SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Biz Hangi Ara Bu Hale Geldik?

İnsan özü, aslında iyilikle kötülüğü bir arada barındırır. İnsan olmak ise, anlamını büyük oranda iyiye yönelmekle bulur. Bünyesinde barındırdığı ikilem, insanı ömrü yettiğince kendi içinde mücadele etmeye iter. Hayatta karşılaştığı bir takım olay ve durumlar style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">

Evet, kötülük dürtüsünün de iyilik gibi içimizde yaşamasına izin veriyoruz, belki de engel olamıyoruz. Ancak insan yine de inanamıyor. Özellikle en çok Doğu halklarına özgü karakter özellikleri arasında yer alan aşırı duygusallık, merhamet ve şefkat gibi hisler düşünüldüğünde karıncaya bile zarar vermekten kaçınan insanlar topluluğu gelir aklına. Sabah uyandığınızda elinize aldığınız ya da akıllı telefonlarınızın ekranı aracılığıyla ulaştığınız insana dair haberlere şöyle bir bakmanız yeterli olur bu inancınızın zedelenip hiç olmasına. Dünyaya ve dünya üzerinde yaşayan canlılara kötülük yapmaktan en fazla çekinen toplumlar arasında olmamız gerekirken her gün şahit olduğumuz o birbirinden korkunç olaylar...

Sözde vicdanlı, ahlaklı, kibar ve sosyal insanlar nasıl oluyor da günün birinde korkunç birer canavara dönüşebiliyor? Biz hangi ara bu hale geldik?

Sokağımızı işgal eden sokak kedilerine her sabah kalkıp aynı saatte süt verirken, otobüs duraklarına sokak köpekleri için barınak yapıp bırakırken, nasıl oldu da kullandığımız arabanın direksiyonunu savunmasız bir sokak köpeğinin üzerine kırabildik?

Tarihi asırlar öncesine dayanan misafirperverliğimizle haklı olarak övünürken, Tanrı misafirleri için sofralarımıza bir tabak daha ilave etmekten çekinmezken, çocuklarımızı başkalarının canına, malına, namusuna göz dikmemek üzerine bin bir türlü nutukla büyütürken nasıl oldu da komşumuzun 3 yaşındaki kızına/oğluna göz koyabildik?

Doğru olsun olmasın, sokakta avucunu açıp açım diyen insanlara karşı her zaman merhametle yaklaşırken, savaştan kaçan yabancılara yurdumuzun kapılarını sonuna kadar açarken, kendi durumumuz nasıl olursa olsun bizden zor şartlarda yaşamaya çalıştığını düşündüğümüz insanlardan yardım elimizi esirgemezken nasıl oldu da fakir fukaranın yastık altında biriktirdiği üç kuruşunu türlü dalavereye elinden alabildik?

Televizyon dizilerini izlerken haksızlığa, adaletsizliğe, kötülüğe uğrayan karakterler için burnumuzun dibinde bekleyen göz yaşları, nasıl oldu da sevgilimize, eşimize, çocuğumuza türlü işkencelerle zulmederken akmadı?

İnsan olmanın tanımı mı değişti yoksa? Sahi, neydi insan olmak? Sevginin tahtını sevgisizlik; mantığın, sağduyunun ve aydınlanmanın yerini korku ve cahillik aldığında, cehennemi kendi ellerimizle yeryüzündeki tüm canlılara yaşatmaya başladığımızda acaba hala sığabilecek miyiz o insanlık tanımına? Yeryüzünde düşünmeden, acımadan, sevgi göstermeden yaşamaya devam edebilecek miyiz?

Yoksa insanı insan olmaktan çıkaran tüm bu unsurlara karşı korkmadan savaş açmayı bilecek miyiz? Önce insan, sonra birey ve toplum olmanın anlamını ve farkını, evimizde, yurdumuzda ve dünyada yaşayıp yaşatabilecek miyiz?

Kötülükle mücadele etmek; kötülüğe izin vermek, göz yummak ya da görmezden gelmekle olmaz. Karşısına dikilmekle olur. Dünyada olup biten pek çok kötülüğün altında yatan mutsuzluk faktörünün bilincine varmakla olur. İnsana en büyük kötülükleri yaptıran insanın yalnızlığı, mutsuzluğu, sevgisizliği ve korkularıdır. Yeryüzünden kalıcı olarak silmeye çalışacağımız olgular da işte tam olarak bu noktada başlar!

Yazının devamı...

Kadın Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı

Zordur bu ülkede kadın olmak.

Aile, iş ve sosyal hayatta kadın kimliğiyle "ben de varım!" diyebilmek. Varlığını görünür, kabul edilir, saygı duyulur kılmak.

