SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İletişimin dans hali

Yalnızlık ne demektir? Uzun süre boyunca hiç kimse ile konuşmamak mıdır? Bir insanın etrafının kalabalık olması o insanın yalnız olmaması mı demektir?

Bana göre yalnızlık, bir insanın diğer insanlar ile iletişim halinde olmaması demektir. İnsanın kendisine dair karar verme sürecinde ve kendini tanıması için elbette yalnızlık önemli bir faktördür. Hatta bir insan, kendisi ile baş başa kalmadan kendisini yeterince tanıyamaz, hayatı ile ilgili önemli kararları sağlıklı bir biçimde alamaz. Fakat, insan sosyal bir varlıktır, bir süre yalnız kalan insan eninde sonunda diğer insanlar ile iletişime geçmek isteyecekti, istemelidir de. Nasıl kendimizi tanıma sürecinde yalnızlığın önemli bir rolü varsa, insanlar ile kurduğumuz iletişimin de bu olguda rolü büyüktür. Her birimiz birbirimize aynayız, yani kendi yansımalarımızı, başka insanlar üzerinden gözlemlemekteyiz. Ama iletişim yalnızca gözlem yapmak demek değildir. Peki nedir gerçek iletişim?

İçerisinde yaşadığımız çağı, iletişim araçlarının çokluğunu göz önünde bulundurarak, iletişim çağı olarak nitelendirebiliriz. Her birimizin, kendimize dair ufak ya da büyük bilgileri paylaştığı, sosyal medya hesaplarımız var. Ceplerimizde her an açık durumda bulunan cep telefonlarımız modern yaşamımızın olmazsa olmazları, hatta sizi arayan birisinin telefonuna cevap vermemek veya hızlı bir biçimde geri dönüş yapmamak çağımızın en büyük ayıplarından sayılmakta. Her an ulaşılabilir olmak bu zamanların sloganı adeta. Peki bu kadar iletişim aracının içerisinde ne kadar gerçek iletişim kurabiliyoruz?

Bana göre iletişimin en derin ve doğal hali beden dilimizi kullanarak ve birbirimize temas ederek yaptığımız. Kendimizi ifade etmeye çalışırken sözcüklerimizi özenle seçeriz ama bazen o seçilen sözcüklerin ardında, sakladıklarımız veya söylemeye cesaret edemediklerimiz yatar. Oysa bedenimiz tamamen saf bir biçimde söylemek istediklerimizi anlatır. “Gözler kalbin aynasıdır” lafı tam da bu durumu tanımlamak için söylenmiştir. Bedenimizin yalan söylemeyi bilmemesi gibi, bir dokunuşun da samimi veya sahte olduğunu anlamak, bir sözcüğün gerçek anlamını anlamaktan çok daha kolaydır. Bir insan elimizi sıktığında onun nasıl bir insan olduğunu anında hissederiz. Sahte bir dokunuş kendisini sahte bir sözden çok daha hızlı bir biçimde ele verir.

Dans etmek öte yandan bu sözsüz iletişimin sanat ile bütünleşmiş halidir. Birbirimiz ile teması kesmemiz ve birbirimize karşı mesafemizi korumamızın sürekli öğütlendiği bu günlerde Dans etmek, bu sözsüz iletişim açlığını doyurmak için biçilmiş kaftandır. Birbirimize dokunmadan dahi karşılıklı dans ettiğimizde, temas etmekten hiçbir farkı olmadığını hemen anlayabiliriz. Çünkü dans etmek ruhumuz ile maddeye dokunmak gibidir. Beraber bir bütün olarak hareket etmek, aradaki mesafe önemli olmaksızın tek vücut olmaktır.

Birbirimize temas ederek dans etmekse, iletişim kurmanın en kutsal yoludur bence. Partnerlerin birbirlerini dokunuşları ile yönlendirmeleri, birbirlerini en yakından tanıma biçimidir. Bir insanla yemeğe çıkıp 4 saat boyunca onu tanıdığınız kadarından çok daha fazlasını, onunla 4 dakika dans ederek tanıyabilirsiniz. Beden yalan bilmez, özellikle de dans ederken.

