SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Dosdoğru bir tanık

Dosdoğru bir tanık

|


Bir Osmanlı yüksek memurunun kızı Münevver Ayaşlı. Cumhuriyet döneminde de sayılan bir kişilikti; o kendini, sonradan gelen demokratlara yakın hissetti


       Beylerbeyi’nin yüzyıllık, eskilerin deyimiyle “asır - dide" çınarları gibiydi. Osmanlıyı da, Harbi Umumi’yi de, Milli Mücadele’yi de, Cumhuriyet’in kuruluşunu da görmüştü. Fransa’da, College de France ve Doğu Dilleri Okulu’nda eğitim görmüş; ünlü Şarkiyatçı Massignon’dan tasavvuf dersleri almıştı. İkinci Abdülhamit döneminin Berlin Büyükelçisi Sadullah Paşa’nın gelini; Viyana Büyükelçisi Nusret Sadullah Bey’in eşiydi... Bu yazı dizisi dolayısıyla kendisini aradığımızda 93 yaşında ve hastaydı. Kavlimizce, iyileşecek, ayağa kalkacak, bir dönemler Türkiye’nin kaymak tabakasını oluşturan insanların ağırlandığı yalısında oturup konuşacaktık... Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. O asır - dide çınar, ağustosun son sıcak günlerinden birinde, göçüp gitti aramızdan!
       Neyse ki, bu eski İstanbul hanımefendisi, bu kültür insanı, anılarını kendisiyle birlikte toprağa götürmek yerine kaleme alarak bize bırakmıştı.
       O, her zaman anıların yazılmasından yanaydı. Yazmak, yazılı kültüre geçmiş toplumların bireylerine özgü bir tutkuydu. Bunu çok iyi bildiği için de, Beylerbeyi’ndeki tarihi yalının müdavimlerinden olan Refet Paşa’yı boyuna sıkıştırıyordu Münevver Ayaşlı; “Paşam ne olur, hatıralarınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz" diyordu ısrarla.
       “Refet Paşa yakın tarihimizin 50 - 60 yıllık meselelerini ve olaylarını iyi bilirdi. Ben sanki başkalarını mahrum etme pahasına bir konseri tek başıma dinliyormuşum gibi üzüntü içinde kendisinden rica ediyordum: ‘Paşam ne olur, hatıralarınızı yazsanıza...’

Hâmit ve Lüsyen Hanım

       O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler, ‘Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta. Hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım’ derdi..."
       Münevver Ayaşlı’nın geride bıraktığı anılarında, bir dönemin politikacıları, askerleri, kordiplomatiği kadar edebiyatçılar da önemli bir yer tutuyor. Bu edebiyatçıların başında da, bir zamanlar “Şair - i Azam" diye nitelenen Abdülhak Hâmit ile onun büyük aşkı Lüsyen Hanım geliyor.
       Abdülhak Hâmit’in, gerçekten romanlara konu olacak bir yaşam öyküsü var.
       “Ben 1924’te Abdülhak Hâmit’i tanıdığımda yaşlı ve yalnızdı" diye anlatıyor Münevver Ayaşlı. “Maçka Palas’ta kalıyordu. Maçka Palas’ın bodrumu, kibar Osmanlıların garajı gibiydi o yıllarda. Askeri Müze’nin kurucusu Keçecizade İzzet Fuat Paşa da buradaydı. Türkçe’de ilk kez eskrim ve at konusunda kitaplar yazmıştı Keçecizade. Yoksulluk içinde öldü... Lüsyen Hanım Kont Soranzo’dan ayrılıp yine Hâmit Bey’e dönünce adeta yeniden canlandı yaşlı şair. Dahası, Atatürk onu mebus yapmıştı. Bu moral ile on beş yaş gençleşti diyebilirim. Atatürk şaire değer veriyor, onu sofrasına çağırıyordu. Yaşı geçmiş olmasa, elçi bile yapacaklardı.
       Çarşamba günleri, Hâmit Bey ile Lüsyen Hanım’ın kabul günüydü. Kimler gelmezdi ki o günlere? İsmail Hami Danişmend, Fethi Ahmet Paşa, İsmail Habib Bey, Samipaşazade Sezai, Fazıl Ahmet, Necip Fazıl, Şükufe Nihal Hanım ve eşi Limancı Hamdi Bey, Yahya Kemal... Şükufe Nihal’i görünce Hâmit Bey takılmadan edemezdi: ‘Şükufe Nihal, bu ne hal?’ Yahya Kemal kabul günlerine gelmesine rağmen, Abdülhak Hâmit’i sevmez, onu da her yerde söylerdi. Ama Hâmit Bey bir gün olsun Yahya Kemal aleyhinde konuşmamıştır.