Kadını ötekileştirme eğilimi, erkeğin dört bir koldan kayırılıp yüceltildiği çocukluk yılları itibariyle başlar. Tek görevi erkeğin kahraman olmasına izin vermek olan, var olmaları ancak yanlarındaki erkeğin varlığıyla anlam kazanan, girdikleri her ortamda ve karşılaştıkları herkese karşı dikkatli olmaları öğütlenen, az konuştukça, az güldükçe, sakladıkça, gizlendikçe takdir edilen kadınlar, masallar aracılığıyla kulaklara dolmaya başlar sinsice. Özgürlük en iyi ihtimalle şımarıklık, sosyalleşme fazla rahatlık, cinsellik ayıptır eğer bir kadın mevzu bahis ise.

Sonra masalların sonu gelir ve minik kadınlar büyür. Gerçek hayat tüm ağırlığıyla karşılarındadır. Her ne kadar aydınlanma, modernizm derken günümüzde artık bir şeyler değişmeye başlamış da olsa kadın hala öteki olmaya devam eder pek çok açıdan. Belirli bir gruba ait kültürel seviye, eğitim düzeyi, dünya görüşü, toplumsal bakış açısı gibi faktörler kadının yerini söz konusu ortamda bir miktar değiştirebilir elbette. Fakat neticede hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız bir birey olmasına, toplumun her alanında eşitlikçi bir yaklaşımın nesnesi olmasına izin verilmez. Erkeğe tanınan (ve aslında insan olmanın gerekleri arasında yer alan) hak ve özgürlüklerden bütünüyle yararlanmasının önüne geçilir bir şekilde. Öyle ki kimi zaman en basit gündelik aktiviteler bile büyük bir kriz haline gelebilir öznesi bir kadın olduğunda. Unutmayalım; bu ülkede hala kocasından habersiz markete gidemeyen, telefonu geç açtığı için şiddet gören, dört duvar bir evin içine hapsedilen, dış dünyayla bağlantısı asgari düzeyde tutulan kadınlar yaşıyor. Nerede kaldı bu kadınların anne olmak dışında hareket edebilmeleri, iş hayatında kendine yer edinebilmeleri, kariyer, unvan, toplumsal konum ve söz sahibi olabilmeleri... Çünkü kadın söz konusu olduğunda üzerinde yaşadığımız coğrafyayı kara bir bulut gibi saran ağır, basık, kirli, kokuşmuş bir anlayış var hala: kadın kendini sakınmalı ve birileri tarafından korunmalı daima! Muhtaç, zayıf, etkisiz, edilgen bir kadın anlayışının hükmü tam olarak geçmedi ne yazık ki bu topraklarda.

Söz konusu anlayış kendi içinden bir nefret doğurur. Kimi zaman istenildiği gibi zapt edilemeyen kimi zaman elde edilemeyen kadın figürleri, bilhassa erkeklerin içinde onlara zarar verme güdüsü yaratır. Yaşama ve genel olarak dünyaya karşı beslenen tüm kötü duygular; açlık, kompleks, eksiklik gibi her türlü olumsuz his kadınlar üzerinde toplanır ve onlara bir şekilde hükmederek, çoğu zaman zarar vererek dışa vurulur. Kadınlar erkeklerin yaşama dair mutsuzluklarının, tatminsizliklerinin ve başarısızlıklarının kurbanı olur.

Tüm bu yaklaşımların genel toplumsal yansıması ise kadının yaşamın hemen her alanında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesi sonucunu doğurur. Özellikle iş hayatı söz konusu olduğunda kadının, bir erkeğe göre kendini, bilgi ve becerilerini kabul ettirme, sahip olduğu nitelikler için üsleri tarafından takdir toplama konusunda daha fazla çaba harcaması gerekir. Atomu parçalamaktan daha zor bir işi başarmak; çalışan kadın imajına dair ön yargıları parçalamak için ekstra emek sarf etmek ona düşer.

Başta da söylediğim gibi, kadın olmak, anne olmak, çalışan bir "kadın birey" olmak gibi kavramlara bakış açısı konusunda bazı pozitif dönüşümler yaşamıyor değiliz günümüzde. Ancak toplumun pek çok kesiminde hala bu kavramlara ve genel olarak kadına karşı hastalıklı bir bakış açısı olduğu gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Eğer öyle olmasaydı her Allah'ın günü çeşitli sebeplerle erkek şiddetine, türlü toplumsal psikolojik vahşete kurban edilen kadınların haberlerini duyup okumazdık. Okumaktan bıkmazdık... Beşikten mezara kadınların yaşadığı zorluklara şahitlik edip kahrolmazdık...

Mücadele devam etmek zorunda öte yandan. Kadın algısı konusunda bu toplumun geçirmesi gereken köklü değişimin peşi asla bırakılmamalı. Kadınların sesi ve kimliği bastırılmaya çalışıldıkça hep bir ağızdan bağırmayı sürdürmeliyiz. Kadının bağımsız birey olarak var olabilme mücadelesine korkmadan, sinmeden, yüreklice destek vermeyi bilmeliyiz. Elimizden ne geliyorsa...''Nefes alıyorsak umut var demektir,'' derler ya, bu ülkede kadınsan ve tüm kötülüklere rağmen hala nefes alabiliyorsan umut değil belki ama şansın var demektir! Çünkü hepimiz, kadın ve erkek eşitiz.

