SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Tünelin ucundaki şarkı: Coldplay - Fix You

Bundan birkaç yıl önce, hikâyesi bizim mesleğe dokunduğu için Newsroom dizisini pür dikkat izliyordum. Haber merkezi çalışanları, sürekli bir telaş halinde, günün haberlerini yetiştirme peşinde koşarken bir yandan da kendi iç dünyalarına dair yüzleşmeler ve hesaplaşmalarla karşı karşıyaydı. Birbirini sevenler veya sevemeyenlerin bilindik hikâyeleri…

Böyle bir anda dizide, yayınlandığı günden itibaren hayatımın en değerli şarkılarından biri çalmaya başlamıştı. Şarkı o ana amiyane tabiriyle cuk oturmuş benim de tüylerimi diken diken etmişti. Üstelik şarkıyı bilmem kaç yüzüncü kez dinleyişimdi bu.

Öyküyü daha da geriye sarıp 2005 yılına gitmek istiyorum. 6 Haziran 2005’te Coldplay’in üçüncü stüdyo albümü olan X&Y yayınlanır. Albüm çıkar çıkmaz çok iyi bir satış grafiği yakalar. Çok geçmeden de albüme ait bir şarkının klibi, müzik kanallarında dönmeye başlar. Evet, Fix you.

Grubun solisti Chris Martin’in o dönem eşi olan aktris Gwyneth Paltrow’a için, babasını kaybettiği gün yazılan bu şarkı, başlar başlamaz beni çarpmıştı. Üzerinden 12 yıl ve binlerce duygu hali geçmesine rağmen şarkının ne tesirinde ne de dinlenme sayısında bir azalma oldu. Büyük düşüm Coldplay’in İstanbul konserinin kapanış şarkısı olarak hayal ettiğim Fix You, yaşadığım her dibe vuruşta beni tutup yukarı çeken şarkı oldu. Öyle ya hayat bazen çok zor ve çareniz insanlar olamıyor. Bu durumlarda sığınacağınız liman, müzik oluyor. Hal böyle olunca da hayatınıza soktuğunuz şarkıları bir ağırlığı olanlardan seçmeyi tercih ediyorsunuz.

Bu arada hâlâ yapmadıysanız tavsiye etmiş olayım; bu yazıyı, lütfen yazıya konu olan şarkıyı dinleyerek okuyun.

Chris Martin’in “yaptıklarım arasında en sevdiğim” dediği Fix you geçen zamanda ve grubun ürettiği onca güzel şarkıya rağmen bence de Coldplay’in en değerli bestesi olarak kaldı ve kalacak. Bir şiirin ya da şarkı sözünün orijinalinden başka bir dile çevrildiğinde değerini kaybedeceğine inanan biri olarak bestenin sözlerini buraya yazmaktan imtina ediyorum. Anlamını içselleştirmek için uğruna bilmediğiniz bir dili bile öğrenmeye kalkışacağınız şarkılar vardır kanımca. Hele ki bahsi geçen şarkının neden yazıldığını biliyorsanız. Bu da işte tam öyle bir şarkı.

Muse’un Megalomania şarkısından da esintiler taşıyan Fix you, 2117 yılında da dinlenecek mi bunu ben bilemeyeceğim ama en azından tarih not düşmek adına bu şarkının bende bıraktığı etkileri ifade etmeye çalıştım. Beni her defasında iyileştiren bu şarkıya minnettarım.

Yazının devamı...

Geleneksel mahşer günü

24. İstanbul Caz Festivali önceki akşam Fatih Erkoç konseri ile başlamıştı. Dün gece de Salon İKSV’de Socar’ın sponsorluğunda gerçekleştirilen konser dizisiyle etkinliklere devam edildi. İlk olarak Rain Lab İdil Meşe & Da Poet performansını izleyen müzikseverler, ardından da 24. İstanbul Caz Festivali’nin bence en önemli anlarından biri olan Korhan Futacı ve Kara Orkestra konserine ya da diğer bir deyişle ayinine tanıklık ettiler.

