SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İkinci Tiflis kuşatması

Kendime bir kadeh prosecco koyuyor ve bilgisayarımı açıp düşünmeye başlıyorum. Bir gün önce annemi çok üzgün görüyorum, içine içine ağlıyor. Ve ikimize de iyi gelecek ne olabilir diye düşünürken kendimi skyscanner tararken buluyor ve anneme “Anne pasaportunun geçerliliği devam ediyor mu?” diye sorup olumlu yanıt almam üzerine Cuma 21.00 suları gidiş, Pazar 20.00 suları varış olacak şekilde THY’den biletlerimizi alıyorum.

Tabi benim için, en içimi kıpır kıpır eden kısım başlıyor yine. 76 sekmenin açık olduğu ve herbirinden excelime işlediğim mekanların olduğu internet sayfalarım... Haftasonu kaçamağı için harika saatler olmakla birlikte, 600TL gibi bir fiyata gidiş-dönüş bilet aldığımızı düşünürsek potaya 3’lü sayı attığımız nadir anlardan birini yaşıyoruz.

Daha önce buraya gitmiş olduğum için, planımızı, hem daha önceki plana sığdıramadıklarım, hem de annemin hoşuna gideceğini düşündüğüm yerlerle dolduruyorum. Tabi bu seferlik annemi çok yormamak adına, planı biraz daha konfor odaklı oluşturuyorum.

Fabrika Hostel’de kalıyoruz ( bir önceki cümlemde konfor dediğimi gayet iyi hatırlıyorum=) ). Normalde bir gecemizi de Stamba’da kalacak şekilde planlamıştık ama hiç vakit geçiremeyeceğimiz bir otel için 1.400TL ödemeyelim istedim. Aklınızdan “Kız annesini hostel’de mi yatırmış?” sorusunun geçtiğini hayal eder gibiyim. Evet hostelde yatırdım ama merak etmeyin 10’lu yatakhanede, donlu adamlar arasında kalmadık =) Burada 2 kişilik özel odalar da var. İçeri girdik; kompakt, konfor anlamında beklentinizi yüksek tutmamanız gereken bir oda. Yatak + yastıkları tam benlik. Yatak sert, yastık da çok yüksek değil. Efso efso uyuduk ama tabi bir otelden konfor beklentiniz yüksekse burası doğru adres değil. Mesela not var odada: “Şayet terlik, havlu vs isterseniz, resepsiyonu arayabilirsiniz, getiririz.” tadında. Ha diyelim ki arayacaksınız. Odada telefon yok. Katta ortak bir alanda tek bir telefon var ve onu kullanmak için bir güzel yol katediyorsun. Terlik istemek için bu harekette bulunmadım ama odada bira içerken biram yere döküldü ve silinmesini istemek için paşalar gibi o telefon noktasına gittim. Herkesin tercih edeceği bir konaklama tarzı olmamakla birlikte bence ortak yaşam alanları açısından çok keyifli ve fiyat olarak uygun bir hostel.



Bu seyahatte Bolt en sevdiğimiz uygulama oldu. Araştırmalarım sonucu hem yandexx, hem Bolt’un (eski adıyla taxify) kullanıldığını hatırlayıp her ikisini de indirdim. Ama bizim yol arkadaşımız Bolt oldu. Taksi bu şehirde dev ucuz! İstanbul’dan da ucuz!

Bütün taksiler çok temiz. Tahmin ediyorum ki 7 kere kullandık, biri hariç hepsi hibrit arabaydı. Bizim “bitaksi” uygulamamızın aynısı. İster nakit, ister kartla ödeme yapabiliyorsunuz.

Havalimanındaki internetle Bolt üzerinden taksi çağırdım ve 18.7GEL’e Fabrika’ya götürdü bizi (yaklaşık 20 km).

Bu sefer hiç metro kullanmadım Tiflis’te. Ama metro da, hem ucuz, hem de birçok noktaya ulaşımı sağlıyor olmasıyla rahatlık sağlayan bir ulaşım yöntemiydi.

1.Gün: Hoops Başlıyoruz.

Sabah çok vakit harcamamak için, geçmişteki deneyimlerimden de faydalanarak kahvaltı için çok efor sarfetmiyoruz.

Kişibaşı 18GEL ödeyerek açık büfe bir kahvaltı yapıyoruz ama “Hostel tarzı açık büfe” de kendini hissetiriyormuş. Çok memnun kalmasak da enerjimizi alıp yola koyulduk.

Fabrika Hostel’e çok yakın olan Alexandre Nevsky Cathedral’ini ziyaret edip sonrasında yürüyerek bizim meyve sebze pazarımızın bir benzeri olan “Dezerter Bazaar”a gidiyoruz. Neticede bu gibi yerlerini görmeden o şehri tanıyamayacağımıza inananlardanız. Pek farklı türde bir meyve ya da sebzeye denk gelmemiş olmakla birlikte, bütün hepsinin eciş bücüş olması sanki hormondan uzak bir milletmiş hissi uyandırdı- ne güzel.

Buranın havasını soluduktan sonra, yolumuzu bir kahve içmek üzere- yürüyerek kesinlikle varılamayacak bir destinasyon olan- Gardenia Shevardnadze’ye çevirdik. Ama malesef internette hiçbir uyarı olmamasına ragmen kış boyunca kapalı olduklarını belirten bir yazıyla karşılandık =( Burayı çok merak ettiğim için biraz üzüldüm ama hayatta çok kötü şeyler oluyor. “En kötü anımız böyle olsun”! “Bunlara üzülmek çok anlamsız” fon müziği ile yine taksiye atlayarak Holy Trinity Cathedral’e gittik.

Yüce ihtişamıyla büyüleniyoruz. Dünyadaki en büyük üçüncü ortodoks katedraliymiş. Zaten, şehrin neredeyse her noktasından bir şekilde göz kırpıyor. Önüne geldiğinizde de sanki saygıyla önünde eğilmek lazım gelirmiş gibi heybetli heybetli duruyor. Buradan yürüye yürüye “Tbilisi Peace Bridge” üzerinden geçerek “Leaning Clock Tower”a geçiyoruz. Şansımıza 12.00’ye birkaç dakika var. Burası Rezo Gabriadze tarafından yapılmış. Saat başlarında, üstte bir pencere açılıyor ve bir melek dışarı çıkarak zile vuruyor. Saatin altında bir ekran açılıyor ve yaşam döngüsünü görüyorsunuz. Oğlan, kız, evlilik, doğum ve cenaze…


Pek tabi ki Hintli kardeşlerimiz burada da buldu beni ve tam çekim yaparken önümüze geçip kulenin videosunu çektiler. Yoo yooo sinirlenmek yok.

“Eğik kule nerde var? “ diye sorulsa akla hemen Pisa gelir ama bence bunun yanında Pisa’nın esamesi okunmamalı =) Üşümemizi biraz gidermek için zaten planımızda olan Café Leila’ya giriyoruz. Çok tatlış bir café ve annemle hayatımızda ilk defa lattenin makarnanın pipet formatıyla sunulduğuna şahit oluyoruz.

Isındıktan sonra Liberty Square’den geçerek Café Linville'e gidiyoruz. “Daha yeni kafeden çıkmadınız mı?” diye haklı olarak sorabilirsiniz. Ama en optimum rotayı değerlendirdiğimizde ve bu kafeyi anneme göstermeyi çok çok istediğimden -görülmesi gereken kafelerden biri- kafeden kalkıp ikinci kafeye geçiyoruz =) Girişte tırmandığınız merdivenin yamuk oluşu eski binanın yatmaya başladığını hissettiriyor.

Türk olduğumuzu anlayan kız istediğim şarabı ağzına kadar doldurarak getiriyor. Hatta “Ben masaya koyarsam dökülür, sen bir yudumlayıp öyle koyabilir misin masaya?” diyor =) Bu kadar çok koyduğuna üzülsem mi, sevinsem mi bilemeden hakkını veriyorum. Kızla muhabbetimiz kuvvetli olduğundan yerlilerin tercih edeceği bir restoran önermesini istiyoruz.

Yönlendirme doğrultusunda Puri Gulliani’ye yönleniyoruz. Bu rota üzerinde, “Blue House” da mimarisini merak ettiğim binalardan biri olması dolayısıyla ziyaret ettiğimiz bir yer oldu. Kocaman avlusu olan, çok bakımsız, yarısı boyalı yarısı boyasız bir ev. "Dry Bridge Market” ya da diğer adıyla “Flea Market”’tan geçerek restorana varıyoruz. Guliani Kachapuri ve Adjarian Kachapuri söylüyoruz. İlki bizim yumurtalı pidemizin daha sulu versiyonu, diğeri de pideni kapalı bir versiyonu. İlkinin peynirini çok beğenmedim ama neticede local bir tat denemeye değerdi. Toplamda 38.94GEL ödeyerek kalkıyoruz.


Okuduklarımdan yerlilerin yeraltı çarşısı olarak düşündüğüm ama tamamen turistik bir kafa olup, Gürcistan’a özgü ürünlerin satıldığı bir alt geçit pazarı olan “Meidan bazaar”dan geçerek “Gallery 27”ye gidiyoruz. Burası, renkli camları için gittiğimiz bir yer =) Başka bir şey bulmayı beklemeyin.

İçerik anlamında çok zengin yerler olmasa da bu sokaklar gezilmeden “Tiflis’i gezdim” diyemezsiniz. Blue House, Gallery27 gibi farklı yapıları görünce de sanki üstüne baklavayı yemiş gibi oluyorsunuz.

Old Tbilisi’den uzaklaşarak Narikala Saint George Church’e gitmek üzere Bolt çağırıyoruz. Şansımıza kilise ayin dolayısıyla kapalı =( Ama Tiflis’e tepeden bakma şansını yakalamak için gayet uygun bir nokta. “Yokuş adamıyım, yokuş beni yormaz” diyenlerdenseniz, buraya bence yaya olarak da gelinebilir. Annemi yormak istemediğimden taksiyle geldik ki bence çok da uygun bir karar olmuş- yokuşlar 90 derece tadında =)

Akşam yemeği için Barbarestan’ı tercih ettik. Normalde farklı yerleri denemeyi sevmeme rağmen annemin de buranın keyfini çıkarmasını istediğim için önden rezervasyon yaptırmıştım. Burası rezervasyon olmadan gidilebilecek bir yer değil.