Nobel rivayeti

       Abdülhak Hâmit, kendi şiirinin dayanağı olan Osmanlıca’nın aleyhindeki Dil Kurultaylarına da şevkle giderdi. Kendi manevi intiharı için, genç karısını koluna takar şık bir görüntü içinde tıpış tıpış giderdi Dolmabahçe Sarayı’na. Buradaki toplantılarda Osmanlıca’yı hiç savunmazdı.
       Abdülhak Hâmit ölünce, Lüsyen Hanım, her yıl 5 Şubat’ta bir çınar dikerdi onun için. ‘Yerim yok, mevlit okutamıyorum, onun yerine ağaç dikiyorum’ derdi. Kendisi de yalnızlık ve hastalık çekerek öldü, Lüsyen Hanım. Ölünce, Zincirlikuyu’ya, Abdülhak Hâmit’in mezarının yakına gömüldü. Hayattayken Fransızca iki eser yazmıştı: Perspectif ve Abdülhak Hamid’e Mektuplar. Bir de roman yazıyordu, ölünce yarım kaldı."
       Lüsyen Hanım ölmeden önce ilginç bir iddiada bulunur: 1927’de Abdülhak Hâmit’e Nobel Edebiyat Ödülü verilmek istenmiş; ancak Ankara, onun yerine Ruşen Eşref’i aday gösterdiği için Türkiye Nobel’i kaçırmış!

Samimi bir riyakar

       Anılarında kendisinden, ailesinden çok yakın çevresinde bulunan ünlüleri anlatmayı yeğleyen Münevver Ayaşlı’nın, Yahya Kemal’e ilişkin gözlem ve yargıları da oldukça ilginçtir. Ayaşlı şöyle diyor Yahya Kemal hakkında:
       “Yahya Kemal’in samimi bir riyakarlığı vardı. Yüzlerine karşı çok iltifat ettiği kimseleri aynı nispette sevmezdi ve beğenmezdi. O, sevmeyi değil, sevilmeyi severdi. Naz ehli idi. Sevilmesine müsaade ederdi. İltifatının amacı da buydu. Osmanlı tarihini ondan dinlemek bir ömre bedeldi. Güzel sohbeti sayesinde İspanya Kralı XIII. Alfons onu özellikle av partilerine götürüyordu.
       “Bunun yanında Yahya Kemal’in taşralılık vasfı, onun kurtulamadığı bir kompleksti."
       Münevver Ayaşlı, Yahya Kemal hakkındaki bu yargısını da, üstadın kendi sözlerine dayandırıyor. Bir gün Büyükdere’de bir sohbet sırasında Yahya Kemal “Ah o paşazadeler, ah o paşazadeler. Ah, o İstanbullular, bana rahat vermediler" diye anlatıyor taşralılık kompleksini: “Oturmaları başka, konuşmaları başka, aralarında şakalaşmaları başka, giyimleri kuşamları, velhasıl her şeyleri benden başka. Benden çok daha az zeki, fakat ben onları çok zeki görüyordum. Benden çok daha parasız, fakat ben onları çok zengin görüyordum. Terzilerini sordum, Bother dediler; gittim Bother’den kostüm yaptırdım. Gömlekçilerini sordum, Kolaro dediler; gittim Kolaro’dan gömlekler aldım. Olmadı olmadı. Onlar gibi olamadım. İyice anladım ki, İstanbul’a Niş’ten değil, Paris’ten gelmek lazımmış. Ben de doğru Paris’e gittim’
       Ünlü şairin kompleksli tavrına başka bir örnek:
       “Yahya Kemal ile zevcimin vefatından sonra da görüşüyorduk. Arada bir yine yalıya geliyordu. Ta ki 1946 yılına kadar. Demokrat Parti yeni kurulmuş. Fuat Köprülü Bey ve eşi, Yahya Kemal, Prof. Tevfik Remzi Kazancıgil ve eşi, öğlen yemeğini teşrif ettiler. Epey tereddütten sonra ‘place d’honeur’u (şeref mevkii) Fuat Köprülü’ye verdim. Fakat içimden, bunun başıma iş açacağını da düşündüm... Gelgelelim büyük şairimiz o gün küskünlüğünü hiç belli etmedi. Fakat o günden sonra bizim yalıya bir daha adımını atmadı. Beni gördüğü yerlerde yine muhabbetli ve mültefit idi, ama o kadar...
       Yahya Kemal ölünce, bütün sevenleri gibi sarsıldım ve gönülden matem tuttum... Ölümünden sonra, ardında bir günah gibi, kardeşi Reşat Beyatlı’yı bırakmıştı. Onun sağlığında ortaya çıkmayan Reşat Bey, her hafta gidiyor, bütün Yahya Kemal’i sevenleri ziyaret ediyor ve şöyle takdim ediyordu kendini: - Bendeniz Reşat Beyatlı, Yahya Kemal Bey’in kardeşi! Ve bu sözü, Yahya Kemal’in hiç sevmediği koyu Rumeli şivesiyle söylüyordu."
       Münevver Ayaşlı’nın yakından tanıdığı insanlardan biri de Halide Edip. Babası Edip Efendi’nin, sonradan müslümanlığı seçmiş bir Yahudi olduğunu; kendisinin de, Beni İsrail’in kızlarına benzediğini özellikle vurgulayan Ayaşlı, çocukluğunda, Halide Edip’in öğrencisi de olmuştu.