Türkiye’nin en önemli saksafon virtüözlerinden biri olan Korhan Futacı ve birlikte harika işler çıkardıkları Kara Orkestra, hafta içi konser organizasyonu için geç sayılabilecek bir saatte ama önceden belirtilen dakikada sahnedeki yerlerini aldılar.

Korhan Futacı sahneye çıkar çıkmaz eline aldığı muhtemelen Şamanların kullandığı ve değişik sesler çıkarmaya yarayan adlarını öğrenemediğim şeylerle konsere bir giriş yaptı. Altı kişilik bir orkestra ile performans sergileyen Korhan Futacı, iki saate yakın süren konser boyunca Salon’u dolduran müzikseverleri deyim yerindeyse hipnotize etti.

24. İstanbul Caz Festivali programı açıklandığı andan itibaren listeme eklediğim ve gerçekleşeceği geceyi beklediğim konserin, beklentilerimi karşılaması, sabah işe yorgun bir şekilde gidecek olacağımın acısını unutturdu.

Türkiye’de “bu tutmaz” denilebilecek, kendine has türde bir müzik yapmasına rağmen şarkılarına konser alanını dolduran herkesin eşlik etmesi Korhan Futacı ve Kara Orkestra’nın zaten yüksek olan performanslarını daha da kamçıladı. Konser, son zamanlarda müzisyen – dinleyici etkileşiminin en yoğun hissedildiği performans oldu.

Konserin bittiği an, adet olduğu üzere sahneye geri gelen ekip bence Korhan Futacı’nın başyapıtı “Geleneksel Mahşer Günü”nü harikulade bir şekilde çaldı. Konserin en çok beklediğim anlarından biri olan bu şarkıyı, yazıyı yazarken de durmadan dinliyorum.

İyi ki böyle müzisyenler ve besteler var ve elbette iyi ki müzik var.

Yazının devamı...

Mutluluğun peşinden gitme hakkı

Her çağın yarattığı yenilikleri doğrultusunda, korkuları da o minvalde şekilleniyor. Misal, uçakların hayatımıza girmesiyle birlikte bir de uçak korkusunun ortaya çıkması gibi. Bu korku, nice seyahati kâbusa çeviren ya da başlamasına dahi mani olan bir duygu.

Bundan muzdarip biri olarak yaptığım tüm yolculukları -ki bunların en uzunu dört saati aşmadı- hemen hemen hiç konuşmadan, sadece öndeki koltuğa bakarak tamamlayabildim. On saatten uzun sürecek olan bir yolculuğu kaldırabilir miyim bilmiyorum ama görmem ve hissetmem gereken bazı şeylerin hatırına bunlara katlanmam gerekiyor.

Fransız siyasetçi ve düşünür Alexis de Tocqueville bundan yaklaşık iki yüz sene önce günler süren bir deniz yolculuğuyla tam da benim istediğim yere varmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’ne…

Tocqueville, bu yeni dünyayı, eski dünyalı bir gözlemci edasıyla incelerken gözüne ilk ilişen şey Avrupa’da uğruna çok kan akan fırsat eşitliği olur. “Amerika’da Demokrasi” isimli eserinin ilk cildine bu konuya değinerek başlayan Tocqueville’in ayak bastığı ülkenin anayasasında, “herkes için mutluluğun peşinde gitme hakkı” kavramı yer alıyordu. Bu o zaman için büyük bir olaydı elbette. Hatta bugün için de öyle…

Sihrini kaybetse de…

Bu büyük cümle belki daha sonraları kimileri için sihrini yitirmiş olsa da beni hala bir mıknatıs gibi kendisine çekmeye devam ediyor. Dün, 241. yaşını kutlayan Amerika Birleşik Devletleri benim için hala bu anlama geliyor. Üstelik bunda, Hollywood’un ya da daha geniş manada Amerikan Kültürü’nün etkisi yok. Yani Rambo’nun bu konunun çok dışında.