Geçen seferkinin aksine bu sefer alt kattaydı masamız, haliyle üst kattaki kafes içerisindeki kanarya sesleri yoktu fonda. Alt katın üst kata göre daha sempatik olduğunu düşünüyorum. Sanki bir mahzenin içinde eski zamanlarda yemek yiyormuşsun gibi hissettiriyor. Burası eskiden bir kasapmış ki zaten hala duvarlarda etlerin asıldığı kancaları görebiliyorsunuz. Menü, 19. yüzyılın şefi Barbare Jorjadze tarafından tüm Gürcistan gezilerek yazılmış yemek tarifleri kitabından oluşturuluyor. Belli aralıklarla menü yenileniyor ve her yenilendiğinde orijinal tarif kitabındaki numara her ne ise, menü basılırken de o tarif kitabına sadık kalarak onun numarası yansıtılıyor menüye.

Burada otellerdeki gibi geçmişte gelmişseniz kaydınız oluyor ve bize “Daha önce gelmişsiniz, size hikayemizi tekrar anlatmamızı ister misiniz?” sorusunu yöneltiyorlar. Aile tarafından işletilen bir restoran için bana pek şık bir hareket gibi geldi. Ve her ilk gelene de hikayeyi anlatmak üzere tarif kitabını bir kutu içinde getirip gayet düzgün İngilizceyle anlatıyorlar.

Yine arkamızdaki bir masada üç yaşlı tontiko müzik yapıyordu. Annemin ifadesiyle “biraz sonra kahvelerin kapatıp birbirlerine kahve falı bakacakmış” gibi bir edaları vardı =).

Annem tavuklu, ben de ördekli bir ana yemek tercihinde bulunduk. Yemeklerimizden çok memnun kaldık ve 2 ana yemek, 1 kadeh şarap ve su için 120 GEL ödedik. Gürcistan normlarına göre bir tık fiyat skalasının üzerinde ama zaten genel olarak uygun bir ülke olması dolayısıyla da bir akşamı böyle bir yerde geçirmenin çok yerinde olduğunu düşünüyorum.

Özellikle garsonların sunumlarındaki harmoni de çok tatlış. Mesela 8 kişilik bir masa olduğunu hayal edin. Ana yemekler hazır olup, tabaklar servis edileceği zaman 4 garson gelip hepsi tabaklar masaya aynı anda temas edecek şekilde servisi yapıyorlar. Çok hoş =)

Pek tabi yemekten sonra çok çok yorulmuş olduğumuz için odamıza yürüyerek gidip fosur fosur uyuyoruz.

2. Gün: Şımartılmaya Geldik=)

Bir önceki gelişimde Rooms Hotel’de kaldığım için kahvaltısının sevimliliğini biliyorum. Annemle 2-3 saat oturup hem midemizi şenlendireceğimiz, hem de bol bol konuşup keyif yapacağımız bir kahvaltı keyfi hayaliyle Rooms Hotel’in açık büfe brunch’ına gidiyoruz.

Tatillerimde kahvaltı benim için çok vakit harcadığım bir öğün olmuyor. Gürcistan’da nerede kahvaltı edilir sorusuna aradığım yanıtlar da beni pek tatmin etmedi. O nedenle Gürcü kahvaltısı konseptinden uzak, daha uluslararası konspetli brunch’ta omletimizden brie peynirimize, pancake’imizden güzel kahveye, Gürcü prosecco’sundan mimozaya kadar kendimizi şımartmanın doruğunu yaşadık. Toplam 96,76GEL ödeyerek kalkıyoruz ve Stamba Café’ye girerek kendi yaptıkları çikolataların olduğu standa doğru yöneliyoruz. Ecuador, Venezuela gibi farklı farklı yerlerin çikolatalarından alıp çıkıyoruz. Bir daha Tiflis’e gelecek olsam kalacağım yerlerden biri Stamba olur. Buradan çıkıp Rustaveli Caddesi’nin nabzını yoklayıp bir taksiye atlayarak kükürt banyolarının olduğu bölgeye gidiyoruz. Annem de, ben de Gürcü halkın burayı tercih edeceğini düşünerek halktipi olana gitmek istiyoruz. Bir gece öncesinden yaptığım araştırmada No5 olanın halk tipi olduğunu öğrenmiştim. İçeri girmemizle çıkmamız bir oldu. İçerisi maalesef sidik kokuyordu. Keyiften çok eziyete dönüşecek bir aktiviteyi, civarda başka halk tipi public banyo olmaması dolayısıyla askıya alıp, Tbilisi Mosque’u da ziyaret ettikten sonra otelimize geri döndük. Üzülerek, girdiğimiz her kilisede “ne güzel özen göstermişler ve korumuşlar” şeklinde kurduğumuz cümle girdiğimiz bu cami için geçerli olamadı. Hiçbir özelliği olmadığını gördüğümüz bu caminin biraz özensiz olması da üzdü.

Otele dönmeden önce İstanbul’a getirmek üzere 2 şarap, bir köpüklü şarap alıyor ve hepsine toplamda 73TL ödüyorum. İnanılır gibi değil. Üstelik iki şişe benim gibi tatlı severler için birebir. Tiflis’te tatlı şaraba rastlamak hep mümkün.

Sonuç:

Ben Tiflis’i sevdim. Sanki bir daha haftasonluğuna kaçarmışım gibi hissediyorum. Hatta belki iki =) Bir keresinde Stamba’yı, diğerinde de Kazbegi Rooms Hotels kafasını deneyimlemek üzere sevgiyle kalın.

Yazının devamı...

Et Yiyoruz, Tırnaklarım Uzun!

İki farklı dini dibine kadar yaşadığım yerdir burası. Bir an gelsin gözünüzün önüne, daracık sokaklarda Kurban Bayramı dolayısıyla kesilmiş hayvanların kanları üzerinden atladığım ve aradan birkaç saat geçtikten sonra Hindular'ın ölü yakma merasimlerine denk geldiğim.

Araştırırken hep gün boyunca tuhaf bir kokuya, gün sonunda da duş alırken vücudundan akanlarla suyun karardığını okumuştum. Ben, bütün gün sokaklarda yürümüş olmama rağmen, böyle bir manzara ile karşılaşmadım.

Evet, bu dini de anlayabilmek için gittiğim iyi olmuş ama “Tanrım bu nasıl bir güzelliktir!” ya da “Keşke biraz daha kalabilsem.” gibi cümleler geçmedi hiç aklımdan.

Deli sıcak. Gece fosur fosur uyumuşum. Tren tıngır mıngırtısıyla yarı uyanık şekilde Olacab bekliyorum ve kesinlikle Olacab bulamıyorum. Kafamdaki tutar ile tuktukların söylediği rakamlar uyuşmuyor, artistlik yapıyorum. Sonra “Kübra birkaç lira için etrafı göreceğin zamandan kaybetmen anlamlı mı?” diyip tuktuk’a “ok” diyorum. Adam “Yollar kapalı.” diyip beni yolun ortasında bırakıyor ve başka bir bisiklet tuktuk’a devrediyor. Şaşkınlıklar ve acılar içerisinde – “Azman bir bavulu bu adamcağıza nasıl taşıtayım?!” diyerek- biniyorum. Bunları anlatıyorum, “Asla asla demeyin”i doğrulamak için.

Dünya anlamsızı otelime varıyor, hızlıca duş alıp çıkıyorum. Ara sokaklardan “ghat” denilen Ganj nehrine açılan kapıları gezmeye başlıyorum. Etraftan maymunlar, domuzlar, inekler, sinekler çıkıveriyor. Bazen an geliyor, daracık sokakta inekle başbaşa kalıyor ve ne yapacağını bilemediğin için çaresizce ya ineğin sana yol vermesini ya da işin adabını bilen bir Hintlinin sana destek çıkmasını bekliyorsun.

Varanasi merkezindeki çok ünlü bir temple’a girmeye yelteniyorum. Herkesi her kapıdan almıyorlar. Neyse turistlerin girebildiği kapıyı buluyorum. Bu sefer, içeriye eşya almadıklarını öğrenip emanetçilere yönlendiriliyorum. İçerisi ana baba günü. Gıdım gıdım ilerliyorsun. Hiç anlam ifade etmeyen bu temple’da çok vakit geçirmeden kendimi sokaklara atıyor ve bütün gün sokaklardaki renk cümbüşüne şahit olacak şekilde yürüyorum. Aynı gün içinde neredeyse hayvanat bahçesine gitmiş gibi çeşit çeşit hayvanlarla karşılaşıyor, her an yanınızdan geçen ölüler sayesinde hayat ile ölümün arasındaki ince çizgisine şahit oluyorsunuz.

Akşam 18:00’de Dashashwamedh Gath’ta “Night Pooja Ceremony”i izlemek üzere merdivenlere kuruluyorum. Tabi o kadar Hintli kardeş arasında sayılı yabancılardan olunca ilgi çekmemek mümkün değil- etli kuru fasulyedeki et parçası sayılırsın. Hal böyle olunca amcaların, teyzelerin kadrajındaki esas eleman olmaya adaysınız. Birkaç fotoğraf çektikten sonra seremoninin de başlamasıyla izlemeye koyuluyoruz. Genellikle bir tanrı imajına çiçek veya meyve teklifi yapmaktan ibaret olan bu tören, benim yüce ilgimi çekmedi.

Tanık olmak ve katılmak için yüzlerce kişinin Ganj Nehri kıyısına akın ettiği bu töreni yaklaşık bir saat izledikten sonra “Açım!” diyen karnımı doyurmak için Brijrama Palace ‘a gidiyorum. Çok hoş girişi olan bu yerin tursitleri de pek düzgün. Belli bir yaş üzerinin takıldığı düzgün bir yer. Pilav niyetine “Sada chawal” ve Hindistan dünyamda pilav ile eşleşen yegane yemeğim patates olan “Potato curry with English vegetables” söylüyorum. Bunun öncesinde Arabistan’dan çok çok tanıdık gelen ekmek kılıklı şeyler geliyor. Çocukluk anılarım canlanıyor. O kadar ki ikinci sepeti istiyorum =) Yemekler çok çok leziz olmakla beraber tıka basa karnımın doyduğunu hatırlıyorum.