Yalnızlık paylaşılmaz derler, oysa yalnızlığı büyük bir ahenk ile bütünlüğe çevirmenin en iyi yolu dans etmektir. Mesafelerin arkasında kalmış olsa bile dans etmek en derin iletişim şeklidir. Yeniden özgürce birbirimize temas edeceğimiz günlere hasretle. Sevgiyle kalın.

Yazının devamı...

Tanrının atletleri

Dans spor mudur? Yoksa sanat mıdır? Dans ile ilgili düşündüğümüzde aklımıza gelen sorulardan birisidir bu. Albert Einstein “Dansçılar, Tanrının atletleridir!” diyerek, dansın hem bedensel bir performans hem de ruhsal bir yaratıcılık gerektiren bir iş olduğunu vurgulamış.

Dans etmek atletik olarak bir beceri istiyor, bu yadsınamaz bir gerçek. Fakat atletik becerinin ötesinde, derin bir tutku ve yaşama sevincidir bizleri dans ettiren. Kendini ifade edebileceğin sanat dalları arasında dans, bedenimiz ile yeniden tanışmak gibidir.

Bir bebek büyürken yavaş yavaş kendisine yeni beceriler katmaya başlar. Emeklemeyi, ayakta durmayı, yürümeyi, koşmayı öğrenir zaman içerisinde. Dans ederken ve yeni dans figürleri öğrenirken, hayatı tanıyan bir bebek gibi oluruz adeta. Tamamen anda oluruz, tamamen bedenimize ve kendimize odaklı, harekete odaklı oluruz. Eğer bu açıdan düşünürsek, dans etmek sürekli kendimizi tanımaya devam etmek demektir. Dans etmek, ruhumuzdaki devinimleri dışa vurmak demektir. En önemlisi ise dans etmek özgürlük demektir.

Sanayi devriminin sonrasında hayatımıza giren makineler, icatlar ve milenyum sonrasında hayatlarımıza giren teknoloji, bizleri gitgide daha az hareket etmeye yöneltmeye başladı. Bizim yerimize ev işlerini yapan aletlerimiz var artık. Tek bir tuşla istediğimiz yemek veya almak istediğimiz ürün ayağımıza kadar gelebiliyor. Bizim yerimize hareket eden makineler ve robotlar gitgide çoğalmakta. Bununla doğru orantılı olarak tüm Dünya’daki kalp ve damar hastalıkları, obezite, diyabet, ruhsal hastalıklar artmakta. İletişim aletleri elimizin altında fakat belki de gerçek bir iletişim kurmanın en zor olduğu çağlardan birisinde yaşamaktayız. Tüm bunları sanayi ve teknolojiyi kötülemek için söylemiyorum. Demeye çalıştığım, evrenin her yerinde olduğu gibi Dünya’da da denge en önemli beceri. Bize sunulan kolaylıklardan faydalanmak elbette hakkımız fakat hareket kabiliyetine sahip canlılar olarak, hareket etmeye devam etmemiz gerektiğini unutmamamız gerek. Birbirimizle ve kendimiz ile iletişimin en gerçek ve derin hali olan dokunma eylemini büyük bir minnet ile gerçekleştirmeyi ihmal etmememiz gerek.

Şimdi sizden, kendiniz için en son ne zaman hareket ettiğinizi düşünmenizi istiyorum. Peki bedeninize en son ne zaman teşekkür ettiniz? Ayaklarınıza bütün gün sizleri taşıdığı için ne zaman sevgi ile masaj yaptınız? Sizin minik birer kopyanız olan hücrelerinizi ne zaman düşündünüz? Onların bütün gün, hatta siz uyurken bile, bitmek tükenmek bilmeden çalıştığını hiç hatırlattınız mı kendinize?

Aletlere, maddelere, teknolojik gelişmelere bağlı olmadan, hür bir iradeyiz kendi başımıza. Bunun için her gün teşekkür etmeliyiz var oluşumuzu kutsayan bedenimize. Bütün bilimsel gelişmelerin ötesinde, evrende var olan en üst düzey teknolojik harikalardan birisi olan bedenimizi taşıdığımız için minnet duymalıyız. Her birimizin Tanrının atletleri veya Tanrının atleti olma potansiyeline sahip canlılar olduğumuz gerçeğini her gün hatırlamamız dileği ile...

 

Yazının devamı...