Yazının devamı...

“Kuşbakışı Hayatlar” isimli gösteri UNIQ Hall Lounge’ta!



Marka Strateji Danışmanı ve Yazar Didem Moralıoğlu görsel hikayeler, dans, klasik müzik ve şiirlerle bezenmiş “Kuşbakışı Hayatlar” isimli gösterisini 13 Mart’ta UNIQ Hall Lounge’ta sergileyecek. Mutluluğa ve başarıya ulaşmanın yolunun o içimizdeki cesur çocuktan geçtiğini aktararak, katılımcıların bu gösteriden; yüzlerindeki tebessümün yanı sıra hayatlarına cesaret, azim ve coşkuyu dahil etmiş ve bakış açıları değişmiş kişiler olarak ayrılmalarını sağlayacak.

Yazar ve yönetmen Murat İpek’in kaleme aldığı, iki perde olan “Kuşbakışı Hayatlar” isimli gösteride Didem Moralıoğlu öncelikle bize “ diyor ve hepimizin hayallerine ulaşmak için içindeki o çocuğu her daim canlı tutması gerektiğini;

Hatırlarsınız hepiniz. “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “astronot olacağım, uzay mekiği kullanacağım” dediğiniz, evdeki eşyalarla uyarlamaya çalıştığınız süper kahraman kostümleri ile gezdiğiniz o yılları. Barbie bebeklerimizi konuşturup, çizgi film karakterlerine aşık olduğumuz o yaşlarımızı.. Olumsuzluklardan habersiz “hayır, olmaz” sözcüklerine gardını almış en güzel zamanlarımızdı bizim çocukluğumuz, değil mi? Sahi ne zaman vazgeçtik ondan? İlk hayal kırıklığında, ilk yenilgiyi aldığımızda, o ruhsal acıyı ilk defa hissettiğimizde ona küsmek, sırtımızı dönmek büyük haksızlık olmadı mı? Peki ya bizler bir çocuğun hayallerini dinlerken niye tebessüm ederiz? Niye utanırız bir çocuk gibi davranmaktan, düşünmekten? Çocuk olmak demek, hayaller uğruna daima çaba sarf etmek demek değil midir? Çocuk kalmak demek, başarıya ulaşmak için bir adım önde ilerlemek olmuyor mu? Yo, yo… Hemen karamsarlığa kapılmayalım. Onu kaybetmiş sayılmayız. İnanın o hala içimizde bir yerlerde. Sadece bugün bizden bir davet bekliyor. Hadi, uyandırın onu. Sonra bir daha bırakmamacasına sımsıkı kucaklayın. Çünkü mutluluğa ve başarıya ulaşmanın yolu o cesur çocuktan geçiyor” cümleleriyle aktarıyor.

Didem Moralıoğlu gösterisinde yaşamda başarıya ulaşma yolunda geçilmesi gereken 7 vadinin haritasını; “Motivasyon”, “Aşk”, “Uyanış”, “Farkındalık”, “Yalnızlık”, “Kendini Sınama” ve “Kendin Olma” şeklinde sıralayarak sunuyor ve katılımcılara şu an yaşamında “Hangisindesin?” diye soruyor.

Muhakkak kendinizden bir şeyler bulacağınız ve hayatınıza çok şey katacak olan bu gösteride dakikaların nasıl geçtiğini anlamayacak, tebessüm ederken düşünecek, kendi değişim ve dönüşümüz için bir adım atacaksınız.

Herkesi bu değişim dönüşüm gösterisi için bekliyoruz.

Yazının devamı...

Bir Aşığı Büyük Bir Kariyere Feda Eder misin?

Aşkın yeri ve zamanı olmaz, bilirsin. Tabi öyle filmlerdeki gibi yolda yürürken çarpışıp elinden düşürdüğün kitapları yerden almak üzere eğildiğinde göz göze geldiğin adama aşık da olmazsın pek. Öğrenciysen okulda, çalışıyorsan iş yerinde ona rastlaman en büyük olasılıktır. Sonra okulmuş, ofismiş demeden başlarsın yaşamaya çünkü mekanın, zamanın değeri yoktur aşkta. Zamanın ötesinde hissin kendisidir mühim olan. Önünde açılan belki paha biçilemez bir hazine belki de Pandora'nın kutusudur ama o anda tüm evrenin gelip dayandığı yegane nokta, sana o kutuyu açtıran kişidir. Dolayısıyla aşk iş yeri dinlemez, kariyer dinlemez, geçmiş, gelecek, hatta şimdiki zaman bile dinlemez, her şeye ve herkese rağmen yalnızca yaşanır.