Çok geçe kalmadan yürüyerek otelime geri dönüyorum.

Sabah 5.00 gibi ayağa kalkıp Ganj nehrinde gündoğumunu izlemek üzere yürümeye başlıyorum. 5.20’de sokakların nasıl canlı olduğunu şaşkınlıkla karşıladığımı hatırlıyorum. Dashashwamedh Ghat’a varıp klasik hareketlerden biri olan pazarlık işlemini başlatıyorum. Thailand’da pek eğlendiğim bir arkadaşımdan da öğrendiğimi uygulayarak blöf yapmaya başlıyorum. Ortada bir noktada buluşunca tekneye atlıyorum- lütfen dikkat: Kendime özel bir tekne ile gidiyorum. Yaklaşık 1 saatlik bir tur başlıyor ve anlatmaya başlıyorlar. Hindular, Varanasi'nin dünyadaki en kutsal yer olduğuna ve Shiva tarafından kurulduğuna, ölen kişinin külleri Varanasi'deki Ganj'a atılırsa ruhlarının cennete taşınacağına ve yeniden doğuş döngüsünden kaçacaklarına inanıyorlarmış. Reenkarnasyona inanan bu kültürde moksha denilen bu kavram çok derin bir kavram olup, mekân ne kadar kutsal olursa, moksha'ya ulaşma şansınız o kadar artıyormuş. Bu nedenle de Varanasi’de cenazeye olan talep çok yüksekmiş.

Hindu halkı, haftanın yedi günü, günün 24 saati ölülerin yakıldığı tek şehir olan Varanasi’nin suyunda yıkanıyor, atalarına ve tanrılarına saygı gösteriyor, çiçek ve gül yaprakları sunuyor, ayinlerde kullanılmak üzere kil çömleklerde su alıyor ve ölülerin küllerini nehre saçıyorlar.

Ölü yakma merasimi şu şekilde ilerliyor: Bir insan öldüğünde; aile, cesedi tahtalardan oluşan sedye kılıklı bir araçla şarkılar söyleyerek nehir kıyısına getirir. Vücudun ruhunu arındırmak için nehirden bir miktar su alırken, ailenin bir erkek üyesi saçlarını, bıyığını veya sakalını tıraş eder. Ailenin en yakın üyesi aynı zamanda nehirde yıkanır ve saflığı simgeleyen beyaz kıyafetleri giyer. Bundan sonra vücudu yakmak için yaklaşık 360 kg odun almak zorundalarmış ve büyük bir vücudu yakmak için yaklaşık 500kg kütüğe ihtiyaç duyulabiliyormuş. Ceset, nehir kıyısındaki bir yatak gibi hazırlanmış ve tahta ile kaplanmış odun yığınına dikkatlice döşeniyor. Ailenin belirlenen üyesi ceset etrafında beş kez bir meşale ile (Hinduizm'in beş unsurunu temsil ediyormuş) yürür ve ardından ateşi yakar. Bir yakma yaklaşık üç ila üç buçuk saat sürermiş ve aile tüm süreç boyunca sonuna kadar beklermiş.

Şafakta, işçiler külleri tören alanından Ganj'a dökerken, hasat edilen taze ahşaplar tekne ile cenaze alanlarına getiriliyor.

Burayı gezerken, ölülere saygı duyulması beklenerek çekime izin verilmiyor. O nedenle fotoğraf çekmek isterseniz ölünün ailesinden izin almak gerekiyor ki üzüntülü birinden böyle bir izin talebinde bulunmak fazlaca iddialı br hareket olur.

Genel olarak Dashashwamedh Ghat, Kedar ghat, Asi Ghat gezilmesi gereken Ghat’larmış.

Yaklaşık bir saatlik turumdan sonra kahvaltı niyetine bizim için patatesli gözleme, onlar için stuffed paratha gümletip geziye kaldığım yerden devam ediyorum. Bu sefer farklı mahallelerini gezmek üzere yola koyuluyorum ve Müslüman mahallelerine denk geliyorum. Kurban Bayramı dolayısıyla yerlerde kanlar, hayvan organları... Üstüne sinekler üşüşmüş. Ağzımı burnumu kapaya kapaya geçiyorum ama halimi görmeniz lazım. Uzun yürüyüşler sonunda New Delhi’ye doğru yola çıkmak üzere otelime dönüyorum.

Varanasi hikayemin kafanızda daha iyi canlanması ve başlığın anlamlandırılması amacıyla, mükemmel bir diyalogla kapatayım:

Son gün çıkış yapıyorum. Lobide beklerken resepsiyon görevlisi yanıma yaklaşıyor ve diyalog başlıyor.

-Merhaba! Ben ülkelerin bozuk paralarının koleksiyonunu yapıyorum. Eğer üstünüzde Türk bozuk parası varsa, bana verebilir misiniz?

-Tabii, bakayım.

Parayı adama uzatırken serçe parmağının tırnaklarının uzun olması dikkatimi çekiyor ve soruyorum:

-Gitar mı çalıyorsunuz? (serçe parmak uzun olmaz, biliyorum)

-Hayır, neden?

-Serçe parmak tırnağınız uzun, ondan merak ettim.

Aradan çok kısa bir boşluk oldu ve resepsiyon görevlisi ekledi:

-Ben et yiyorum.

Bunu demesiyle, benim hata vermem ve “Yok artık, benden daha hızlı konudan konuya atlayan biri varmış şu hayatta.” demem arasında 2-3 sn vardır. Sonra devam etti.

-Et yediğim zaman etler dişlerimin arasında kalıyor. Tırnağımın uzun olmasının nedeni etleri kolaylıkla çıkarabilmeyi sağlamak.

Sözlerin yetersiz kaldığı anlardan birine tanık olduysak “dağılabiliriz arkadaşlar”.

Bisous,

Cubelicious

@kubkagan

Yazının devamı...

Ma'am You Want Tuktuk?!

Sabah saatlerinde Japiur’dan Agra’ya doğru trenle yola çıkıyorum. Sözüm ona en üst sınıftan bilet aldım ama “en üst sınıftan aldım.” diyince aklınıza kuş sütüyle beslenildiğiniz falan gelmesin. Sadece kendine ait koltuğunun olduğu bir dünya gelsin gözünüzün önüne.

Tren Agra’ya yaklaşırken tren kapısından şehri izliyorum ve Agra Fort’un toprak rengini hafızama kazıyorum. İniyorum ve hemen bir tuktukla bavulumu otele bırakıp kafamdaki tek sorun olan “Varanasi’ye nasıl gideceğim?” meselesini çözmek üzere tren istasyonuna dönüyorum.

Pazar günü olduğu için bilet satışları gerçekleşmiyormuş efendim. “Bugün git, yarın gel.” dediler. Tam Agra Fort’a gitmek üzere istasyondan çıkıyorum çılgın Muson yağmurlarına denk geliyorum.

“Neticede Muson, biraz yağar sonra durur.” diyip biraz içerde bekliyorum. Beklerken birçok tuktuk insanı gelip “Maaaam yu vant tuktuk?” sorusuyla seni boğmaya başlıyorlar. Derken yerde yatan insanlardan bir tanesi gözlerini bana dikmiş olması dolayısyla dikkatimi çekiyor ve bir bakıyorum yüzü tamamen sineklerle kaplı. Tanrım çok ilginç! İnsan gayri ihtiyarı eliyle bazı hareketler yaparak sinekleri kovmaya çalışır, bizimki kesinlikle onlarla barışık bir şekilde yaşıyor.

Neyse biraz bekledikten ve yağmur kuvvetini azalttıktan sonra, gezmek istediğim heryeri gezebileyim düşüncesiyle “bari bisiklet tuktuk şeklindekilerle gideyim” diyor ve sıkı bir pazarlık yapıyorum. Asya’da bisikletli tuktuklara kalbim dayanmıyor. Çok üzülüyorum ama bu sefer “Buna bineyim.” dedim bir kere. Hareket etmemizle etrafın Agra Gölü olduğunu görmem ve bisiklet tekerleklerinin bana yağmur sularını sıçratmasına denk gelmem bir oldu. “Kübra iyi halt ettin de buralara geldin!” çıkıverdi ağzımdan. Sularla cebelleşirken kafamı sağa çevirmemle yaşadığım şoku anlatamam! Adamlar göletin içerisinde sanki o su yokmuşcasına suyun içinde yürüyorlar. Ben en az nasıl suya bulanırım düşüncesindeyken onlar dizlerine kadar su içinde yürüyebiliyorlardi. Anlayamazsınız....

Agra Fort, 1573 yılında, en büyük Babür İmparatorlarından biri olan Akbar'ın egemenliği altında inşa edilmiş. Kaleyi tamamlamak 4000'den fazla işçi ve sekiz yıl sürmüş. Bu kadar büyük bir yapı için 8 yıl çok kısa geldi bana.

Agra Fort’u gezerken küçük pencereler arasından Taj Mahal’in teaser’ına denk geliyorsunuz. Aman kaçırmayın =)

Buradan sonra çok etkilendiğim Jama Masjid’e gidiyorum. Hindistan’da üç Jama Masjid gezdim ve isimlerinin hep Cuma anlamına gelen Jama Masjid olmasını anlayamadım. Kinari Bazaar’ın göbeğinde olan bu caminin ihtişamından etkilendim. Kinari Bazaar’ı gezin diye okudum ama ben pek bi cacık yok diyenlerdenim- hatta yüce kalabalık.

Bugün için artık çok da vakit kalmadığı ve ertesi gün erkenden kalkacağım için otele erken gidiyor, erkenden yatıyorum.

Merakla beklediğim günün sabahına uyanıyorum- Taj Mahal bekle beni!

Hindistan'daki Müslüman sanatının ve dünyaca tanınmış başyapıtlarından bir tanesi olan Taj Mahal, Babür imparatoru Şah Cihan'ın en sevdiği karısı anısına, 1631-1648 yılları arasında Agra'da inşa edilmiş.

Evet fotoğraflarda göründüğü kadar ihtişamlı bir yapı! Sabah gündoğumunda gidilmesi tercih ediliyor. Bir önceki gece gündoğumu saatini öğrenip ona göre alarmımı kuruyorum. Sabah gidişimi riske atmamak için akşamdan da resepsiyona sabah istersem taksi bulup bulamaycağımı soruyorum. Hazırlanıp Ola’dan tuktuk çağırıyorum. Normalde gün içinde bindiğiniz tüm tuktuklar günlük tur isteyip istemeyeceğinizi soruyor. Bence kesinlikle gerek yok. Tek kelimeyle düdüklemeye çalışmaca!