İlk dans

Her zaman ilk dansın nerede ve nasıl şartlar altında yapıldığını hayal etmişimdir. Dans kayıt altına alınması çok güç bir sanat olduğundan, tarihte bu konuya dair pek az veri bulunur. Mağara duvarlarındaki resimlerden, antik kitaplardan ve mitolojik efsanelerden ilk dansın nasıl olduğunu tahmin etmeye çalışırız.

Benim ilk dans tasvirim gece vakti ateşin etrafında toplanmış, ayaklarını yerlere vuran ilkel insanların, çıkardıkları sesler ve attıkları çığlıklar ile gerçekleşmekte. O günün avını gerçekleştirmiş olmak ya da yeni ve korunaklı bir yaşam alanı keşfetmiş olmak neden olmuş olabilir buna.

İlk dansın nedeninin böyle olabileceğini düşünmemin sebebi, dans etmenin her şeyin ötesinde bir kutlama olduğuna inanmam. Hayatta yaşanan küçük mutluluklardan, başarılan büyük başarılara kadar her şeyi kutlamak için dans ederiz. Bir bebeği gözlemlersek, mutlu olduğunda dans etmeye başladığını ve değişik seslerin bu dansına eşlik ettiğini görebiliriz. “Sevinçten havalara uçmak” tabiri de çok mutlu olduğumuz anlarda yaptığımız dansların genel tanımı olarak düşünülebilir.

Peki, neden dans ile kutsarız mutluluklarımızı? Bence ruhumuz o kadar engin ve sınırsız ki, çok coşkulu olduğumuz zamanlarda bedenimizden taşıyor. Bu hareketliliği hisseden hücreler içimizde titreşmeye başlıyor ve biz de bu etkiyle dans ediyoruz. Yani dans eden bedenimiz değil, ruhumuz. Bedenimiz sadece ona eşlik ediyor.

Bu doğrultuda düşününce, nasıl bedenimiz ruhumuza eşlik ediyor ve nasıl mutluyken dans ediyorsak, dans ettiğimizde de mutlu oluyoruz. Tarihin başından beri kutlama yapmak için kullanılan dans, genlerimize bu şekilde işlemiş. Ama bu mutlu olma hali, dışarıya kendini beğendirmek için yapılan dans ile değil, sadece kendimiz için dans ettiğimizde gerçekleşiyor. Bütün kalıplardan ve sınırlardan ötede, sadece kendimiz, keyfimiz ve ruhumuz için dans ettiğimizde, mutluluk tüm hücrelerimizde hissediliyor.

İlk dansı düşündükçe, kendi hayatımı ve dans etmeye nasıl başladığımı da düşünürüm. Dans ile ilk tanıştığımda, dans etmek ruhuma ve bedenime çok iyi gelmişti. Bu yüzden devam ettim dans etmeye. Zamanla, bu alanda profesyonelleşince, bazen iş için, bazen bir karşılaşma için dans etmeye başladım. Gitgide dans etmenin benim için bir tutku olmaktan çıkıp bir iş olmaya başladığını fark ettim. Dans tekniğimi eleştirmeye, kendimi daha iyi bir dansçı yapmaya o kadar odaklanmıştım ki, dans etmenin ruhuma ne kadar iyi geldiğini unutmuştum. Bunun farkına vardığımda yeniden sadece ruhum için dans etmem gerektiğini anladım. Bir iş, havalı görünmek ya da tekniğimi geliştirmek için değil sadece kendim için, sadece keyif aldığım için, sadece mutlu olduğum için dans etmeliydim. Eğer her nefes alışımız bayramsa, her yeni gün kutlanmayı bekleyen bir hediyedir bizlere. Eğer var olmak kırk trilyonda bir olasılıkla oluyorsa ve biz bunu başarmışsak, var olduğumuz her an kutlanmaya değer. Dans etmek bir eylem değil yaşamın her anının çok değerli olduğunu bizlere hatırlatan bir ritüeldir aslında.

Dansla kalın.

Yazının devamı...

Özgür olduğunda dans et

Dans etmeye yeni başladığımda 20 yaşındaydım. İlk öğrenmeye başladığım dans tekniği, Çağdaş Dans oldu. Yerde yapılan hareketlerle, vücut ve yer çekiminin ilişkisini deneyimledim. Daha sonra yavaş orta seviye de ve ayakta dans etmeyi deneyimleye başladım.