İki kişilik eşitsizlik
Bir rivayete göre aşk eşitsizlikten doğar. Duygular arası eşitsizlik, konumlar arası eşitsizlik... İki kişi arasındaki mesafedir bu denli güçlü bir duyguyu ortaya çıkaran. İçinde bir kaç doz imkansızlık olmadan olmaz. Ve tam da o imkansızlığın kendisi bağımlı kılar seni aşka. Taraflardan biri her zaman daha çok aşık, daha gözü pek, daha inatçı ve öteki her zaman daha imkansızdır.

Kim derdi ki yıllardır beklediğin, fallarda bir görülüp bir kaybolan, dillere pelesenk olan aşk bir gün burnunun dibinde bitecek, gelip seni çalıştığın ofiste bulacak. Kim derdi ki bulduğun adamı senden çok önce başka birileri de bulmuş olacak...! Ama oldu işte. Biraz hayal biraz da kalp gücüyle kusursuzlaştırdığın adam bütün gün yanı başında duruyor.

Ne olursa olsun, yaşamadan olur mu hiç? Ömrünün hatırı kalmaz mı sonra sende? Elbette yaşayacaktın; hem de dibini görene kadar. Her gün yeniden severek, her gün onunla biraz daha çoğalarak. Aslında onu bile pek umursamadan yaşayacaktın ve yaşadın da... Hesapsız kitapsız sevdin onu; onun seni aynı oranda sevip sevmediğini, hayatta birbirinizin dengi olup olmadığınızı düşünmeden gönlünden geldiği gibi yaşadın aşkını. Eşitlik hukuk karşısında olur, aşkın kendisi eşitlik aramaz, hiçbir engel tanımadığı gibi. Kim ne der diye düşünerek elinden yitip gitmesine göz yumamazdın ya! Hayatta daha önce kaç kere yaşadın bu duyguyu ve kaç kere daha başına gelecek sanki... Hem kime ne? Tamam; durumun farkında olan iş arkadaşların her fırsatını bulduğunda seni kısık gözlerle süzüyor, arkanı döndüğün andan itibaren cadı kazanları kaynıyor olabilir. Mutsuz evliliklerin tarafı olan kadınlar boğmak isteyen bakışlarla üzerine de gelebilir. Peki ama tüm bunlar olup biterken senin kalbindeki sular duruluyor mu? Tabii ki hayır! O zaman yapacak bir şey yok. Ta ki son kertede patronun da durumdan haberdar olana kadar! Peki şimdi ne olacak?

Yiğit olana düşer cefayı çekmek
Vazgeçmek, bir patronun iki dudağının arasından çıkacak kelimelere bağlı olsaydı, niye çekilirdi tüm bu eziyet? Sevdadan ölüp ölüp dirilmeler niyeydi o zaman? Eğer payına düşen aşk uğruna feda etmekse sahip olduğun bir şeyleri, neden yapmayasın? Sonuçta ne için yaşıyoruz en çok; bu türden duyguları arayıp bulup yaşamak için değil mi son tahlilde?

Kaç sene olmuştu, 15 mi? 15 senenin sonunda tek cümleyle tutuşturursun patronun eline istifanı, olur biter. Neticede onunla geçirdiğin 15 dakika 15 seneye değmez mi?

Bedeline baştan razı geldiğin şey değil midir aşk? Ancak göze alabildiğin kadarını yaşarsın. Göze alıyorsun işte. Çıkmak için ömrünün yarısını feda ettiğin kariyer basamaklarından gözünü kırpmadan bir çırpıda atlıyorsun aşağıda kollarını açmış seni bekleyen adama doğru.

Koskoca aşk feda edilir mi hiç bir parça özgeçmiş uğruna? Mazallah; bir aşığı büyük bir kariyere feda etmenin vicdan azabı bırakmaz peşini sonra!

Yazının devamı...

Sinme!

Sürüden ayrıl kı fark yaratasın

Sana biçilmiş ömrü sürerken yapmaman gerekenler listesinin başında sinmek gelir. Hayatta başına her ne gelirse gelsin sinme, elini eteğini yaşamaktan hiçbir koşulda çekme. Vazgeçmek sana bu hayatta herhangi bir şey kazandırmayacağı gibi benliğin de dahil olmak üzere çok şey kaybettirebilir.

Bırak, cesaret sana ve hayatına fark katsın

Yenilikten, yeni ve ilk adımı atan olmaktan geri durma. Zira ancak cesaret edersen yaşama yeni ve farklı olanı kazandırma şansın olur. Risk almadan, olabildiğince emniyetli ve sıradan bir yaşam sürdüğünde belki başın ağrımaz fakat sana dair bir iz bırakma şansın da pek olmaz bu dünyada.