"Güzel fotoğraflar çekerim, tripodumu götüreyim." düşüncesindeyseniz “o tripodu usulca yerine bırakın” derim. İçeriye malesef tripod alınmıyor. Hal böyle olunca, yalnız geziyorsanız, her telefonla fotoğraf çekmek isteyen insanın, telefonunu oraya buraya dayandırarak fotoğraf çekme eziyetini yaşamaya adaysınız.

Neyse içeriye giriyorum ve ağzım açık Taj Mahal’e bakarken fotoğraf makinasına davranıyorum ve “lömbürt” diye siftahı küçük bir dışkıya basarak yapıyorum. “Ohhhh tazeleeer =)”

Bütün hepsini gezeyim, biraz keyfini çıkarayım derken 2-2,5 saate yakın zaman geçiriyorsunuz.

Buradan çıktıktan sonra Itmad-ud-Daulah's Tomb ve Chini Ka Rauza’yı ziyarete gidiyorum. Itmad-ud-Daulah's Tomb için yavru Taj Mahal deniliyor.

Chini Ka Rauza yıpranmış ama duvarlarındaki çiniler dolayısıyla bence görülebilir bir yapı. Biraz uzak da olsa zaman varsa neden olmasın? Üstelik burası Itmad-ul Daula Agra’nun pek yakınında. Dolayısıyla buraya gelince combo yapabilirsiniz. Chini ka Rauza, adını Çin'den getirilen renkli çinilerden alıyormuş.


Otele vardığımda artık midem sırtıma yapıştığı için nerede yemek yiyebileceğime yönelik araştırmamı yaptıktan sonra “Pinch of Spice”a gidiyor, Jeera rice ve Kashmiri dum aloo yiyorum. Yine pilav yiyorum ama bu sefer patatesin sulu yemek versiyonunu yiyorum. Karnımı tıka basa doyurduktan ve biramı gümlettikten sonra otele geri dönüyorum.


Pazartesi sabah uyanıp mükemmel etiformumu yedikten sonra Varanasi’ye biletimi almak için tren istasyonuna gidiyorum. İstasyona 10m kalmış durumda ama istasyona ulaşamıyorum, çünkü inanılmaz bir trafik var. Tuktuktan inmeyi başarıp yürümeye kalktığımda bu sefer birim kare içerisindeki hareketli sayısından gıdım ilerleyemez oldum- tuktuk, araba, inek, keçi, insan ve sinekler. Yetmezmiş gibi sinir testine alınmışsın hissini yaşatırcasına durmak bilmeyen korna sesleri.

Tren ile gece yolculuğuna karar verinceye kadar Hintli tanıdığımızın kuzeniyle 7 telefon görüşmesi yaptım. Güvenli değil dedikleri aslında tren içerisinin güvenli olmama durumu değil, indiğin saatle ilgiliymiş. Alışık olmadığımız bir düzen olduğu için en yüksek sınıf hangisiyse onu aldım. Ve tabi ki “Merhaba ben bilet almaya geldim” diyip bilet alamıyorsunuz. Bunların bir rezervasyon mekanizması varmış. Bütün bilgilerimi aldı, kayıt yaptı memur ve “Tamam bu kağıdı al ve yarın buraya saat 11:00de gel-sakın gecikme- ve biletini al.” diyip beni gönderdi. Kesinlikle anlamadım. O kadar anlamadım ki yanımdaki iki genci yanıma çağırıp meseleyi bana anlatmalarını istedim.

Buradan çıktıktan sonra işimi hallettiğimi hissetmenin mutluluğu ile “ya yarın geldiğimde işim çözülmemiş olursa” düşüncesinin yarattığı çelişkili hisler tavanı gördükten sonra “aman Kübra- en kötü ne olabilir?” diyip Mehtab Bagh’a doğru yola koyuldum. Mehtab Bagh kocaman bir bahçe ve Yamuna River’ın karşısındandan Taj Mahal’i görmek için pek sakin bir ortam sağlıyor.

Buradan araç bulmak konusunda çok sıkıntı yaşadığım ve kafamdaki paranın çok çok üstünde rakamlar söylendiği için şansıma bir turisti götüren tuktuk şoförü beni de alıyor. Bir şekilde turist çocukla iletişimi devam ettiriyoruz ve ertesi gün Fatehpur Sikri’ye birlikte gitmeye karar veriyor, sabah buluşmak üzere birbirimizden ayrılıyoruz.

Normalde tuktuk şoförleri seni bağlamaya çalışıyor ve tek yön 1000INR gibi bir paraya seni götürebileceğini söylüyorlar.

Ben de araştırmamı yapıp, oraya yaklaşık 45dk süren 45 INR’lik tek yön biletle ( otobüs içinde ödeme yapılıyor) gitmeyi önerdim. Aslında böyle yaparak daha günlük yaşamı deneyimleme şansım olduğu için bunları daha bir tercih ediyorum.

Gayet rahat bir yolculuğun ardından- neticede artık sıcakta terlemek ve hijyen seviyesinin sümüklü parmak olması normumuz olmuş durumda- Fatehpur Sikri’yi geziyoruz.

16. yüzyılın ikinci yarısında imparator Ekber tarafından yaptırılan Fatehpur Sikri 10 yıl boyunca Babür İmparatorluğu'nun başkentiymiş. Hindistan'daki en büyük camilerden biri olan Jama Mescidi burada bulunuyor. Caminin hemen arkasında saray var. Camiye parasız girebiliyorken, saray için bilet alınması gerekiyor. Ben camiden pek etkilendim ama sarayda bir cacık olmadığını düşünüyorum. Hatta yanımdaki arkadaşıma da sorduğumda ondan da aynı yanıtı aldım. Camiyi gezerken size etrafı anlatmak isteyecek ve karşılığında da hiçbirşey istemeyeceğini belirten küçük çocuklara denk geleceksiniz. Anlatımın sonunda para vermezseniz sinirleniyorlar.

Yine otobüsle geri dönüyoruz ve son günüm olması dolayısıyla bira içmek için denemek istediğim Oberoi Amarvilas’a gidelim diyorum.

Otobüsün bizi indirdiği yerden tuktuka biniyoruz, haritanın söylediği ile şoförün bizi götürdüğü yönün birbiriyle hiç alakası olmaması üstüne şoförü durduruyorum ve itiraz etmem üzerine bizi Allah’ın unuttuğu bir yerde bırakıyor ve yetmezmiş gibi para talep ediyor. Bizim Singapurlu para vermeye yelteniyor, ben yüce cesaretle “hayır” diyip uzaklaşıyor ve ola ile araç çağırıorum. Tuktuk şoförü çok sinirli ve bizi köşede sıkıştırıyor, derken aracımız geliyor ve biniyoruz. Bu sefer bindiğimiz arabanın kapısını açıp gitmemize izin vermiyor. Adam gözü dönmüş bir haldeyken, yeni şoförümüzü ikna edip bir şekilde uzaklaşıyoruz.

“Oberoi Amarvilasta bir gece konaklayabilirmişim.” diye geçirdim içimden. Design otel kafasını seven biri olarak çok ilgimi çeken bir tasarımı olmasa da deneyim olması açısından bu kültürün tadına bakabilirmişim.

Biralarımızı gümlettikten sonra esas maceraya doğru yola koyulmak üzere bavulları yüklenip tren istasyonuna doğru yol alıyorum.

Hayatımda Singapur’dan sonra en çok terlediğim yer olan Agra’dan sonraki durağım Varanasi!

Yazının devamı...

Kutunda Ne Var Jaipur?

Yolun ortasında 4 kadının dizlerinin üstüne bağdaş kurup birbirlerinin bitlerini ayıkladığı, orjinal pashmina’nın yüzük içinden geçirildiğinde, yüzüğe takılmayacağını öğrendiğiniz, sokağın ortasında durduğunuzda karşınızda sareesinin arasından göbeğini gördüğünüz kadının size doğru göbek attığı, pembe-toprak rengi karışımı atmosferin büyüsüne kapıldığınız, tuktuklardan mantraların yükseldiği, ineklerin, maymunların yamacınızda size eşlik ettiği, sokakta yürürken yeni bırakılmış “dışkı" parçalarına şahit olduğunuz, bunlara basmamak için uzun atlama deneyimi kazandığınız yerdir Jaipur. Yani hayata hazırlandığınız yerdir burası.

Havalimanından çıkmamla o boğuk yağmur öncesi basık havanın yüzüme çarpması bir oldu. İlk iş gideceğim yere uber ve ola ile ne kadara giderimi hesaplatıp Ola ile gittim. Çok çok uygundu. Özellikle cesaretiniz varsa paylaşımlı olanlar inanaılmaz ucuza denk geliyor.

Otele bavulu bıraktıktan sonra hemen bir tuktuka atlayıp turuncu-pembe-toprak rengi üçlemesinin tonları arasında kaybolduğunuz merkeze doğru yol alıyorum. Gezeceklerim arasında Johari bazaar, City Palace, Jantar Mantar, Hawa Mahal, Nahargarh Fort, Amber Sarayı ve Jal Mahal var. City Palace önüne gelip bilet sırasına girdiğimde paket bilete denk geldim ve hızlıca bir hesap yapıp paket bileti aldım. Parasal açıdan çok farketmese de, nüfusun çok çok olduğu bu ülkede sıra beklemek çok vakit aldığı için, sadece zaman kazandırması nedeniyle alınacak bir paket. 2 gün geçerliliği olan bilet 1.000INR olup aşağıdaki alanlara girişi kapsıyor:

Ziyarete Jantar Mantar ile başlıyorum. 18. yüzyılın başlarında inşa edilmiş, yaklaşık 20 enstrüman seti bulunan Jantar Mantar için ne hissettiğimi hala anlayabilmiş değilim. Çok benlik bir yer değil ama neticede insanlar bir zamanlar neler yapmışları görmek için görülmesi iyi olacak yerlerde olduğunu düşünüyorum.