Okulun ilk yıllarında Müzik olmadan, sessizliğin içerisinde kendi ritmimizi yakalamaya çalışarak dans etmeye çalışırdık. Daha sonra, fondaki müziğe aldırmadan, çalan melodiyi sadece bir arka fon olarak düşünerek dans etmeye devam ettik.

Üniversite öğrenciliğimin ileri yıllarında Bale ile tanıştım ve çok katı bir disiplin ile dans etmeye çalışmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimledim. Bale pratiği yaparken, vücudun tüm uzuv ve kaslarının farkındalığında olarak, bedenin bütününde bir hakimiyet sağlamak amaçlanır. Çağdaş dansın serbest bırakma tekniği ile Balenin kontrol etme tekniği arasındaki farkı deneyimlemek, dans etmenin ne kadar farklı biçimlerde algılanabileceğini anlamamı sağladı.

Daha sonra, müziğine olan hayranlığımın da etkisi ile Hip Hop dansına merak saldım. Afro Amerikalı vatandaşların, özgürlük arayışları sonucu bir isyan çığlığı olarak ortaya çıkan Hip Hop kültürü, bir halkın özgürlük arayışının simgesidir. Böyle bir arayış sonucu ortaya çıkan kültürün dansı da, bir o kadar özgür ve isyankardır. Hip Hop dansında, kullanılan teknikten ziyade, dansçının özgür iradesi ve isyankar ruhu ön plandadır. Belli hareket kalıplarına ve öğretilere sığdırılamayacak kadar sıra dışı ve asidir Hip Hop dansı. İsyan duygusunun beden bulmasını Hip Hop ile gözlemledim.

Hip Hop dansı ile çalışmam ile hemen hemen aynı zamanlarda, Capoeira ile tanıştım. Brezilyaya Portekizli sömürgeci güçler tarafından getirtilen, Afrikalı köleler tarafından geliştirilen Capoeira, Savunma sanatlarının Dans ile harmanlanmış halidir. Aynı Hip Hop gibi, özgürlük ve isyan ateşinin sonunda var olan Capoeira, saldırgan ve tehlikeli olduğu kadar özgür ve estetiktir. Dansın dövüş ile nasıl harmanlanabileceğini ve nefretin aşka ne kadar yakın olduğunu Capoeira sayesinde öğrendim.

Bütün bu yolculuğumu sizlerle paylaşmamın sebebi, Dansın bir müzik eşliğinde yapılan hareketler bütünü olmaktan ziyade, çok güçlü bir ifade hatta var oluş biçimi olduğunu anlatmak. Dans, insanlık tarihi kadar eski bir Sanat, ve Dans ederken amaçlanan şey estetik görünmenin çok daha ötesinde. Yeri geldiğinde kalıpları ve çizgileri keskinleştirirken, yeri geldiğinde o kalıpları ve çizgileri darmadağın edebiliyor. Bazen disiplinin ve çalışmanın simgesi iken, bazen özgürlüğün çığlığı olabiliyor. Kimisi güçlenmek için dans ediyor, kimisi kendisini bulmak için. Kimisi için bir kur yapma biçimi iken, bir diğeri için ibadet olabiliyor dans. Ama bütün bu tanımlardan ötede, aslında her birimiz yaşamımız boyunca fark etmeden dans ediyoruz. Güne başlarken yataktan çıkma şeklimiz günü selamlama dansımız mesela. Ya da duş alırken su dansımızı yapıyoruz, tamamen bize özel olan. Öfkelenip ne yaptığımızı bilmeden bir oraya bir buraya hızlıca yürürken öfke dansımızı, neşeden havalara zıplarken mutluluk dansımızı yapıyoruz.

Aslında rüzgârda savrulan yapraklar, tepemizde dolaşan kuşlar, doğada var olan her varlık kendine has dansın her gün sergiliyor. Bulutlar ahenkle şekil değiştirirken, Güneş ve Ay karşılıklı Valslerini bizlere sergiliyorlar her gün. Eğer bakmasını bilirsek her olaydaki iyiliği görebileceğimiz gibi, her yerdeki dansı da görebiliriz. Eğer farkına varabilirsek kendi dansımızı daha coşkulu bir hale getirebiliriz. Sözlerimi Mevlana’nın hayatın her anının bir dans olduğunu anlatan şu sözleri ile noktalamak istiyorum:

""

Yazının devamı...