Sen diğerlerine aldırma; zihninin ve kalbinin işlemeden pas tutmasına izin verme. Korkmadan at adımlarını, cesaret ömürlük yoldaşın olsun! Yapılmayanı yap. Millet Fransızca, İspanyolca öğrensin, sen git Fince kursuna yazıl. Düşün bir kere; Steve Jobs üniversitede kaligrafi dersi almasaydı, bunu diğerleri gibi boş bir zaman kaybı olarak görseydi, piyasaya sürdüğü bilgisayara farklı fontları yüklemeyi akıl edip yaratıcılığıyla ezber bozabilir miydi?

Bırak insanların senin için kurguladığı hayatı yaşamaya çalışmayı. Kendini ve sana özel nitelikleri tanı, üstünlüklerini keşfet. Farklı olmaktan korkma. İnsanlar seni işaret parmaklarının hedefine yerleştirsinler, ne var bunda. Hor görme eğilimlerinin büyük oranda kıskançlıktan doğduğunu hatırla. Birileri senin ciğerine mundar der diye ne o ciğerden ne de kendin olmaktan vazgeç. 45 yaşındasın ve bale mi yapmak istiyorsun? Hemen yarın yetişkin balesi dersleri almaya başla. Başkalarının ne düşündüğünü umursama. Ayşe Teyze'nin yadırgamalarını, ruhunu Ayşe Teyze'ye kaptırmış olanlar düşünsün, sen takılma.

Başarısızlık senden korksun

Hayat, her daim kazanan çocuk olabileceğin bol kandırmacalı bir ebeveyn- çocuk yarışı değildir. Önce hayal edersin. Sonra hayalinin peşinden gitmeye başlarsın. Ancak bu yolda elini kolunu sallaya sallaya yürümek diye bir şey yoktur. Hedefe varan en kısa ve güvenli güzergah ancak çaba vasıtasıyla çizilir. Bazen canını dişine taktığın halde hiç olmayacakmış gibi görünen şeyler aslında seni sınayan handikaplardan fazlası değildir çoğu zaman. Ne yaparsan yap, yıllardır beklediğin o terfiyi, o evi, o kadını/erkeği bir türlü elde edemiyor musun? Kendini hayal kırıklığının acımasız pençesine koyvermek yapacağın en son şey olsun.

Başarısızlıktan korkma. Kötü olaylardan hisse çıkar kendine. Gerçekleştirilemeyen hayallerden ağzının değil yaşanmışlığının payını almayı öğren! Kat hayatına çıkardığın o dersi. Artık yoluna daha olgun, daha öngörülü, güçlü, yanılmaz ve yenilmez bir şekilde devam edebilirsin. Zaaflarının, başarısızlığının, hayal kırıklıklarının, karşılaştığın kötülüklerin de kazanım hanene eklenebileceğini unutmamalısın. Ve söz konusu kazanımlar kendini ayırt etmeni sağlayacak değerli bir hazinedir aslında. Seni sürüden çekip çıkaracak, seni ve farklılıklarını öne çıkaracak bir hazine... Umutsuzluk ve bedbahtlık senden uzak, azim ise hep seninle olsun. Yılmak değil, yaşamak için bu hayattayız ne de olsa!

Yık duvarları, ezberci yaşama son ver

İlk hedefin mutlu olmak değil, farklı ve özgün olmak olsun. Çoktan yapılmış olanın değil yapılmayanın peşine düş ki farkını ortaya koyabilesin. Korkma; birey olarak, bilinçli bir şekilde farklılaşabildiğin sürece başarı da mutluluk da gelip seni bulacaktır. Sıradan olmanın, ezbere yaşamanın yanıltıcı ve geçici huzuruna aldanmadan cesur ve farklı olmayı, ezber bozmayı başarırsan ve elbette çabayı hayatının merkezinden çıkarmazsan işte o zaman gerçek ve kalıcı izler bırakabilirsin yaşamda.

Tahmin edilebilir olmaktan kaçınarak yaşama yeni fikir ve girişimlerle damganı vurabildin zaman er ya da geç başarıya ulaşırsın ve bu başarı öyle sıradan, kişiliksiz, vasıfsız bir başarı değil, sana özel, seni anlatan ve yalnızca sana ait bir başarı olur. Neden olmasın?

Yazının devamı...

Ölmeden Aşk Olmaz mı?

Dior’un Miss Dior ismini taşıyan parfümünün yeni yüzü Natalie Portman ekim ayı başında dolaşıma giren reklam videosunda aşkın birbirinin içine geçmiş duygularını bize gösterip en sonunda soruyor: “Ya sen? Sen aşkın için ne yapardın?”

Mesleki eğilimlerim beni elbette işin pazarlama ve markalama detaylarını incelemeye itti. Reklam filmi kısa ama vurucu. Miss Dior’un kimliğinde taşıdığı haute couture tarzı, uçarılığı, taşkınlığı, duygularını olduğu gibi yaşama cesaretini etkili bir şekilde bize geçiriyor. Ve en sonunda bizi çarpıcı bir soruyla baş başa bırakıyor.