Buradan sonra, Jantar Mantar’ın hemen karşısındaki dünya güzeli City Palace’a gidiyorum. City Palace’ın büyüsüne kapılmadan yapamıyorsunuz. Hatta bence her ölümlünün tatması gereken bir güzellik.

Buradan çıkıp ara sokaklardan geçe geçe Hawa Mahal’e varıyorum. Öncesinde, tam karşısına denk gelen dükkanlardan birinde hakiki ipek pashmina’nın kalitesini nasıl anlayacağını deneyimliyorum. Efendim, pashmina’yı yüzük içinden geçirmeye kalktığınızda, sorunsuz bir şekilde akıyorsa o gerçek ipekmiş. Anbilivibıl! Neyse buradan tatlış iki pashmina ve bir keten elbise aldıktan sonra must must must olan Hawa Mahal’e giriyorum. Buranın dışı, sanki The Grand Budapest Hotel film setindeymişsiniz gibi hissettiriyor insana. Dış duvarlarında 953 pencere bulunan Hawa Mahal, 1799 yılında inşa edilmiş. Petek biçimli ve güzel bir şekilde oyulmuş pencereler, sarayın içinden esinti çıkmasını sağlıyor ve onu mükemmel bir yaz sarayı yapıyormuş. Hindu tanrısı Krishna'ya adanmış olan beş katlı saray, Krishna'nın tacı şeklinde inşa edilmiş. Aman diyeyim burayı atlamayın.

Arkasından Nahargarh Fort’u gezdikten sonra Amber Fort’a yola koyulup buranın büyüsü altında eziliyorum. Amber Fort’ta enerjimin son demlerini türlü türlü fotoğraf çekerek tükettikten sonra, önceden rezervasyon yaptırdığım Amber Fort’un içindeki 1135 AD Amber Restaurant’a gidiyorum. Normalde turistlerin uğrak noktalarındaki restoranları tercih etmem ama Hindistan’ı araştırırken burasının güzel olduğunu okumuştum ve içeri girdiğimde hem çok eskilerden gelen bir restoranmış ambiyansını yaşattığı, hem de gelen yemekler beni mutlu ettiği için- neticede günlerdir doğru dürüst öğün yemiyordum- mutlu ayrıldığım yerlerden biri oldu. Anlamadığım bir şekilde- belki de saat olarak akşamüzeri olması dolayısıyla- içerisi boştu.

Garlic naan, pulao (pilav), hing jeera aloo (patates yemeği) söyledim kendime. Normalde bu kombinasyon çok da bizim damak tadımıza uygun olmasa da riske atmak istemediğim için en aklıma yatanları söyledim. Pilavın yanına sulu bir yemeği tercih ederdim ama gözüm yemedi. Doysam da yemeklerimin hepsini bitirdim. Bu üç porsiyon için 840 INR ödedim.

Akşam, muhakkak gidilmesi gereken yerlerden bir tanesi olan Bar Palladio’ya gittim =) Jaipur’da kaldığım iki akşam da buraya gidip bira-yer fıstığı şeklinde geceyi geçirdim. Atmosferi, duvar renkleri, duvarlardaki süslemeleri, mobilyaları... Herşeyiyle içinizdeki insanın dansetmesini sağlıyor. Ertesi gün yoğun bir plan olması nedeniyle çok geç olmadan hesabımı istiyor ve otele dönüyorum.

Sabah Galta Ji Tapınağına gitmek üzere tuktuka biniyorum. Otelin biraz uzağında ama bir şekilde tuktuk şoförünü güzel bir paraya bağlıyorum. Normalde tepede olan bu tapınak için tuktuk beni aşağıda bıraktı. Aşağıdaki kurnaz adamlar turistleri motorla götürmek için tetikte bekliyor ve “Yok yürürüm.” dediğimde “ama yolda haşin maymunlar var ve saldırıyorlar.” diyerek beni biraz ikna etmeye çalışıyorlar. Kah dinlenip, kah tırsarak yokuşun tepesine çıktım. Adamlar kesinlikle oyuna getirmeye çalışıyorlar- kanmayın. Esas mesele yokuşun tepesinde değil, o yokuşun öbür tarafında. Burayı inerken yanıma motorlu bir çocuğun yanaşıp “Seni aşağıya indirebilirim?” demesi üzerine “Aman Kübraaaa! Biraz değişiklik kat hayatına!” düşüncesiyle “Tamam” diyiverdim =) Gönül isterdi ki yüce yakışıklı Javier Bardem olsun, ben de Julia Roberts’ın mükemmel gülüşüyle etrafı seyredeyim. Ama yok resim pek de öyle değildi.

Burada gün doğumunun çok güzel olduğu yazılıyor ama artık birkaç günün yorgunluğu ve açlığıyla gün doğumuna yetişemedim. İyi ki de yetişme çabasına girmemişim. Korkudan tek başıma adım atamazdım muhtemelen.

Burdan sonra Albert Hall Museum ve Jal Mahal’e gittim. Her ikisi için “Bence bir cacık yok.” ifadesini kullandığımı hatırlıyorum. Gölün ortasında uzaktan “orda bir yapı var uzakta” deyip geçebilirsiniz.

Günün geri kalan kısmını Jaipur ara sokaklarını gezerek geçirdim. Hatta bir kısmını, bana sokakta yanaşan tuktuklardan bir tanesine ya 10 ya da 20 INR ödeyerek yarım saatlik bir özel tur şeklinde geçirdim. Ben daha çok yürüyerek keşfetmeyi sevenlerdenim. Ama kaçırdığım bir yer olmasın diye bunu da değerlendirdim. "Saree renkleri efsane!" diye aklımdan geçirirken tuktuk’u kullanan çocuk beni bir mağazaya götürmeyi teklif etti. "Hayır" dedim ama çok ısrar edip “sadece içeri gir, gez, birşey almana gerek yok” demesi üzerine kabul ettim ve bir tane saree bir tane de plaj örtüsü aldım. Bunu daha önceki yazımda da belirtmiştim. Bu tamamen bir taktik. Bir şekilde seni birşey almaya ikna ediyorlar.

“Hadi artık gidelim.” diyerek beni merkezi bir yere bırakmasını istiyorum çocuğun. Tabi trafiğe takılıyoruz ve başlıyoruz soru bombardımanına.
Sanki kayıt yaptırıyormuşsun gibi, “Are you married?”
“No.”
“How old are you?” ( Çünkü Hintli kardeşlerimizin de Türk insanlarımız gibi bir normu var. Belli bir yaştan sonra evlenmemiş olmak anormal )
“32”.
“Why so beautiful lady not married? At this age?”....
diyor ve ben tek kaşım kalkık bir şekilde “Tanrım sen bu insanları bu bakışaçısından kurtar.” diyerek iniyorum.

Önce City Palace yakınlarındaki The Baradri adlı açıkhava barında bir bira gümlettim ve sonrasında Hint bakım ürünleri satan Kama ve Forest Essentials’a uğradım. Artık midem guruldadığı için “Artık ne olursa olsun, açım.” diyip google’a “Where to eat in Jaipur? (Jaipur’da nerede yiyeyim?)” yazıp birkaç araştırma sonrasında yerlilerin olduğu Laxmi Mishtan Bhandar’da samosa gümlettim. Yummy! Midemde bayram!

Peki tüm Jaipur seyahatimde başıma bir olay geldi mi?

“Hindistan’a gidiyorum.” cümlesini her kurduğumda “Buraya da yalnız mı gideceksin?” sorusunun içindeki da’ya yapılan vurguyu anlayamıyordum. Ta ki Hindistan’a indiğim gün gözlerin üzerimde olduğunu hissedene kadar. “To stare” kelimesinin Hindistan’da doğduğuna inanıyorum. Neden bilmiyorum ama ters ters bakmazsan saatlerce sana gözlerini dikip bakabilme, biraz sonra seni masasında yiyecekmiş hissini uyandırabilme yetisine sahip bir millet varsa o da Hindistan’dadır.

“Oh çok şükür, herhangi bir vukuatım olmadan bu tatilimi tamamlıyorum.” düşüncesini aklımdan geçirdiğim günlerde Jaipur’da yanımdan gündüz vakti geçen bir adamın popomu avuçlaması şeklinde bir vukuatla karşılaştım. Yoldan geçen bir motorlu hemen durup adama bağırdı da kazasız belasız atlattım =)

Yine aynı gün otelimdeki Fransız kızların çantaları motorlu birileri tarafından kapılmış, bütün pasaport, telefon, paraları çalınmıştı =( Kimbilir? Belki de Türk olduğum ve bu gibi durumlara daha tedbirli davranabildiğimiz için benim başıma bu tarz bir durum gelmedi.

Bir saniyesi kornasız geçmeyen bir ülke olmasıyla kulaklarının pasını silmeye aday Hindistan’da görülmesi gereken Jaipur’u “bunu görmesem de olur.” diyip geçmeyiniz.

Bir sonraki durağım Agra! Stay tuned!

Yazının devamı...

Anne Ben Hindistan Yolcusuyum!







Hindistan’dan döndüğümde instagram’daki post’umun altına yazdığım yazıydı bu. Hindistan’ın bir burcu olsaydı, İkizler burcu’ndan başka bir burç olamazdı. Bir an gelip “Tanrım, lütfen burada ölmeden dönmem için bana yardım et” diye dua ederken, diğer yandan “Tanrım samosa yerken kendimi kaybetmememi sağla” diye paralelde bir diğer duayla buluveriyordum kendimi. Dalgalı ruh halini yaşatan bir dünya diyip, ancak birkaç yazıda iki haftalık maceramı anlatmaya başlıyorum.

Tech start-up hub’ı olan Mumbai’de ilk gün Malad West bölgesindeki otelime yerleştikten sonra yola çıkıyorum. Güzel Hintli kardeşlerimizle beraber inekler karşılıyor beni sokaklarda. Ama New Delhi’de biraz deneyimlediğim için artık inek benim için bir mesele değil. İlk durağım olan Kenhari Mağaraları’na gitmek için önce rickshaw, sonra tren, sonra tekrar rickshaw kullandım. Burası Sanjaya Gandhi Ulusal Parkı içinde olduğundan, rickshaw seni kapısında bırakıyor. Yukarı yürürüm diye düşündüm, hatta aşağıdaki ücretli shuttle sürücüsüyle konuşurken içimde bir şüpheyle “beni düdüklemeye çalışıyorlar” düşüncesiyle savaştım ama sonra böyle düşündüğüm için kendimden utandım =) Benim gibi yürümeyi çok seven biri için bile uzunca bir yol ve çok yokuş.