Thomas Paine, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson gibi isimlerin düşüncelerinin eseri olan bu ülkeye Tocqueville’den yaklaşık yüz yıl sonra bir başka Avrupalı gözlemci daha uğrar.

Bir vicdanın temsilcisi olarak “Son Avrupalı” sıfatıyla anılan Stefan Zweig, yazdığı yol günlüklerinden anladığımız kadarıyla pek de bayılmamıştı bu ülkeye. Belki hayata başka pencereden baktığı için belki de geçen sürede köprünün altından çok su aktığı için böyle düşünüyordu. Bir yapaylık, bir duygusal eksiklik hissetmişti buraya dair. Jim Jarmusch’un “Stranger Than Paradise” filmini hatırlatan türde bir eksiklik. Zweig’ın yazdığı her şeye çok değer veren biri olarak buna yine de şerh düşüyorum.

Otuzlar kulübüne katılmaya hazırlandığım şu günlerde artık daha fazla ertelememem gereken şeylerin listesini çıkartırken böyle bir yolculuğu ilk sıralara koyuyorum.

Teşekkürler Jefferson ve Paine…

Yazının devamı...

Babaya başkaldıran çocuk

Orson Welles’in 1962 yapımı dava filmi, Josef K. adlı bir adamın kendisini bir anda içinde bulduğu bir dava sürecini anlatıyordu. Üstelik K, neyle suçlandığı dahi tam olarak bilmiyordu.

Hikâye elbette hemen hemen herkes için oldukça tanıdık. Franz Kafka’nın çağa damgasını vuran eseri “Dava”dan uyarlanan ve aslına olabildiğince sadık kalınan film muhakkak ki izlenmesi gereken yapımlar arasında.

Bu filmin ortaya çıkmasına vesile olan Franz Kafka’ya dönelim…

Bugün onun doğum günü. Geride bırakmayı pek istememiş olsa da ondan kalan her şey için varoluşsal sorunları asla bitmeyecek biri olarak teşekkürü borç bilirim. Bir teşekkür de Kafka’nın vasiyetine uymayıp onun geride bıraktığı metinleri yayımlayan dostu Max Brod’a. Brod olmasa “Dönüşüm” ve birkaç kısa öykü dışında Kafka hakkında hiçbir şey günümüze ulaşamayacaktı. Sartre ve Camus’nün fikirleri eksik kalacaktı, Beckett’in de öyle.

Kafka hayata 3 Temmuz 1883’te Praglı orta sınıf bir aile içinde gözlerini açtı. Çeklerin çoğunlukta olduğu bir kentte Almanca okudu ve yazdığı her şeyi bu dilde kaleme aldı. Bu durum hakkında ilerleyen zamanlarda şu sözü sarf edecekti: Almanca benim anadilim, fakat Çekçe kalbimde yatıyor. Yaşadığı kent olan Prag’da geniş bir çevresi olsa da başkaca nedenlerden ötürü çok da mutlu bir yaşam sürememiş gibi Kafka.

Baba figürü

“Çok sevgili babam, geçenlerde bir ara, neden senden korktuğumu, sormuştun. Her zaman olduğu gibi sana verebilecek bir yanıt bulamamıştım.”

Böyle yazıyordu bir mektubunda Franz, babası Hermann Kafka’ya. Kırk yıllık yaşamının her anına sirayet eden baba problemi Kafka’nın kronik mutsuzluğunun ve hastalıklarının da tetikleyici etkenlerinden biriydi.