Her hayal bir beden

Kendimizi enerjik hissetmediğimiz, yataktan çıkmanın dahi büyük külfet geldiği günler hepimiz için olmuştur. Belki bir önceki günün etkisinin hala üzerimizde olması, yeni günün sorumluluklarının ağırlığı gibi sebepler neden olmuştur buna. Ya da sadece yataktan çıkmak istemiyoruzdur işte o kadar. Eminim herkesin bu tip durumlarda enerjisini yükseltmek için başvurduğu çeşitli yöntemler vardır. Kimisi kendisine okkalı bir kahve demler, kimisi soğuk duşun altına atar kendisini. Kimisi pencereden kafasını çıkartıp derin nefesler alarak yükseltir enerjisini, kimisi dingin bir biçimde sessizliği dinleyerek. Liste böyle uzayıp gider. Hiç kimsenin yöntemine, isteğine çamur atacak değilim elbet. Bedenimiz ve ruhumuzun bizden talep ettiği her ne ise o, doğru olan yöntemdir zaten bizler için şüphesiz. Yeter ki duyalım onları, dinleyelim tüm hücrelerimiz ile…

Ben kendimi enerjik hissetsem de hissetmesem de güne başlamak için müzik dinleyenlerdenim. Ama müziği hareketsizce dinlemek, pek uygun değildir ruhuma. Zaten müzikten yayılan rezonans, bedenim ile temasa geçtikçe, bu titreşime cevap vermek için can atar bedenim. Önce küçük hareketlerle başlar tepkisi, daha sonra coşkulu bir biçimde artmaya başlar. Ta ki kendimi evin içinde oradan buraya zıplamaya başlamış bulana dek.

Bedenim dans etmeye başladığında, düşüncelerimi gözlemlemeye başlarım genelde, hareketten öncesini ve sonrasını düşünürüm. Hareket etmeye başlamadan evvel sadece yatakta biraz daha yatmayı düşünen ben, türlü hayallere dalmaya başlamışımdır. Hareket ettikçe, daha doğrusu kendimi harekete teslim ettikçe tabiri caizse hayata gülen gözlerle bakmaya başlarım. Gözlerimin önüne çizgi filmler gibi rengarenk görüntüler gelmeye başlar genelde. Benliğim, geleceğim, ülkem, Dünya’m ile ilgili olumlu hayaller kurmaya başlarım.

Başka bir yazımda, bir bulut olduğumuzu hayal ederek dans etmekten bahsetmiştim. Nasıl ki bir bulut olduğumuzu hayal ederek dans ettiğimizde bedenimizde bir hafiflik hissiyatı oluyorsa, kendimizi müziğe bırakıp dans etmeye başladığımızda hayal gücümüz çalışmaya başlıyor. Ve bir bulut, nehir, kuş, gezegen ve hayallerimizin erişebileceği nicesi oluyoruz.

Tabi bu kısım en yüzeyde gerçekleşen deneyim. Düşüncelerimizin belirli frekansları ve güçleri olduğuna göre, hayallerimizin de var. Ve bu hayaller zaman içerisinde gerçeğe dönüşmeye başlıyor. Bu doğrultudan bakarsak, şamanların yağmur dansı yaparak nasıl yağmur yağdırdıklarını anlamaya başlıyoruz.

Düzenlediğim atölye çalışmalarında, katılımcılara uygulattığım “hayal gücünü beden ile tetikleme” egzersizlerinde, insanların da buna benzer deneyimler yaşadıklarını gözlemledim. Çalışmanın başlarında egzersizleri  yaparken Dünyasal kaygılar ve düşünceler içerisindeyken, hareketler ile bütünleştikçe düşsel yaratımlarının genişlediğini keşfettim.

