Yılların izini taşıyan yorgun yüzünde gözleri, hayatının ne kadar dolu dolu geçtiğini, artık boş lafa, boş işe, samimiyetsizliğe ayrılacak zamanının kalmadığını, hayatın çok da kafaya takılacak bir şey olmadığını çok net ortaya koyuyordu.

İşte her anından bir şey öğrendiğim, bolca güldüğüm, farklı bir üsluba şahit olduğum çok içten “ evlat”, “ bak çocuk” diye sıcacık kelimeleriyle içime işleyen sohbetimizden satırlarıma yansıyanlar.

“Bu asırda yaşananı gelecek asırlara nakletmenize aracılık ediyor fotoğraflar, yani bir nevi tarihçilik yapıyor. Hakikatten parçalar sunar. Halbuki sanat, uydurmadan gelir, yalan vardır, rejisör vardır, yazarlar, çizerler, hayaller vardır, fotoğraftaysa sadece gerçek vardır!”.

-Ben fotoğrafçı, hele hele sanatçı hiç değilim. Foto muhabiriyim diyorsunuz?

- Tabii. Ben foto muhabiriyim, sanatçı hiç değilim, gördüğümü çekerim. Foto muhabiri bomba patladığı zaman koşar, işine bakar. Fotoğrafçı da kaçar. Anladın mı? Foto muhabiri gazeteciden olur ve önemlidir.

- Siz sanatçı değilim diyorsunuz ama fotoğraf sanatçısı olarak bir numara görülüyorsunuz, birçok ödülünüz de var?

- Hiç farkında değilim, öyle mi olmuşum? Ben bir numara olacağım diye koşmadım ki. Kafama taktığımı yapmak için çaba harcadım. İşimi çok sevdim, onlar demese de iyi olacaktım ben. Ödüllerin de çok önemi yok benim için, aldım da ömrüm bir gün daha mı uzadı? Üstelik bazen ödülü veren de niye verdiğini bilmiyor. Fotoğrafla sanat olmaz, bu kadar ucuz şey sanat olur mu? Bak evlat, etrafımızda bir hayat dönüyor, herkes yaşıyor, kimisi 80 sene, kimi 60, kimi 100 kimi de 20... Sürekli devam eden bir hayat... İşte hayat devam ederken içinden bir takım parçaları çekip makineye kaydetmek, hayatın içinde durdurmak fotoğraftır. Fotoğraflar, bu asırda yaşananı gelecek asırlara nakletmenize aracılık ediyor, yani bir nevi tarihçilik yapıyor. Hakikatten parçalar sunar. Halbuki sanat uydurmadan gelir, yalan vardır, rejisör vardır, yazarlar, çizerler, hayaller vardır, fotoğraftaysa sadece gerçek vardır.

– Picasso’nun evinde dört gün geçirmişsiniz.

- Evet, görüşülmesi çok güç birisiydi. Bir devlet başkanıyla görüşmek Picasso’yla görüşmekten yüz kat daha kolaydı. Ve görüşmesi için sizin devlet başkanı olmanızın da bir kıymeti yoktu. Picasso’nun resmini çekmeyi çok istiyordum ama maalesef ulaşamıyordum. Araya Picasso’nun çok hatırlı dostlarını kattım. Yakın arkadaşı, dava dostu ressam Pignon ile Abidin Dino’nun evinde tanıştım. Dino, beni Picasso ile tanıştırmaları için çok uğraştı ama olmadı. Hatta oğlu Claude ile dahi tanıştım ama kimse beni Picasso’yla tanıştırmaya cesaret edemedi. Ancak 1971’de Cenevre’de dünyaca ünlü ressamların albümleri ile resim sanatı üzerine yayınlar basan Skira Yayınevi’nin sahibi ile bir gün kahve içiyorduk. Bana o gün çok mutlu olduğunu, Picasso’nun albüm yapmaları için yayınevine izin verdiğini, Maurice Babey’i alıp çekime gitmeyi düşündüğünü söyledi. Hayatımın fırsatı önüme gelmişti... “Sakın”,dedim. “Beni götürmelisin, yıllardır bunu bekliyorum ben, hem resimleri hem de Picasso’nun günlük yaşamı içindeki fotoğraflarını çekerim. Kabul etmezsen beni de unut” dedim ve Skira’ya tamam dedirttim.

- Fotoğraflarını çekerken heyecanlandınız mı?

- Tabii evlat, karşımdaki Picasso. Leicam ve ben içeri girdik. Sallanan koltuğunda, bir devin karşısındaydım. Hiç istifini bozmadı. Ben de o sallanırken fotoğrafını çektim. Resim yaptığınız yeri görmek isterim dedim, odadan odaya geçtik. Burası daha karanlık, geniş bir odaydı. Duvarlarda hiçbir şey yoktu. Bir şövale, eski bir sandık, gazete kağıtları üzerinde bir yığın boya... Anladım ki Picasso dışarıda etkilendiklerini kendi süzgecinden geçirdikten sonra resimlerini karanlıkta yapıyor. Çünkü o, dışarıyı değil, içini çiziyor. Ben de onun için onu hep karanlık odada çektim. Her yer siyah, boşluk ve boşluktaki adam.