Kenhari Mağaraları bir zamanlar keşişler tarafından yağmurlardan ve sert havalardan sığınacak, meditasyon yapılacak, çalışılacak bir yer olarak kullanılmış. 100'den fazla Budist mağaranın bulunduğu Kenhari’nin kelime anlamı kara dağ. Burada biraz dolandıktan sonra araç kullanarak aşağıya iniyorum.

İkinci güne, trene binip şahane tatlış otelime giderek başladım. Otele yerleştikten sonra ilk durağım Kala Ghoda Bölgesi. Burası, duvarlarındaki sokak sanatlarıyla, birçok galerinin bulunmasıyla ve güzel tasarım dükkanlarıyla Mumbai’nin sanatsal bölgelerinden biri.

Biraz sokaklarını turladıktan, mağazaları ve Jehangir sanat galerisini gezdikten sonra, deniz mahsulüyle olan ilişkimiz dolayısıyla öğle yemeğimi yengeciyle meşhur olan “Trishna”da yiyorum. “Butter pepper garlic crab, masala clams, black dal ve Hyderabadi-style fish” bu restoranın imza yemekleriymiş. Uzunca bir müddet “Acaba yengeci kaynattıkları su ne kadar temizdir?, ama zaten kaynadığı için onda sıkıntı olmaz. Peki acaba yengeçlerin bekletildiği buzlarda sorun varsa?..” düşünceleriyle savaş halindeyken menüyü kapayıp medium butter pepper garlic crab, butter naan ve biramı söyledim. Yemek yerken benim gibi yengeç yemek konusunda sorunları olan müşteriler üzerlerine yengeci dökmesin diye size bir önlük veriyorlar. Sonrasında yengeçle serüveniniz başlıyor. Naan onların çok ünlü lavaşları. Yengecin sosuna bana bana, zaten kaç gündür güzel beslenmediğim için, afiyetle yedim. Bu öğün için ödediğim toplam para 1848 rupi.

Buranın sonrasında Kala Ghoda sokaklarından geçerek Chhatrapati Shivaji Terminus’a gittim. Bu bölgeyi gezerken binalardaki İngiltere etkisini daha çok hissediyorsunuz. Burası önceden Queen Victoria Station diye geçiyormuş. Dadabhai Naoroji Road üzerinden ilerlerseniz neoklasik ve gotik mimariye rastlayabilirsiniz-

Gün içerisinde gezerken planımda olup ziyaret etmek istediğim Filter Shop, Cord, Sabyasachi flagship store, Bungalow 8’den sadece ilk üçünü ziyaret edebildim. Üçüne de bayıldım. Filter Shop bizim Souq Dükkan’ın minik versiyonu gibi. Cord’da cool ve tatlış kıyafetler var. Sabyasachi, hiçbir şey almasanız da muhakkak içerisini, çok süslü ve güzel yerel gelinliklerini, takılarını görmeniz gereken bir yer. Burayı görmeden Hindistan’dan dönmeyin =)

Sempatik dükkanlar sonrasında, duvar sanatlarıyla nam salmış Chapel Road’a gittim. Sokakları gezip, arkasından merak ettiğim bir restoran olan Jamjar Diner’da bira içtikten sonra Bandra bölgesinin tadına bakmaya koyuldum. Burası Cihangir’e benzettiğim, çok sempatik cafe’leri olan tatlış bir bölge. Pali Village Cafe diye planımda olup çok hoşuma giden bir cafe’de kahvemi yudumlayarak dinlendim. Neticede günde 20.000 adıma yakın adım atıyordum. Burası günbatımını izlemek için iyi olduğu söylenen Bandstand’e yürüme mesafesi olduğundan ahmak ıslatan yağmura da denk gelsem sahil boyunda yürüdükten sonra Hakkasan’daki rezervasyonuma zamanında gittim. Çok boştu ama aç olduğum için keyifli bir yemek çok iyi geldi. Üstelik yemekler gayet lezizdi.

Oradan çıkıp otelimin yakınlarındaki Leopold’s’da bir bira içtim. Bir bira dediğime bakmayın. Burada biralar dev boyutunda. Bu barın özelliği, 2008 yılındaki terör saldırılarından birinin buraya yapılmış olması ve mekanın duvarlarında hala terör eylemlerinin izlerinin olması.

Üçüncü gün otelimde güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra Gateway of India Causeway’e gittim. Dışarısı ana baba günü ve herkes birbiriyle fotoğraf çekiyor. Çok vakit kaybetmeden Haji Ali Dargah’ı, çok ilgimi çekmediği için, uzaktan görecek şekilde ziyaret ettim. Sonrasında, hayatımda ilk defa şahit olduğum bir çamaşırhaneye, Dhobi Ghat’a yola koyuldum. Tam “Dhobi Ghat’a buradan mı gidiliyor?” diye birine sormaya yeltenirken kafamı kaldırmamla karşımda asılı duran çamaşır dünyasına denk geldim. Bu deneyim anlatılmaz yaşanır cinsten! Çamaşırhane’den çıktıktan sonra unutmamak ve hislerimi aktarabilmek için sıcağı sıcağına instagram’da aşağıdaki yazıyı postlamıştım.







Sırada Colaba Bölgesi var. Güzel mağaza ve restoranların olduğu bu bölgede yürümekten keyif aldım. Kapalı olduğu için gezemediğim ama içeride neler olduğunu merak ederek ayrılmak zorunda kaldığım iki mağaza Le Mill ve Gem Palace.

Kama ve Forest Essentials Hindistan’ın yerli kişisel bakım markaları. Forrest Essentials’a tavsiye edilen birkaç ürününden almak için gittim ama içeriğinde kullanılan bazı maddelerin kokusu bana çok ağır geldiği için herhangi bir ürününü almadan çıktım.

Bu tarih önemli günler arasına girdiği için “Dry Day” olarak ilan ediliyor ve hiçbir yerde alkol içemiyor, satın alamıyorsunuz. Hatta tüm içki satan restoranların önünde “Dry Day” tabelası konuyor. Bunu bilmeden Cafe Mondegar’a gittim ve oturduğum anda biramı sipariş etmeye yeltendiğimde bu bilgiyi edinerek kalkmak durumunda kaldım, ama sempatik ortamıyla hoşuma giden yerlerden biri oldu.

Artık günün geri kalanı için Suudi Arabistan’da 11 yıl komşumuz olan Hintli tanıdıklarımızla vakit geçirmek üzere buluştuk. Beni, The Gandhi Museum’a ve ışıklandırmanın oluşturduğu şekilden dolayı “Queen’s Necklace” adı verilen Marine Drive’a götürdüler. Akşam onlarda kalarak Hintli bir ailenin evini deneyimleme şansım oldu =)

Yemek

“Anne ben Hindistan’a bilet aldım.” dediğimde annemin ilk tepkisi “Sana hazır çorba ve noodle alayım haftasonu.” olmuştu da, ben de üstüne “Anne, heryere gidip yanında yemek götüren insanlarla dalga geçerken sence yanımda onları götürür müyüm?” demiştim. Gittiğim her yerde o ülkenin kendine has tatlarını, alışkanlıklarını deneyimlemeye bayılan ben, genel olarak toplumun hijyene verdiği önem seviyesini(!) gördükten sonra yemek konusunda kesinlikle riske giremedim. Yalnız seyahat ettiğim için, olur da besinden zehirlenirsem tatilimin heba olmasındansa, bu yemekleri sadece güven hissedebileceğim restoranlarda yemeyi tercih ettim ve iki haftalık tatilimde 6 öğünün ötesine geçemedim. Annem kutsal Hindistan’dan her gün dualarımı aldı =)

Mumbai’de her gün trenlerle 200.000 kişinin ev yapımı öğle yemeği, dabbahwallahs ( kelime anlamı: kutu taşıyan kimse) adı verilen 5.000 kurye ile taşınırmış. İşin ilginç yanı bu taşıma, herhangi bir doküman, teknoloji olmadan yapılıyormuş ki zaten bazı kuryeler okuma- yazma da bilmiyormuş. Doküman yerine, kapların üzerine, kabın nereden alındığı, hangi istasyona bırakılacağı ve varacağı adresi içeren bilgileri çeşitli renk ve sembollerle işaretleme yöntemini kullanıyorlarmış. İnternet üzerinde, bu uygulamanın dünya üzerindeki en iyi yönetilen tedarik zinciri olduğunu okumuştum. İşim gereği daha da ilgimi çeken kısmı Six Sigma’da 1.000.000 işlemde 1 hataya denk gelen bir performans seviyesi var. Aman tanrım! Oraları gördükten sonra bu başarıyı hala kabullenemiyorum =)

Dabbawalas beyaz kıyafetleri ve Gandhi cap adı verilen kepleriyle sabah 10.00 gibi yemekleri pişiren kişilerden yemek kaplarını topluyor ( bunlar genelde eşleri ya da anneleri oluyormuş ), bisikletle en yakın tren istasyonuna gidiyor ve yemek kaplarını trene yerleştiriyorlar. Tren hattının diğer ucunda bekleyen dabbawalas da bu kapları alıp kap üstündeki işaretler doğrultusunda ilgili noktalara dağıtıyor. Bir porsiyon pilav, bir porsiyon curry’li bir yemek, sebze, ekmek ve tatlı olmak üzere 3 ya da 4 çeşitten oluşan bu kaplar için işlem ücreti de, mesafeye bağlı olarak değişmekle birlikte, aylık yaklaşık 450rupi, dabbawalas’ların aylık kazancı da 8.000rupi.

Ulaşım

Mumbai’de 13milyon insan varmış ve burada her gün 200’den fazla tren, 300km’lik 2.000’den fazla seyahat yapıyormuş.

Her gün 6.000.000 kişi taşıyan Mumbai trenleri normalde 1.700 kişi taşıyacak kapasitede imal edilmişken yaklaşık 3 katı kadar kişi taşıyormuş. Peak hour’a yönelik özel isim vermişler: Ve bu kalabalıktan olumsuz etkilenmemesi için, hayatımda ilk defa gördüğüm bir uygulama olan “Women Only” vagonları var, buraya erkekler giremiyor. “Böyle birşey yapılmışsa ihtiyaç vardır, ihtiyaç varsa endişelenmeliyim.” diye düşünmeden yapamıyor insan =) Trenler çok ucuz ama özellikle peak hour’lara denk gelmemeye çalışmak pek sempatik olur. Ya da belki denk getirip bu deneyime şahit olmak da bir alternatif olabilir.