Aşk için ne yaparsınız? Ne kadar ileri gidersiniz? Neleri göze alırsınız?

Mesele aşksa, pazarlama işini bir kenara bırakıp Sezen Aksu’ya kulak vereyim diyorum. Ne diyordu Minik Serçe? “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk.” Ama sevgili diva, artık biraz daha aşktan yana gülsek olmaz mı? İlla da kendimizi yok mu etmeliyiz aşk için? Bize yıllardır ezberletilen “sen yoksan benim hayatımın hiçbir anlamı yok” klişesini yerle bir etmenin zamanı gelmedi mi? Yıkıcı duygulardan ne zaman bir fayda gördük ki aşk gibi, sevgi gibi güzel duyguların da bizi yıkıma götürmesini isteyelim ki? Bırakın artık, aşk ve sevgi bizi yaşatsın!

Ay lütfen “Ama aşk dediğin insana çılgınlıklar yaptırır!” gibi cümleler kurup bu çılgınlıkları hep dramla, hep olumsuzluklarla özdeşleştirmeyelim artık kafamızda. Sevgilinizle yaşadığınız aşk tatlı, inişli çıkışlı da olsa güvenli, kendinizi olduğunuz gibi yaşayabildiğiniz bir ilişki vermiyor mu size? Ya da tek aşkının Allah olduğunu söyleyen inançlı insanlar hayır işleyip kendilerini efendilerinin nezdinde daha kıymetli, daha faydalı insanlar haline getirmeye çalışmıyorlar mı? İşine aşkla bağlı olanlar alın terini başarıya çevirmiyor mu?

Etrafıma baktığımda gördüklerimi, içimdeki duyguya, zihnimdeki fikre göre anlamlandırıyorum, doğru. Ancak kimi zaman insan bir iç muhasebeye girer ve bazı hislerini ve fikirlerini mahkeme kürsüsüne oturtur. Söyle bakalım, sen beni neden hep aşağı çekiyorsun, tam gülecekken neden gözümden yaş getiriyorsun diye hesap sorar. İşte, aşkın yalnızca yıkıcı bir duygu olduğu yönündeki o eski fikir de bence kürsüye çıkmalı artık.

Kış geldi diye kalbimize buz tutturmayalım. Aşk dediğin etrafını yakacak kadar canlı ve kendini kavgacı bir tutku üzerinden tanımlayan bir duygu gibi görünüyor olabilir. Oysa kıskançlık, bağımlılık, sık boğaz etme, kontrol altında tutma, drama dayalı krizler çıkarma gibi ilişkinin üzerine boğucu bulutlar gibi çöken davranışlardan arındığında, hayat bir anda renklenmeye başlamıyor mu? Kıskanılma kaygısı yaşamadan arkadaşlarla buluşmak, telefonun şarjı bittiğinde abuk subuk kaçamaklara dalmakla suçlanmamak, mail şifrelerini kırılmaz yapacağım diye resmen coder performansı göstermemek… Dünya sinema akımları üzerine tezler yazabilecek sevgilinle B sınıfı film izleyebilmek, klasik müzik piyanisti sevgilinle Ankara havasında göbek atmak, yemeğin altını yakabilmek, arabayı hafif sürtebilmek, “Amaaan bu akşam dışardan söyleyelim” diyebilmek… Aslında doğal olanın bu olduğunu unutmamak lazım. Aşk insanı yiyip bitiren ve sürekli panik atağa sürükleyen değil, besleyen, büyüten, olgunlaştıran, çocuklaşmak istediği alanlara imkan tanıyan, kendinin en iyi versiyonu olabilmesi için ona gerekli deneme yanılma payını bırakan bir ilişki neden olmasın.

Sezen Aksu’yu dinlemeye devam edelim ama artık aşk için ölmeyelim, aşkla yaşayalım.

Yazının devamı...

Armut Piş, Ağzıma Düş..

Daha öğrencilik yıllarında başlar kadercilik, kısmetçilik, şans eserciliklerimiz. Arkadaşımız Matematik'ten iyi not alır; olmadı ! Biz aynı dersten kalırız; , ..

Şans Her Şey midir?

Sanki bu topraklarda yaşıyorsak bizim dışımızdaki insanların her türlü başarısı gökten yağar. Bizim başarısızlıklarımız talihin bize kötü bir oyunundan başka ne olabilir? Her nedense başarısızlıklarımızın sorumluluğunu üzerimize almak istemeyiz. Hadi bunu yapmıyoruz, başkalarının başarılarının hakkını da onlara vermeyi reddedeniz. Komşunun oğlu holdingde iş bulur; .. En yakın arkadaşımız çok güzel bir kızla evlenir; .. Adam spor müsabakasında deli gibi koşar ve altın madalya kazanır; olur... Havasından mı suyundan mı, geçirdiği tarihsel süreçlerden mi yoksa sosyolojik yapısından mı bilinmez ama mutluluğu da başarıyı da çabadan ziyade şansa bağlamak genetik bir mirastır bize atalarımızdan yadigar. Ne yapar eder olan biteni sonunda yine bir talih işine bağlamayı başarırız.