Bir başka yazımda, sinir sistemimizdeki hafıza kayıtlarını hareket ederek açığa çıkartmaktan bahsetmiştim. Hareketin zihnimiz ile bağlantısı olduğu gibi, hayallerimiz, düşüncelerimiz ve ruhumuz ile de bağlantısı var. Bu bağlantıların nasıl işlediğini anlamak için, basitçe şöyle düşünebiliriz: Bütün gün omuzlarımızı kapatarak yere bakalım, suratımızı asalım ve iç çekelim. Herhangi bir sebebi olmasa bile, sadece hareketlerimiz öyle olduğu için kendimizi üzgün ve sıkkın hissetmeye başlarız. Ya da bunun tam tersi, gökyüzüne bakalım, gülümseyelim ve kahkaha atalım. Bedenimizin davranışlarının bizi etkilediğini ve kendimizi mutlu hissettiğimizi göreceğiz. Ruhumuzun manifestosu bedenimiz olduğuna göre, ruhsal halimiz ile bağlantılı olan bedenimizi kullanarak duygularımızı, düşüncelerimizi ve hayallerimizi de değiştirebiliriz pek ala.

Bedenimizden, ruhumuza uzanan bir ip var. Bu ipe asılı duran duygularımız, düşüncelerimiz, hislerimiz, hayallerimiz var. Ve bizler bu ipin üzerinde dengede durarak yürümeye çalışıyoruz. Bazen dengemiz bozuluyor. Hayallerimize tutunarak kalıyoruz ipin üzerinde. Bazen hislerimize fazla güveniyoruz, bazense düşüncelerimiz ile ilerlemeye çalışıyoruz sadece. Ama kendimize uzaktan bakabilirsek eğer, anlayacağız ki ruh da beden de hayaller de duygular da biziz. Bin ben var Benden içeri, hepsi de benim. O yüzden sahiplenmeliyim hepsini, kendim gibi.

Kendinizi çok sevin.

Yazının devamı...

Ruhun dansı

Bizden geçti artık, bu yaştan sonra çok zor, bu işlere küçük yaşlarda başlamak lazım… Mesele dans etmek veya beden ile ilişkili birçok sportif aktivite olduğunda insanlardan en çok duyduğum ve tüylerimin ürpermesine sebep olan cümlelerdir bunlar. Kendimizi rakamlar, değer ölçüleri, kalıplar ile o kadar kısıtlamışız ki, daha bir eyleme başlamadan olmayacağını yapamayacağımızı düşünerek kendimize engeller koyuyoruz. Bedenimizin bu tip disiplinleri icra etmek için uygun olmadığı ile ilgili düşünceler üreterek, gerçeklikten uzaklaşıyoruz. Oysa hareket etmeye ruhumuz ile başlarız bilinç ona eşlik eder ve dünyevi yansımasını bedenimizde görürüz. Yani demem o ki her şeyi zihnimizde yaratıyoruz. Engelleri kendimize zihnimiz ile koyuyoruz, sınırlar çiziyoruz, çıkmazlar yaratıyoruz…

Kendimizi evlerimize kapattığımız ve belki de daha evvel hiç olamadığı kadar kendimiz ile vakit geçirdiğimiz bu dönem, bazı alışkanlıklarımızı ve zihinsel kalıplarımızı değiştirmek için büyük bir fırsat aslında. Şimdiye kadar “doğru olan budur” diyerek kabullendiğimiz tüm düşünceleri yeniden gözden geçirmeye ne dersiniz?

Düşünce o kadar güçlüdür ki, kendi kendimizi sadece düşünerek öldürebiliriz. Ama kendimizi sadece düşünerek yeniden yaratabiliriz de.

Öncelikle şunu idrak etmemiz gerekiyor ki dans etmek için asla çok yaşlı değiliz, çok kilolu, fiziksel olarak yetersiz olmak da aynı şekilde asla dans etmemize engel değildir. Dans etmek tüm kalıplardan sıyrılarak, kendini ritmin içerisine bırakma halidir ve bunu yapmamıza engel olabilecek hiçbir fiziksel engel yoktur. Sadece gözünü kırpabilen bir beden bile göz kapakları ile dans edebilir. Dans etmenin bir tekniği olması, dans adımlarını ezbere bilmek de gerekmez. Ruhumuzun sesini duyabilirsek dans da edebiliriz ve bunu yapabilmek için zihnimizi susturmamız gerekir.