Biletiniz first class değilse ama o vagona binerseniz ceza ödetiyorlar. “Oh mis! Bu vagon boşmuş” diyip mutlu olacaklara uyarı =)

Mumbai’de metro ağı yok, onun yerine trenle, otobüsle, tuktukla, Uber ya da Ola ile ulaşım sağlıyorlar. Ola, Uber’in Hint versiyonu. Uber’de olduğu gibi bir uygulama üzerinden taksi çağırıyorsunuz ve sizi gelip taksi alıyor. Bazen köprü geçiş ücreti hesaplanmıyor ve uygulama üzerinde gösterilen ücretten farklı bir ücret talep edebiliyorlar. Dikkatli olmak lazım.

Burada dikkat edilmesi gereken bir konu tuktuk insanlarıyla kesinlikle pazarlık yapmanız gerektiği. O size ne diyorsa min 1/3’üye başlayın olaya. Hatta hafif “Tamam o halde, teşekkürler!” rolünüzü güzel üstlenebiliyorsanız daha da tatlış bir oranı yakalayabilirsiniz =) Ama burada daha da dikkat edilmesi gereken konu şu ki buradaki şoförlerin büyük çoğunluğu bazı dükkanlarla anlaşmalı. Dolayısıyla size “Tamam, o fiyat ok” dedikten sonra yolda sizi bağlamaya çalışıp dükkana götürmeye yelteniyor. “Maaaam! Sadece içeriye girip gezmen de yeterli” diyor sen sinirlenmeye başlayınca. Tahmin ediyorum ki komisyon alıyorlar, ama “Yok istemiyorum.” dediğinizde de sizi “nowhere” bir yerde bırakabiliyorlar. Aman dikkat!

Genel

Hayatımda ilk defa seyahate çıkmadan önce 2 paket ıslak mendil, 2 dezenfektan, tek kullanımlık dandik sporcu çorabı, etiform, noodle, hazır çorba, grissini aldım.

Hindistan’da tapınaklara ayakkabı ile giremiyorsunuz ve malesef yerler yapış yapış. Hal böyle olunca halamın önerisiyle yanıma kullan-at tadında çorap almıştım. Her sabah çıkarken çantama bunlardan atıyordum ve her tapınak çıkışında çoraplarımı yenileriyle değişitrip, kullandıklarımı atıyordum. Bu bayağı tatlış bir çözüm oldu =)

Konaklama

Treebo Olive Nest - 149TL

Treebo, İbisvari Hintli bir otel zinciri. Hem uygun hem de genel olarak temizdi otelleri, ancak bir daha Hindistan’a gidecek olsam daha farklı otelleri tercih ederim.

Abode Hotel - 329TL

İsteyip de Yapamadıklarım

Bombay Electric, Project 88, Elephanta Island

Daha çok fotoğraf için Cubelicious.com

Cheers,

Cubelicious

@kubkagan

Yazının devamı...

Hangisisin Gürcistan?

Sorarım sana Gürcistan! Soldan direksiyon musun? Sağdan direksiyon mu?

Sokaklarda peynir satan küçük dükkanlar, metrolarda upuzun yürüyen merdivenler, her an yaşayan sokaklar, küçük baharat dükkanları, ellerinde pidemtrak ekmek taşıyan insanlar, Ramazan’daki pide kuyruğuna benzeyen ekmek kuyrukları, şahane bina içleri, sokaklardaki sıcak şarap tencereleri, küçük heykeller, duvarlardaki duvar sanatları, tatlı şarapları, “Türk gibi ama değil gibi” düşünceleriyle ben Tiflis’i pek sevdim!






Sabah 3.50 gibi bastım Gürcistan topraklarına. Hal böyle olunca toplu taşıma yerine 15 Lari’ye bağladığım bir taksiyle Rooms Hotel’e gittim. Gün ağarıncaya kadar biraz otelin lobisinde takıldıktan sonra, ilk durağım olan The Blue Monastery’e doğru yola koyuldum. Burada bir ayine denk geldim. Kliseler, manastırlar bana hep huzur verdiği için İstanbul’da uzun zamandır güneş yüzü görmeyen ben, bol güneş görüp sabah ayinine de denk gelince pek keyiflendim.

Buradan çıkıp Bağdat caddesini andıran Rustaveli Caddesi üzerinden, bizim Feriye Antik Pazarı’nın açık versiyonuna benzeyen Dry Bridge Market ilk durağım oldu. Eğer çocukluğunuzda, salonun göbeğine tren raylarını arka arkaya dizip rayları tam tur tamamladıktan sonra üstüne treni oturtup çalışmasını izlemekten keyif alan bir çocuktuysanız Dry Bridge Market tam sizlik bir yer =) Burası sadace Cumartesileri kuruluyormuş, dolayısıyla planlamınızı yaparken bu detaya dikkat! Burada biraz vakit geçirdikten sonra Tbilisi State Opera House, Rustaveli Theatre, Public Services Hall gibi noktaları görmenin ardından, kahvaltıyı da atladığım için zil çalan midemi şenlendirmek üzere “Veliaminovi” ye gittim. Buranın khinkali’sinin iyi olduğunu okumuştum. Kendime ısmarladığım Khinkali ve yanında fıçı biram hiç beklemediğim hızda geldi.

Buranın ortamı çok sempatik değil. Sevgilinize dönüp “Canım oranın ortamına bayılıyorum. Tekrar gidelim mi?” cümlesini sarfetmeyeceğiniz cinsten bir yer. Ancak yerlilerin pek tercih ettiği bir restoran olduğunu okumuş olmakla birlikte deneyimledim de. Bir türlü kanımın uyuşmadığı beyaz ışıklar hakim. Adeta terminaldeki esnaf lokantasına gelmişsiniz gibi. Ortam pek sempatik olmasa da, her esnaf lokantasının ana karakteristiklerinden biri olan “güzel yemek bulursun” konseptine sahip ki yerliler burayı dolduruyor.

Khinkali pek benim damak zevkime hitap etmedi. Bizim çiğ böreğimizin haşlanmış versiyonu ile mantımızın azman versiyonu arasında sıkışıp kalmış gibi. Yemeğin kafası karışık olduğu yetmezmiş gibi ustamız da baharat konusunda elini korkak alıştırmamış =)

"Olsun her zaman ülkelerin yerel tatlarını denemek olmazsa olmazlardan." demeye yeltenirken “Türk kahvesi ister misiniz?” sorusuyla karşılaşmam kısa süreli mavi ekran vermeme neden oldu. Ama neden şaşırıyorum ki? Neticede komşu ülkemizde Türk kahvesinin olması pek olası =) Bizde adet “Türk kahvesini nasıl içersiniz?” diye sormakken, Gürcistan’da sormadan şekerli getiriyorlar. Şekerli kahveyi sevmeyen bir insan evladı olarak, kahvemi bitiremeden şaraplarıyla ünlü olan Gürcistan’ın ilk şarabını denemek üzere Cafe Linville’e geçtim. Her odası sanki komşuların evlerinden çıkan eski mobilyalarla donatılmış, ama buna rağmen bir uyum içinde olan, yüksek tavanlı dünya tatlısı bir cafe. Çok eski bir televizyonun içini boşaltıp akvaryum bile yapmışlar. Buranın sıcak ortamından çok hoşlandım.

Enerji yüklemesi ardından istikamet Writers’ House of Georgia. Malesef Tiflis’te genel olarak gezdiğiniz yerlerde açıklama olmadığı ya da varsa da İngilizcesi olmadığı için pek okuyup anlama şansınız olmayabiliyor. Sanırım en aklıma yatmayan tarafı bu oldu Gürcistan’ın.

Burası gezilebilen bir yer olmasına rağmen ben zorlama yöntemlerle gezebildim. Neredeyse kapalı olduğunu düşünerek dönüyordum ki kapıdaki zile bastım ve bana kapıyı açtılar. İlk katı gezerseniz 5, bütün evi gezerseniz 10 Lari ödüyorsunuz. Size Levan adındaki bir çalışan evi gezdiriyor ama anlatırken çatpat İngilizcesi ile olay tamamen hayal gücünüze kalıyor =)

Tiflis sokakları ne kadar eski, yıkık dökük binalardan oluşsa da, ara sokaklarda tatlı tasarım dükkanlarına, galerilere denk gelmeniz çok olası. Bunlardan bazıları Buyers, More is Love,Chaos Concept Store, Flying Painter Atelier.

Sokakları geze geze otelime geri dönerken başka bir gün için durağım olan Lolita Cafe’ye girdim. Burası da Rooms Hotel ile aynı çatı altındaymış. Açık ve kapalı alanları mevcut ve kapalı alanda bile aslında açık alandaymışsın gibi bir hissiyat uyandırıyor. Dışarısı buz gibi de olsa ısıtıcılar sayesinde hiç üşümedim. Kendime bir kahve ve içi sıcak çikolata dolgulu brownie söyledim. Çok üşümenin ve yürümenin getirdiği enerji düşüklüğü için şahane bir tercih yapmışım.

Akşam yemeği için kendime rezervasyon yaptırdığım yer Keto and Kote’ydi. Burası rezervasyonsuz gidilebilecek türden bir yer değil. İçeride yerlilerden oluşan büyük masaların hakim olduğu bir düzen var. Söylediğim Beef Karcho ve Elarji biraz geç geldi. Ancak beklerken içtiğim yarı tatlı kırmızı şarap çok keyifliydi. Beef karcho, sulu bir et yemeği olmasıyla bize çok tanıdık bir yemek iken, Elarji mısır unundan yapılan püremtrak bir yemek olması itibariyle bana hiç hitap etmedi. O kadar etmedi ki yarısından fazlasını yemeden bıraktım ki bu benim için iddialı bir hareket =)

Kaldığım otelin ambiyansından çok etkilendiğim için, Keto and Kote’den çıktıktan sonra akşam Rooms Hotel’in lounge’unda vakit geçirmeyi tercih ettim. Hem otelde konaklayanlar, hem dışarıdan gelenlerle dolan bu mekanda koltuklarda şömine karşısında içki yudumlamak pek keyifli. Müzikler ve gelen profil şahane!