Gençlik yıllarından itibaren akciğerlerindeki rahatsızlık ile boğuşan Franz Kafka, bu yüzden hem yazılarından hem de işinden geri kalıyordu. Temiz havasının iyi geleceği düşüncesiyle sık sık Prag dışına çıkan Kafka’nın hüzünlü yaşamı kadınlarla olan ilişkilerine de yansımıştır. Arkadaşı Max Brod aracılığıyla tanıştığı ve sonrasında evlendiği Felice Bauer ve Milena Jesenka ile günümüze de ulaşan mektuplaşmaları yazarın ruh halini anlamamız açısından tıpkı babasıyla yaptığı yazışmalar kadar önemli.

Hiç gitmediği Amerika hakkında hayali bir roman kaleme alan Kafka’nın en önemli eserleri kuşkusuz Dönüşüm ve Dava’dır. Yaşadığı toplum, devlet ve dünyaya dair eleştiriler barındıran bu eserleri onu çağın ve hatta gelecek çağların da en büyük yazarlarından biri yaptı.

Gregor Samsa ve Josef K. yazıldıktan sonra insanlık onu derinden sarsacak bir dünya savaşı daha yaşadı. Bu savaşın yarattığı yıkım ve ardından gelen sorgulayışlar Kafka’nın rehberliğinde Sartre, Camus, Borges, Kundera ve Beckett gibi büyük isimlerin yapıtlarına yansıdı.

İyi ki doğmuşsun Franz Kafka.

Yazının devamı...

Yeni mitolojik kahraman Superman

1938, tarihin yaklaşan en büyük savaşına gebelik sürecinin son demleriydi. Dünyanın önde gelen ülkelerinin siyasetçilerinin ihtirasları yakında başlayacak büyük yıkımın hazırlayıcısı niteliğindeydi. Silahlanma yarışı kadar propagandalar savaşı da özellikle sinemada kendisine bir alan bulmuştu. Almanya’da Leni Riefenstahl’in çektiği filmler, rejimin sesi olduğu kadar toplumun gururunun okşanması açısından da önemliydi.

O yıllarda 1929’daki ekonomik buhranın etkilerini atlatmakta olan Amerika’da ise çizgi roman furyası Amerikan Rüyası’nı da besleyecek işler üretmekteydi. Bunlardan biri olan ve 1934’te Malcolm Wheeler-Nicholson tarafından kurulan DC Comics adlı çizgi roman dergisi, kısa zamanda geniş kitleleri etkilemeyi başarmıştı. Derginin yakaladığı bu başarı, bugün artık her biri ayrı fenomen olan defalarca beyazperdeye uyarlanan yeni karakterlerin doğumuna da vesile oldu.

Bir halk kahramanı doğuyor…

Haziran 1938’e gelindiğinde DC Comics’te yeni bir çizgi roman yayınlanmaya başlandı. Böylece daha önceleri kel bir karakter olarak tasarlansa da en nihayetinde bugünkü manada bildiğimiz Superman fenomeni doğmuş oldu. Doğaüstü güçleri olsa da gerçek kudretin erdem sahibi olmakta saklı olduğunu bilen bu “übermensch” süper kahramanın hikâyesi bugün artık yediden yetmişe herkesin çok iyi bildiği bir şey.

Sahip olduğu güçleri daima insanlığın yararına kullanan Superman, erdemli biri olduğu için kimliğini gizleyip günlük hayatta bir gazeteci olarak yaşasa da devasa bir ekonomiyi de beraberinde ortaya çıkardı. Sinemadan kırtasiye malzemelerine kadar birçok sektörde Superman’in herhangi bir ürününe sahip olmak belli bir yaş grubu için en büyük bir prestij meselesi konumunda.

Bu süper kahramanlar salt bir çizgi roman dergisinin tirajı artsın diye mi ortaya çıkmıştı? Altında yatan nedene dair üretilecek her teori, bir komplo teorisi olarak kalma ihtimaline sahip olsa da işin psikolojik alt metni çok da karanlıkta kalan bir konu değil.