Şimdi bu hisleri anlamak için küçük bir çalışma yapalım, çok sevdiğimiz bir şarkıyı açalım ve kendimizi bir bulut gibi hissederek hareket edelim, müziğe ayak uyduralım ya da uydurmayalım fark etmez. Ama gerçekten kafamızdan başka hiçbir düşünce geçirmeden, o anın içinde olalım sadece müzik ve biz. Hareketlerin küçük, büyük, gösterişli, gösterişsiz olmasının hiçbir önemi yok. Çok bilindik bir laf vardır “hiç kimse izlemiyormuş gibi dans etmek” diye aynen öyle dans edelim. Sonunda göreceğiz ki ne yaşlıyız, ne şişmanız ne de herhangi bir şekilde yetersiz. Müzik ile bütünleşmiş mutlu bir insanız sadece.

Yazının devamı...

Metamorfoz

Bacağını alıp kafasına kadar kaldırıyor, kollarını türlü türlü uç pozisyonlara sokuyordu. Yerlerde yuvarlanıyor, ayağa kalkıp yeniden defalarca yere düşüyordu. Bedeni ne kadar içinden çıkılması zor gibi gözüken pozisyonlara girse de yüzünde asla bir acı belirtisi olmuyordu çünkü henüz iki yaşında bir bebekti.

Bebekliğimizi hatırlarsak ya da o zamanlara ait görsel kayıtlarımıza bakarsak görürüz ki bebekken bedenlerimiz son derece rahat, ağrılardan ve kasılmalardan uzak, esnek bir haldedir. Dünyaya geldiğimizde, tıpkı zihinlerimiz gibi bedenlerimiz de son derece yalındır. Bir bebeğin bedeninde kolay kolay kırık olmaz (uç örneklerin dışında). Bir yetişkinin kolaylıkla sakatlanacağı bir düşüş yaşayan bebek, eğer etrafındaki insanlar tepki vermezlerse ağlamaz bile, kalkıp oynamaya devam eder.

Bunun nedeni bebeklerin bedenlerinin daha güçlü olması değildir. Bebekler bedenlerini yetişkinlere oranla çok daha serbest biçimde kullanırlar. Örneğin bir düşüş sırasında, yetişkin kendisini kasarken, bebek serbest bir biçimde ağırlığını yer çekimine bırakır. Bu yüzden beden kendi doğal akışında düşüşü gerçekleştirir ve sakatlanmaz.

Peki yetişkinler olarak bedenlerimizi kasmamızın, tutmamızın sebebi nedir? Bebeklikten çocukluğa, oradan ergenliğe ve yetişkinliğe giden yolculuğumuz sırasında, zihinlerimizde yaşadığımız tecrübelerin kayıtlarını tutarız. Bu kayıtlar beyinde gerçekleştikten sonra, omurgamıza yerleşirler ve orada sinirsel kayıtlar olarak yerlerini alırlar. Bu kayıtlar yaşadığımız tecrübelerin izdüşümleridir. Böylelikle “hayat görüşü” diye tabir ettiğimiz olgu oluşurken, bedensel kayıtlarımız da oluşmuş olur.

Bedenimizde yer edinen kayıtlarımız, hayatta karşılaştığımız her olay karşısındaki tepkilerimizi belirleyen temel unsurlar halini alırlar. Böylece herhangi bir beklenmedik durum karşısında bedenimiz otomatik tepki üretmeye başlar (biz bunlara refleks deriz). Bu tepkiler zaman zaman bizleri korusa da, çoğu zaman olması gerekenden fazla korumacı davranmamıza neden olurlar. Böylece kendimizi korumak adına kendimize zarar vermiş oluruz. Bu durumu akıntıya karşı yüzmeye çalışmak gibi tarif edebiliriz.

Fakat bu kayıtlarımızı yeniden programlamamız mümkündür. Bedenimiz ile ilgili yaptığımız çalışmalar tam olarak burada devreye girer. Eğer bedenimizi birer yetişkin olarak yeniden ele alır ve onu anlamaya ve geliştirmeye odaklanırsak, zaman içerisinde reflekslerimizi değiştirebiliriz. Nasıl ki bir bebek, yürümeyi, oturmayı, kalkmayı öğreniyorsa biz de hayat içerisinde kullandığımız her hareketi gözlemleyerek, bedenimizin olaylara verdiği tepkileri analiz ederek işe başlayabiliriz.