Aslında şansla açıklama alışkanlığımız, kendimizi meşrulaştırma, dünyayı olumlama çabasından başka nedir ki? Başarısızlıklarımızın sorumluluğunu üzerimize almak, bir şeyi yapabilme kapasitesinden yoksun olduğumuzu kabul etmek demektir. Peki kendi yoksunluklarını fark eden ve bunu kamuoyu önünde kabul eden birinin mutlu kalması mümkün olabilir mi? Hayır! Kim beceriksiz ve yeteneksiz bir benlikle yaşamak ister ki? Ya da aynı şekilde bizim yapamadığımız herhangi bir şeyin bizim dışımızda biri tarafından başarıldığını gördüğümüzde bu durumu, o kişinin kendi çaba ve yeteneklerine bağlamak aynı zamanda ne anlama gelir? O kişinin çaba göstererek yapabildiklerini bizim yapamadığımız anlamına gelmez mi? İşte köşe bucak kaçtığımız gerçek de tam olarak budur.

O zaman neymiş? Başarısızlıklarımızı ve başka insanların başarı örneklerini şansa bağlayarak aslında kendimizi korumak ve sevmeye devam etmek istiyormuşuz. Özellikle orta yaşı bulmuş olanlar için kendinden vazgeçmek, yeni bir ben yaratmaya girişmek hiç de kolay olmadığından bu şans sancıları en çok da söz konusu yaş grubunda zuhur eder. Neticede batsın bu dünya boyutuna geçmemek, dünyaya pozitif gözlerle bakmak, her zaman bir ekmeklik umut beslemeyi sürdürmek içinmiş bütün çabamız. Yolda yürürken üzerimize pisleyen kuşu, talih kuşu olarak nitelemek de biraz söz konusu umudu temsil etmez mi zaten? Kulağa ne kadar da masum geliyor değil mi...

Şans Nedir ki?

Halbuki başarıda da mutlulukta da çalışmanın, gayretin rolü yadsınabilir mi hiç? Pişmiş bir armudun ağzınıza düşmesini beklerken hiç edeceğiniz vakti, armudu dalından koparıp kendi ellerinizle pişirmek için harcayamaz mısınız? Bir şeyler yapmak, "şansınızı" ve dünyayı değiştirmek için harekete geçmek kulağa o kadar mı kötü geliyor? Bırakın başarısız olmaktan korkmayı. Dünyadaki en başarılı insanların mazilerinde derin başarısızlıklar yattığını da unutmayın. Mualla Teyze sizin arkanızdan çekirdek çitleyerek " Bu oğlan da bir baltaya sap olamadı?" diyecekse desin, ne olmuş yani. Siz susun, bırakın çabanız ve emekleriniz konuşsun. Pencere önünde şansın gelip sizi bulmasını ve bu hayattan çekip kurtarmasını beklerken zayi olmayın. Kendi hayatınızın etkisiz elemanına dönüşmekten kaçının. Çarpan, bölen, toplayan, çıkaran siz olun ve sonucun sorumluluğunu da göğsünüzü gere gere alın.

Tembelliği ya da cesaretsizliği meşrulaştırma çabanıza talihi alet etmeyin. Siz mücadelenizi verin, elinizden geleni ardınıza koymayın karşılığını öyle ya da böyle alırsınız. O zaman şans dediğiniz olgu, yılbaşında çinko ya da tombala yapmanıza vesile olan bir varsayımdan öteye geçemez.

Yazının devamı...

Kadınlar Hiçbir Erkeğin Cesaret Edemeyeceği Kadar Aşık Olurlar!!!

Uğruna yıllarınızı heba ettiğiniz afili bir kariyer ve sonuç yalnızlık…

Kendi ayaklarınızın üstünde durmaya başladığınız, o genç yaşınızdan itibaren emek ve alın teriyle, kimi zaman dönülmez rekabetlerden galip çıkarak, kimi zaman da risk alarak canınızı dişinize taktığınız, beşer onar çıktığınız o muhteşem kariyer basamakları ve ancak, takdir, ikramiye ve terfilerle çekilir kılınan uzun mesai saatleri... Neticede ofiste, evde, her türlü sivil ve resmi yaşamda insanlar tarafından şahsınıza gösterilen, her kula nasip olmayacak seviyede bir saygı ve sevgi seli ile birlikte muhteşem bir kariyer hikayesi…

Söylemesi ayıp ama, sanıyorum bu kadar şeyden sonra, başarmanın tadına artık oldukça aşinasınızdır herhalde. Bilhassa iş ve kariyer söz konusu olduğunda pek sınır tanımam diyen siz; daima daha iyisini yapmak için sürekli adım atan gene siz. Daha iyisi için çalışırım, çok çalışırım, hatta hedefime ulaşana kadar kolay kolay duraklamam, geri adım atmam diyen gene siz….