Amerikan Rüyası’nın sembolleri

İnsana ümit vaat etmek, bir mucizeyle yolunda gitmeyen şeylerin bir şekilde düzeleceğine onu inandırmak ya da çilesini çektiği sıkıntıları unutturacak meşgaleler yaratmak bu fenomenlerin ortaya çıkışında önemli bir işleve sahip. Burada devreye başlı başına büyük bir konu olan Amerikan Rüyası kavramı da giriyor ki o apayrı bir yazı konusu.

Tüm bu süper kahraman hikâyelerini ve “Adalet Ligi”ni bir nevi, Yunan mitolojisindeki Olimpos dağında da benzetebiliriz. Tabii daha teknolojik ve daha kusursuza yakın bir şekilde. Batman ile Superman’i karşı karşıya getiren Zack Snyder’in yönettiği Adaletin Şafağı filmindeki kavgaya aslında mitolojik öykülerden de az çok aşinayız.

Velhasıl kelam hem DC Comics hem de Marvel’ın popüler kültüre kazandırdığı süper kahramanlar hayatımızın içinde daha uzun süre yer alacak. Belki aralarına yeni katılanlar da olacak. Ama yine de en iyisi Bruce Wayne olmaya devam edecek. Kusura bakma Clark Kent…

Yazının devamı...

Bir pilot olarak Küçük Prens

Haziran boyunca “yoksa bu sene hiç gelmeyecek mi?” diye endişeli bir bekleyişe neden olan yaz sonunda İstanbul’a da uğradı. Tatil döneminin de başlamasıyla belki çok önceden belirlenen belki de ani kararlarla seyahat rotaları çizildi. Şayet tercihiniz deniz, kum, güneş dışındaki bir seçenekse ziyaretçilerine kültürel ve gastronomik keşifler vaat eden Fransa’nın Alpler bölgesindeki bir kent size uygun olabilir.

Lyon’dan bahsediyorum evet ama konumuz Lyon değil. Konumuz, bu şehre ilk vardığınızda sizi havaalanında karşılayan isim olan Antoine de Saint-Exupéry. Lyon’da aristokrat bir ailede dünyaya gelen Saint Exupéry’nin doğumunun üzerinden tam 107 yıl geçti bugün. İyi ki doğmuş.

En büyük tutkusu olan uçmakla çocuk yaşlarda tanışan yazar, bu tutkusunu profesyonel boyutlara taşıdı. Uçmak en az yazmak kadar değerliydi onun için. Bir Küçük Prens misali…

Fakat ne acıdır ki bu tutkusu onun çok genç bir yaşta daha 44’ündeyken hayatına mal olacaktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında kullandığı uçak Marsilya açıklarında düşürülünce, daha çok eserler üretebilecek olan bir yazarın hayatı son buldu.

Bu savaş milyonlarca insanın yaşamına mal oldu. Milyonlarca insan daha uzun yıllar yaşasalar da gördüklerini hiç unutamadı. Savaşın sonunu göremeyen isimlerden biri Saint-Exupéry iken bir diğeri de kendi hayatını sonlandırmayı seçen Stefan Zweig’dı. Savaşın yıkıcılığı bu iki isimden mahrum bıraktı bizi.

Gece Uçuşu, Savaş Pilotu gibi eserleri bizlere miras bırakan Saint-Exupéry, doğal olarak en çok Küçük Prens ile hatırlanıyor. Öyle ki kitabın kendisi bir yana, Küçük Prens temalı defter, bardak, çanta ve daha birçok şeye sahip olmayan yok gibi.

Saint-Exupéry’nin hak ettiği bu ün, telif sorunu da ortadan kalkıp eserleri birçok yayınevi tarafından basılınca katlanıp arttı. İstisnasız her kitapçıda, farklı yayınevleri tarafından basılmış “Küçük Prenslere” rastlamak mümkün. Maksat vatandaş okusun.