- Bu ulaşılmazlık kibirden mi rahatlıktan mıydı sizce?

- Rahat adam, ne olursan ol, senin varlığın onun için hiçbir şey ifade etmiyor. Umurunda değil. Bırak ülkende ünlü bir gazeteci, fotoğrafçı olmayı Times’tan olsan önemli değil onun için. Picasso yeni bir dünya oluşturmuş, dünyaya yeniden bakmayı öğretmiştir. İçine bakıyorsun, duygularını yansıtıyorsun resimde. Eskiden neye bakıyordu insanlar? Manzaraya, kuşa, böceğe... Picasso ne yapmıştır bilir misin? İnsanlara bakmayı öğretmiştir, öyle bir iki kişiye değil bütün dünyaya...

- Başka kimi çekmeyi çok isterdiniz?

- Einstein’ı çekmeyi çok isterdim ama ben onbeş yaşındayken o ölmüştü ve maalesef bu imkansızdı. Charlie Chaplin’i çekmeyi de çok istedim. Ona ulaşmak için her kapıyı çaldım, olmayınca günlerce kapısında bekledim, sabahtan akşama kadar... Hatta beni kabul etsin diye ona çok romantik bir mektup yazdım,” İstanbul’da yaşayan bir Türk gazeteciyim” dedim. Sonuç yok, yine kapısında beklemeye devam. Üçüncü gün eşi acıdı ve beni evlerine aldı, ancak fotoğrafı çekemedim. Chaplin felç geçirmişti. Dünyanın en cevval, en hareketli, pire gibi adamı, tekerlekli sandalyede... Şarlo dünyanın en büyük adamlarındandır ve o da benim gibi elimdeki makinenin acımasız olduğunu biliyordu!

- Fotoğraflarınızda konuyu nasıl yakalıyorsunuz?

- Yakalamıyorum evlat... İşi, konuyu veriyorlar; çekiyorum. Gazeteciyim ben, anladın mı? Hoşuma giderse çekerim. Ama manzara vs. çekmem ben. İnsan olur benim fotoğraflarımda. Hayatın var olması mühimdir benim için, hareket olsun isterim. Tarihin bir parçasıdır fotoğraflar, görsel tarih yazıyorum ben.

- Size poz verilmez siz istediğinizi çekersiniz değil mi?

- Evet, poz verdirmem ben, gördüğümü çekerim. Senin içindeki duygularla gerçek arasındaki bağı kurmaktır fotoğrafçılık. Senin anlayışına, olaylara bakışına göre bir fotoğraf çıkacaktır. Şu şuraya gelse iyi olur diyorum; ama kimseye düşündüğüm yere geç demiyorum. Böyle olsa güzel olur diyorum, bir araya gelirse çekiyorum. Herkes fotoğraf çektiğini sanıyor; ama o nasıl fotoğraf oluyor önemli olan bu. Fotoğraf için mistik havayı hissedeceksin, duyguyu yakalayacaksın. Biraz müzik bileceksin, tiyatro&sinema bileceksin, biraz resim... Yaşamayı bileceksin, ancak o zaman bir şey oluyor.

- Hayatı çok ciddiye almıyor gibisiniz, bu yıllarla mı oluşan bir şey?

- Hayat her zaman en güzel şeydir ama adamına göre de değişir hayattan ne anladığınız. Herkes kendi eğitimine, hayatına bakışına bağlı olarak hayatı özümser, kimi mesut olur kimi bedbaht. Ama çok ciddiye alınacak bir şey de değildir. Ölüm vardır hayatın sonunda. Kendini fazla hırpalamadan mutlu olmaya çalışmak gerekir bu hayatta. Onun için sen de keyfine bak... Kafanı takma olan bitene. Sevdiklerinle ol. Sevdiğin işi en iyi şekilde yapmaya çalış. Daha ne ki hayat? Çok çabalamak boşa evlat. Zaman çok çabuk geçiyor; sana da sormuyor, bil bunu!

- Siz bu hayatta en çok kime değer verdiniz?

- Benim karım yaa! Eşim, kim ondan kıymetli olsun? Yeni kaybettim ben onu. En mühim şey oydu hayatta. 35 Sene az geldi bana. Evlilik benim için mukaddes bir olaydır. Her şeye beraber bakmak, birlikte tat almaktır.

Son sorum olsun, sizi örnek alan gençlere ne dersiniz?

Öğrenilmez foto muhabirliği... Ara Güler kendi başına olmuştur. Roman birkaç kişiyle yazılır mı? Tiyatro gibi kolektif değildir ki fotoğrafçılık... Bireyseldir, romanı adam kendisi yazar, o zaman o adamı yalnız bırakacaksın ki kendi yolunu bulsun. Şimdi, gençlerin bir kısmı üç günde oldum sanıyor. Ben bu aşamaya gelinceye kadar her türlü işi yaptım. Eline bir makine alan adam 3 rulo film çekiyor, ertesi gün sergi açıyor. İyi makineyle iyi fotoğrafçı olunmaz. Böyle şey olmaz. Martinez diye bir sanat tarihçisi var, 15 sene koymadı beni dergisine, bekletti. Görmesini bileceksin. Görecek, anlayacak, değerlendireceksin.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.