Avanak avanak seyredilen

       “Halide Edip belki iyi bir yazardı amma, muhakkak ki fena bir teşkilatçı, fena bir idareciydi. Üç ay mektebine gittim, bir gün dahi ders görmedim. Fakat bu üç ay zarfında konusu tamamiyle Tevrat’tan alınma, müziği de Lübnanlı bir bestekar Vedia Sabra tarafından bir opera bestelendi... Vedia Sabra’yı iyi tanıyordum, çünkü kendisinden özel piyano dersleri alıyordum. Operanın adı, Kenan’ın Çobanları. Biz bu operayı sahneye koyduk; valiler, kumandanlar, polis müdürleri huzurunda oynadık... Avanak avanak hepsi bu operayı seyrettiler... Halide Edip’in bu mektepçilik oyunu, büyük mağlubiyete kadar sürdü. Düşman işgalinden önce mektep kapandı ve maşlahlı, gözleri sürmeli hoca hanımlar da İstanbul’a döndü. Halide Edip’in ve hoca hanımların arkalarından çok dedikodu oldu. Mektepte tek bir keten çarşaf, tek bir çatal bıçak kalmamış, diyorlardı. Üstelik şehirdeki Tarrazi adlı, çok güzel eşya satan meşhur bir mağazaya çok borç bırakmışlardı.
       “Halide Edip Hanım, bizim eve de gelirdi. Bizim evde bir gün onu ağlar görmüştüm. İçimden çok acımıştım. Anneme, niçin ağladığını sordum. Annem: ‘Halide Hanım çok bedbaht imiş ve uzakta olan çocukları için ağlıyormuş’ dedi. Halide Edip Hanım’a acımıştım ve bu romantik haliyle Sarah Bernard’ı hatırlatmıştı.
       “Bir İstanbul’a gidip gelişinde, Halide Edip Hanım yalnız dönmedi. Yanında, uzun boylu, gözleri birbirine çok yakın, kalıpsız fesli, çelimsiz bir erkek vardı. Bu erkek, Adnan (Adıvar) Bey’den başkası değildi. Ve lisan - ı hal ile, benim de bir gün, günüm gelecek der gibi bir hali vardı. O gün Halide Edip Hanım’ın gözleri pırıl pırıl parlıyor, zarif elleri ve ayakları büsbütün göze çarpıyordu. Her haliyle mesut bir kadın olduğu anlaşılıyordu. Artık, yalnız bir kadın değildi; seviyor ve seviliyordu. Halide Edip Hanım, Adnan Bey’i daha çok seviyor görünüyordu. Ben kendi hesabıma, Adnan Bey’i, o gün Halide Edip Hanım’a çok az bulmuştum."
       Osmanlının son, Cumhuriyet’in ilk yıllarının yakın tanığı olan Münevver Ayaşlı Ankaralı politikacı eşlerini, sefir ve sefirelerini de eleştirici bir bakışla anılarında anlatıyor. İçinden geldiği Osmanlıyı yıkanları, yeni rejimle ortaya çıkan yöneticileri sevgiyle andığı söylenemez. O daha çok, tek partiye kafa tutarak var olan Demokratlara yakınlık duyuyor. Ancak, ne zaman ki Menderes yönetimi, geniş caddeler açma iddiasıyla İstanbul’un tarihi dokusunu kazma kürekle tahrip etmeye başlıyor; işte o anda Demokrat Partili yöneticileri de eleştirmekten geri durmuyor:

Bedduanın altı

       “Menderes karar almış, Beylerbeyi Sarayı’ndan Beylerbeyi Camii’ne kadar olan yer, yeşil saha olacakmış. Yani yalılarımız, İskele Caddesi’nde bulunan bütün yalılar gidecek, yok olacak... Belediye İmar Müdürlüğü’ne gittim, aman Allah’ım, bir mahşer yeri... Sanki bütün İstanbul halkı orada; dul kadıncıklar, alil, ihtiyar emekliler, yetim çocuklar... Şaka değil, başlarını sokacakları evceğizleri gidiyor, sokak ortasında kalacaklar... O gün Menderes’e edilen beddua, bilmem başka bir insana edilmiş midir? ‘Eyvah bu adam bu kadar bedduaya dayanabilecek mi, bu kadar bedduanın altından kalkabilecek mi’ dedim o gün ve Adnan Menderes’in sonunun çok feci, çok vahim olacağını hissetmiştim."
       Beylerbeyli Münevver Ayaşlı’nın anıları, Boğaz’ın Anadolu kıyılarının ve bu kıyılarda yaşayan eski insanların tarihçesi niteliğinde. Dediğimiz gibi, yazıp bıraktığı satırlarda kendini anlatmak yerine, sevdiği, sevmediği çevresini, kadim zamanlardan günümüze uzanıp gelen değerleri anlatmayı yeğliyor Ayaşlı. Bu da, son kadınlar dediğimiz kuşağa özgü soylu bir tutum ya da terbiye olmalı...

       YARIN: PAKİZE TARZİ

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.