Yazıyı bir yol insanı olan Saint-Exupéry’nin şu cümlesiyle bitirmek boynumun borcu;


Yazının devamı...

Meksika Sınırında Yaşam Mücadelesi

Birkaç yıldır dünyanın yaşadığı toplu göç hareketleri beraberinde trajedi haberlerini de getirdi. Ege Denizi’nde, Libya açıklarında, Yunanistan kıyılarında veyahut Meksika sınırında yaşanan dramların etkisi maalesef başka haberi okumaya başlayıncaya kadar sürüyor. Ancak yakın zamanda gördüğüm bir haberi muhtemelen ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Haberde anlatılanlara göre bir grup Bulgar, sınır boylarında ellerinde silahlarla gezip göçmenleri ele geçirmeyi kendilerine gaye edinmiş. Verdikleri pozlardaki muzaffer tavır, olayın vahametini daha da artıyor.

Bu haberin öyküsüne benzer bir senaryoyu, yönetmen Jonas Cuaron, Meksika-Amerika sınırına uyarlayarak beyaz perdeye taşıdı. Desierto adını taşıyan 2015 yapımı film, güncelliğini koruyan kaçak göçmenler konusunda insanları bir kez daha düşünmeye itme çabasında. Toronto Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü kazanan filmin başrollerindeyse Gael Garcia Bernal ve Jeffrey Dean Morgan yer alıyor.

Film, Meksika ile Amerika hattında yer alan uçsuz bucaksız bir çölde sınırın Amerikan tarafına geçmeye çalışan bir grup mültecinin başından geçenlere odaklanıyor. Uzun sürmesi muhtemel bir yolu yürüyerek kat etmek zorunda olan Meksikalı grup yolculuğun ilerleyen saatlerinde bir avcıya denk gelir ve bir kaçış mücadelesi başlar.

Meksikalı kaçak göçmen rolüyle karşımıza çıkan Gael Garcia Bernal’i, 2011 yapımı Yalnız Gezegen isimli konusu Kafkaslarda geçen bir filmde de benzeri şekilde yollara düşmüş bir vaziyette görmüştük. Tabii o film bir çiftin birbirlerini ilişkilerini sınadıkları bir yol hikâyesiydi. Buradaki yol hikâyesiyse bambaşka bir boyutta.

Gael Garcia Bernal’in Desierto filmindeki adının Moises olması “Exodus”a bir gönderme midir bilinmez ama filmin olay örgüsü gözleri kırpmaya pek müsaade etmeyen cinstendi. Burada özellikle Jeffrey Dean Morgan’a koca bir parantez açmak gerekiyor. Sınırın Amerikan tarafına geçenleri tüfeğiyle vurmayı kendisine görev edinmiş yalnız bir adam olan Sam’i canlandıran Morgan, The Walking Dead’in son sezonundan da aşina olduğumuz gaddarlığını bu filmde de sürdürüyor. Bu saatten sonra Jeffrey Dean Morgan’ı iyi aile babası rolünde görür müyüz bilemiyorum ama birkaç ay sonra başlayacak olan The Walking Dead’in yeni sezonunda Negan karakteriyle yeniden karşımızda olacağını belirtelim.

Film hakkındaki bahsi burada kapatıp Desierto filmini izlediğim Uniq Açıkhava Film Festivali’ne değinmek istiyorum. Başka Sinema’nın özel bir seçkisiyle oluşturulan program, bu bahar ve yaz aylarının gösterimde olan iddialı yapımlarını kapsamakta.

16 Eylül’e kadar her Salı, Perşembe ve Pazar akşamları Uniq İstanbul’da bulunan açıkhava alanında gerçekleştirilen film gösterimleri, yaz geceleri için iyi bir gece alternatifi. Yalnız mekânın ormanlık alanda olduğunu, dolayısıyla da akşamları İstanbullular nemden nefes alamazken orada üşüyebileceğiniz hatırlatmış olalım. Velhasıl bir esya getirmenizde fayda var.