Şu bildiğimiz insan ilişkilerinde de süreç çok farklı gelişmez aslında. Söz sahibi olmak hepimizin oldukça hoşuna gider. Arkadaşlarla toplanmak için bir mekân seçilecekse sizin seçmeniz, gruptan biri arabasıyla kızları evine bırakacaksa o şanslı kişinin siz olması gibi. Korunup kollanan değil, aksine koruyup kollayan olmayı yeğleyen, eskilerde bu gibilere “ denilen, şimdikilerde ise, daha ziyade denilmesi daha çok tercih edilen, tuttuğunu koparan, cesur ve kendi ayakları üzerinde durabilmen kadınlardan bahsediyorum.

Ta ki aşk kapıyı çalıncaya dek!

Hayatımda her derdin ilacını kendimde buldum da bir tek aşkı bir hale yola koyamadım diyen maskülen kadınlar evet siz sizlere sesleniyorum…

Acaba bu benim hayattaki yegâne başarısızlığım olarak mı kaydedilecek kişisel tarihimin tozlu sayfalarına? diye düşünen; “Kariyer konusunda başarı basamaklarını beşer onar çıkan kişi olarak bir tek şu aşk konusunda mı başarısız oldum” diyen kadınlara sesleniyorum...

Aslında bu aşk konusunu keşke kariyerinizde ki başarı kelimesiyle ilişkilendirmeseniz. Çünkü tam olarak başarısızlık da denemez buna. Ama tam da o aşk anında; "Başarıya odaklı düşünememek" denebilir.

Aşk denen psikonevrotik, şizofrenik, psikopatolojik ruh durumu sizi bulduğunda tüm rasyonelliğinizi kaybediyor musunuz?

Ya da âşık olduğunuz adamdan günün sonunda, onu kendinize aşık etmeyi başardığınızda, sizi altın plaketle ödüllendirmesini falan mı bekliyorsunuz? Tüm hayatınızı sarıp sarmalayan başarı hikayeleriniz, bir aşka dahil olduğunuz andan itibaren tüm umur alanınızdan çıkıp gidiyor mu? Hırs, gurur, iktidar düşkünlüğü rafa kalkıyor ve bunların yerini arsız bir sevme hali, sonsuz bir şefkat, anlamsız bir egosuzluk ve daha türlü çeşit zayıflıklar mı alıyor?

Baki kalan tek bir şey var: Cesaret!

Belki de içinizde diyorsunuz ki, onu öyle yüreklice sevebiliyorum ki karşımdaki postmodern zamanlarda yaşayan, bireyselliğin dibine vurmuş bir erkek değil de, orta çağın gizemli dehlizlerinde yaşayan bir romantik olsa, muhtemelen deldiğim dağlardan gözünde mutluluk gözyaşlarıyla geçerdi.

Fakat öyle olmuyor. Güç ile onca haldaş edilmiş olmasına karşın erkekler, karşılarında böylesine kuvvetli bir aşk gördüklerinde kelimenin tam manasıyla korkuya kapılıyor ve böylece delinen dağlar esas oğlanın geçip yanınıza geleceği değil, kaçıp saklanacağı mekanlar haline dönüşüyor.

Erkekler her zaman kendi yöntemleriyle sever fakat, hiçbir erkek bir kadının, aşkı ulaştırdığı mertebeye yaklaşamaz. Kadın sevmekten, severken de güç kaybetmekten asla korkmaz. Hatta güce alışkın bir erkek fatma bile! Oysa erkek ölesiye korkar ki, elindeki unvanlarının ondan alınmasından. O yüzden kararında âşık olur ve kararında aşk acısı çeker. Onlar için her şey kararındadır. Kadın gibi öylece koyuvermez varını yoğunu, benliğini, özünü, kimyasını...Kim bilir belki de onların yaptığı daha doğrudur hemen kızıp, sitem edip yüklenmeyelim onlara…

Aslında aşkın bu inanılmaz, anlaşılmaz gücü, taraflardan birinin sevme ve kendini kaptırma işini zıvanadan çıkarmasından ileri geliyor. Ancak bu delilik halinin iki kişiyi aynı anda vurması da sanıyorum biraz imkansıza yakın bir şey. Biri diğerinden önce alev aldığında ise; ötekinin yampiri yampiri oradan uzaklaşma çabası tam bir ibretlik! Nedir yani, değil mi ama? Gel de bir doya doya sevelim, gözümüz gönlümüz erisin, elalem aşk görsün ama yok! İnsan kendini göz göre göre ateşin içine niye atsın ki? Alevleri gördüğü an, diri diri yanmamak için yapılacak en doğru hamle ufak ufak oradan kaçmaktır.

Kaç bakalım adam. Hayatta karşına, seni yüreğiyle sevecek kaç kadın daha çıkacak acaba!

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.