Böyle bir çalışma yapmanın bedenimize yararı olduğu kadar, zihnimize de faydası dokunur. Bedene kayıtlı olan travmalarımızı temizledikçe ve iyileştirdikçe zihnimiz de daha verimli çalışmaya başlar. Zaten aydınlanma denen şey insanın kendini yeniden yaratması demek değil midir? Tıpkı bir bebeğin hareket etmeyi öğrendiği gibi, insanın da yaşamayı öğrenmesi gerekir.

Yazının devamı...

Nefes

Yatağının içinde, gözlerini kapatıp sonsuzluğun nasıl bir his olduğunu algılamaya çalışan küçük bir çocuk. Tanrıyı, dünyayı, ebedi yaşamı, var oluşu hayal etmeye çalışıyor. İçinden şu sözleri tekrarlıyor “Ben bu bedenden ibaret olamam!”

Kendimi bildim bileli, hayattaki soyut kavramlar üzerine derin düşüncelere dalmışımdır. Eminim herkes, hayatının bir döneminde bu kavramlar üzerine düşünmüştür. Madde üzerinden açıklanamayan, elle tutulup gözle görülemeyen gerçeklikler nelerdir? Hissiyatları nasıldır? Madde dünyasının ötesinde nasıl bir gerçeklik var?  Bu tip sorular herkesin kafasından, bir dönemde olsa geçmiştir.

Benim işim beden ile alakalı olduğu için, bu soruların cevaplarını da beden üzerinden bulmaya çalıştım. Tecrübem ve kendi üzerimde yaptığım gözlemlerden yola çıkarak algıladığım gerçeklerden biri şu oldu ki, bedenimiz, ruhumuzun bu dünya üzerindeki manifestosudur. Bir başka değişle, üst benliğimiz, zihnimiz ve bilinç dışımızla aldığımız kararların uygulayıcısıdır.

Yani kendimiz ile alakalı, olan biten ne varsa bunun sonuçlarının gözlemlendiği yerdir beden. Buna bir örnek vermek gerekirse: Dünyaya haykırmak istediğimiz bir şeyler var ama bir türlü dile getirme cesareti gösteremiyoruz diyelim, bu durumun bedenimize bir boğaz rahatsızlığı ve öksürük ile yansıması muhtemeldir. Ya da, işi biraz daha ileri götürelim. Diyelim ki, hayatımız ile alakalı almamız gereken önemli bir karar var, ama bir türlü o kararı alma cesareti gösteremiyoruz, bunun bedenimize bir ayak rahatsızlığı ile yansıması çok olasıdır. Zaten biz bu durumu adım atmak olarak da nitelendiririz halk dilinde, öyle değil mi? Veya kabullenemediğimiz bir olayı tanımlarken: “Bunu bir türlü sindiremiyorum!” deriz. Zaten o olay da muhtemelen midemize yansıyacaktır.

Tüm dünyayı ele alan, bedenlerimizi ve zihinlerimizi tehdit eden, içerisinde bulunduğumuz salgını inceleyelim o zaman bu pencereden.

Hastalık bir solunum yolu hastalığı ve bizi nefes alamamak ile tehdit ediyor. Peki nefes almak ne demek? “Şu önümdeki işleri bir halledeyim rahat bir nefes alacağım!” dedik değil mi kendimize bu virüs ortaya çıkana kadar. Herkes işleri, okulları, ödemeleri ile o kadar meşguldü ki. Dünya olarak nefes almayı, hayatın temel zevklerini unuttuk. Öylesine uzaklaştık ki bu küçük keyiflerden, hayatlarımız bizi bunları yeniden ele almaya, kendimizi en baştan, en derinden, en çekirdekten yaratmaya mecbur kıldı.

Öyle ya da böyle nefes almayı öğreneceğiz, umudum o dur ki, bu durum kendi değerlerimizi, yaşamın kutsallığını ve güzelliğini anlamaya vesile olur. Eğer kendimizi dinlemeyi, bedenimizi dinlemeyi, ruhumuzu dinlendirmeyi öğrenebilirsek ve İnsanlık olarak tek bir beden olduğumuzu anlayabilirsek. Hastalıkların da bir ceza değil, bizleri uyandıran evrim görevlileri olduğunu anlayabileceğiz.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.