İyi seyirler.

Yazının devamı...

Prag'ın en hüzünlü hikâyesi

İnsanın kendi elleriyle ortaya çıkardığı bir eseri hissedememesi ne büyük trajedi. Biraz daha açacak olursak; İki yüz küsur yıldır besteleri dünyanın her yerinde yankılanan Beethoven, ne yazıktır ki belli bir yaşından sonra ürettiği hiçbir eserinin tadına varamadı. Bestelediği 7. Senfoni veya 9. Senfoni’yi hiç duyamadı. Beethoven’ın bu trajedisi sinemadan edebiyata birçok alana ilham oldu. Fakat bence hala anlatılması, aksettirilmesi gereken duygular var. Mozart’ı anlatan Amadeus filmi gibi kült bir yapım henüz Beethoven’a nasip olmadı kanımca.

Beethoven ile benzer bir kaderi paylaşan bir isim daha var. 19. yüzyılda yaşayan Çek besteci Bedrich Smetana. Ünü Beethoven kadar yayılmış olmasa da insanlığa güzel besteler miras bıraktı. Hele bir tanesi var ki bestecinin tek bir notasını dahi duyamadan ömrünün son döneminde bestelediği. Senfoni formatındaki bu beste sonraları birçok yerde kullanıldı. Örneğin Terrence Malick’in şaheseri Hayat Ağacı filmi ya da İsrail Milli Marşı. Evet, işte böyle bir beste “Ma Vlast” (Vatanım).

19. yüzyılın romantizmi ve milliyetçi duygularıyla beslenmiş olan Ma Vlast’ı uzun sayılabilecek bir zaman diliminde, altı yıla yayılan bir sürede ortaya çıkaran Bedrich Smetana, eseri nihayetlendirdiği 1879’dan beş yıl sonra hayatını kaybetmişti. Bir diğer önemli Çek besteci yönettiği orkestrada kemancı olan Dvorak ile iyi arkadaş olan Smetana, “Wagner taklitçiliği” ile itham edilince insanlara küsüp kabuğuna çekilmişti. Böyle güzel şeyler ortaya koyan insanları üzenler utansın diyelim.

Deha dizisi aracılığıyla da sık sık tanıklık ettiğimiz müzik tutkunu Einstein, Ma Vlast bestesi için demişti.

Kişisel olarak benim en sevdiğim bestelerden biri olan Ma Vlast’ın bilhassa Vltava bölümü girişiyle bende tarifi biraz zor duygular yaşatmakta. Öyle ki tüm dünyada aynı anda hoparlörlerden çalsın istediğim bir eserden bahsediyorum. Vltava ya da Almanca adıyla Moldau Bohemya ormanlarından başlayıp Prag’ın ortasından geçen Çekya’nın cam damarı denilebilecek bir nehir. Kafka’nın hüzünlü anlarında muhtemelen kıyısına gidip dolaştığı yer..

Daha girişinde coşkusuyla beni büyüleyen bu besteyi yukarıda da değindiğim gibi bir de Terrence Malick’in başrollerinde Brad Pitt ve Jessica Chastain’in oynadığı “Hayat Ağacı” filmi boyunca duymak belki de bu filmi de gereğinden fazla sevmeme neden oldu. Benzeri bir iltiması Beethoven’in 7. Senfonisi’nin kullanıldığı The Fall filmi için de geçmiştim kendi nezdimde.

Bir müzisyenin başına gelebilecek olan en kötü şey herhalde duyma yetisini kaybetmesidir. Buna rağmen yaşadığı sürece üretmekten vazgeçmeyen hem Beethoven hem de Smetana’ya insanlık, en güzel eserlerini, tek bir notasını dahi duyamadan besteleme azmi gösterdikleri için teşekkür etmeli.

Böyle insanlar ve yaptıkları hayatı çekilebilir kılan güzel ayrıntılar.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.