Sabah Rooms Hotel’in şahane açık büfesinde karnımı sağlam doyurduktan ve mimozamı gümlettikten sonra, Music and theatre exhibition hall’u görmek üzere Rhike Park’a gittim. Parkın pek bir özelliği olduğunu düşünmüyorum ama music and theatre exhibition hall’un binası çok görkemli. Malesef gezmeye kapalı bir bina, dolayısıyla sadece dışarıdan fotoğraf çekmekle yetinmek durumunda kalıyorsunuz.

Bu yapıya sırtınızı verdiğinizde de karşınızda Mtkvari nehri üzerindeki “Bridge of Peace”i buluyorsunuz. Rike Park ile eski şehri birbirne bağlayan bu köprü 2010 yılında açılmış ve 2012 yılında dünyanın en olağandışı 13 köprüsü arasına girmiş. Köprü üzerindeki ışıklar Mors alfabesini andıran şekilde yanıp sönerek periyodik tablodaki elementleri ve bu seçilen elementler de insan vücudunu anlatıyormuş.

Hemen arkasından tek yön teleferik ile “Mother of Georgia”ya yöneldim. Yaklaşık 5dk’lık bir masefa 2,5 Lari. Yine herhangi bir anlatıma denk gelemediğim için internet üzerinden okuduğum kadarıyla heykeltraş Elguja Amashukeli tarafından tasarlanan, Gürcistan'ın ulusal elbisesi içindeki 20 metrelik bu heykel 1958 yılında yerleştirilmiş. Sol elinde gelen dostlar için şarap dolu bir kaseyi, sağ elinde ise düşmanlar için kılıcını tutuyormuş.

Bir arkadaşım “Muhakkak cha cha iç” demişti de yukarıya çıktığımda cha cha satan brilerini görünce hemen davrandım. İçmeden önce “Şerefine Burcu’cum” diye kaldırdığım kadehim, bir yudum aldıktan sonra çöpü boyladı. Çok sağlam bir votka ya da ben votka sevmediğim için bana ağır geldi.

Teleferik biletimi tek yön almıştım, aşağıya doğru sokakları geze geze indim.

Sülfür banyoları Tiflis’teki bir gelenekmiş. Bizim hamamıza benziyor diye düşünüyorum. Hava çok çok soğuk olduğu ve hastalık riskini göze alamadığım için bu aktiviteyi pas geçip sadece etrafını gezmeyi tercih ettim. Ama bina olarak en beğendiğim mavi duvarlarıyla “Orbeliani” oldu.

Bugün öğle yemeği için durağım Culinarium Khasheria. Sabah otelde sağlam bir kahvaltı ettiğim için çok acıkmamış ama çok üşümüştüm. “Bir çorba fena gitmez” diye düşünüp Magic Mushroom soup ile şarap içmeyi tercih ettim. Sipariş verirken garson “Biraz baharatlı.” diye uyardı, “Acı mı?” diye sormam üzerine “Hayır değil.” demişti ama çorba büyük bitki taneli ve genzi tamamen açan cinsten çıktı. Şarap yarı tatlı, pek güzeldi.

Yemek sonrasında, bu civarlardaki, 1995-2004 yılları arasında ülkenin zenginlerinin bağışlarıyla inşa edilen “Holy Trinity Katedrali” görülmeye değer yerlerden biriydi.

Burası çok vakit geçirilecek bir yer değil. Arakasından The Chronicle of Georgia’ya gitmek üzere yola koyuldum. Planlama yaparken çok da mesafe yok gibi gözüken bu noktaya ulaşabilmek için dağları deldim. Taksiyle de gayet uyguna gidilebilirdi ama “Yok yurtdışındayken illa toplu taşıma ile gidip etrafı iyice görmek lazım gelir.” inadımdan dolayı dilim dışarda vardım. İyi ki de yarı yolda maymun iştahlılığım tutup geri dönmemişim. Biraz uzakta ama bence görülmesi gereken yerlerden biri.


Ben giderken belli bir noktaya kadar metro, metro sonrasında da yürümeyi tercih ettim ( yaklaşık 2km’lik bir yokuş ). Dönüşte de metroya kadar, daha insani bir yöntem olan, otobüs kullandım. Şarap memleketine gelmişken planımda birkaç şarap mekanında şaraplanmak olmalıydı. Herbirinin kendine has dokusu var =) Genelde tadım yaptırıp, beğeninize göre kadeh getiriyorlar. Ve güzel haber! Kadehi neredeyse ağzına kadar dolduruyorlar. Evet, çok az da olsa restoran dünyasında çalışmış bir insan olarak kadehin ağzına kadar doldurulmayacağını bilmeme rağmen, fiyat/performans dev mutlu etti =) Şarap içmek için tercih edilebilecek birkaç mekan Vino Underground, VinoGround, Schuchmann Wine Bar & Restaurant.

Bu akşam yemek için rezervasyon yaptırdığım yer Barbarestan. Kapıdan girdiğiniz andan itibaren atmosferine çekiliyorsunuz. Her gün var mı bilmiyorum ama benim şansıma o akşam iki kadın ve bir gitaristten oluşan bi ekip bir masaya oturmuş, bir yandan gelen kahve ve bisküvilerini içip yiyorlar, bir yandan da şarkı söyleyerek ortamı daha da güzelleştiriyorlardı.

Masam gösterildikten ve siparişimi verdikten sonra garson gelip bana buranın hikayesini anlattı ve restoranın geri kalan kısmını gezdirdi. Burası eskiden kasap olan, hatta hala duvarlarında etleri astıkları askıların durduğu bir yapının içindeki bir restoranmış. Etrafta, kendilerini kaptırıp, şarkı söyleyen kadınlara eşlik eden kanaryalar var =) Gürcü bir aile tarafından işletilen bu restoranın menüsü, İpek yolu’nun ülkesinin yemeklerinde oynadığı rolü vurgulayan yemek kitabından oluşturuluyormuş. Bazıları yemek kitabından uyarlandığı gibi bazılarını kitaptaki haliyle yapıyorlarmış. Hatta Barbare Jorjadze tarafından yazılan yemek kitabının ilk verisyonunu gelip gösterdiler =)


Paul’de yaptığım hızlı kahvaltı sonrasında eski şehre doğru yol alıyorum. Eski şehrin göbeğinde yer alan Rezo gabriadzhne’de kukla gösterileri yapılıyor. Kukla gösterisine katılma şansım olmadı ama binanın dışarıdan görüntüsü çok güzel olduğundan görülmeye değer.

Yine kendine has dizaynı olan eski mobilyalarla donatılmış çok tatlışko bir cafe daha olan Pur Pur kaçırılmaması gerekenlerden! Gitmemeyi düşünürken, çok üşüdüğüm için sıcak birşeyler içmek için girip “İyi ki pas geçmemişim!“ dediğim yerlerden biri.




Stamba Hotel içindeki Café Stamba otelin kendisi gibi çok cool! Zamanla görüyorum ki ben lüks peşinde değil de farklı tasarımları olan otellerden pek etkileniyorum. Yine yüksek tavanlar, otel içinde devasa ağaçlar, boydan boya kitaplıklar saatlerce mest ola ola izlemelik...

Stamba’da yemeğimi yerken odaya gidip dinlenmek ile öncesinde Iveria Casino’ya uğramak arasında bir savaş halindeydim. Gürcistan’a bilet aldığımı yöneticime söylediğimde “Kumara mı gidiyorsun?” diye takılması üzerine öğrenmiştim burada kumar oynandığını. Hal böyle olunca “Bir kumarhaneye de uğrarım demiştim.” ve The Iveria Casino aklıma yatmıştı. Ama daha önce de hissettiğim gibi kumar kafasından hoşlanmadığım için içeri girip, kayıt yaptırıp etrafı gezmem, seyrederken uyarılmam ve çıkış yapmam 4dk sürmüştür =)

Yılbaşı Akşamı =)

Yılbaşı için ne yapabilirim diye uzunca bir araştırmanın sonunda Fabrika Tbilisi’nin yılbaşı etkinliğine katılmaya karar vermiştim. Etkinliğin adı “Supra” diye geçiyor. 21:00’de başlayan etkinliğe gitmeden önce sanki ayrı ayrı masalar olur ve bizlere servis edilir, yemeğimizi yer, birkaç gırgır şamata olduktan sonra dağılırız diye düşünüyordum. Fabrika’nın mutfağına yöneldiğimde karşılaştığım manzara çok sempatikti. Hayallerimde hep, kocaman bir ağacın altında, ağacın dallarından sarkan kır ampüllerinin ışığında upuzun bir masada çok yakın arkadaşlarla şahane bir yemek var. Bunun küçücük bir kısmı, upuzun bir masanın karşıma çıkmasıyla gerçekleşmiş oldu. Masanın üstü, ufacık bir boşluk kalmayacak kadar donatılmıştı. Masanın en ortasına otururken hemen karşıma biri Alman, diğeri Portekizli olan bir çift oturdu. Bütün bir gece boyunca bir an bile sessizlik olmadı.

Yemeğe başlanmadan önce etkinlikle ilgili bilgi verildi. Supra aslında bir Gürcü geleneğiymiş ve paylaşma kültürüne dayanırmış. Uzunca bir masa etrafında toplanılır ve “Tamada” adını verdikleri lider genellikle kadeh kaldırarak herkesi yemeğe başlaması için davet edermiş. İlk kadeh Gürcistan, ikinci kadeh Tanrı ve sonraki kadeh de masanın etrafındaki değerli misafirler için kaldırılırmış. Tamada’nın her kadeh kaldırışında kadehi bitirmesi beklenirken, misafirlerin de benzer hareketi yapması beklenirmiş.

Masaya sürekli yemek ve dolu karaflar geldi. Hal böyle olunca kadehlerimiz hiç boş kalmadı. Otururken masa zaten donatılmıştı. Genel olarak mezemtrak yemekler vardı. Sonrasında aralarda ara sıcak, ana yemek ve tatlılar geldi.

Eğer düzgün bir supra ise, supra’ya katılanlar hem ruhen, hem de mide anlamında doyarak kalkarlarmış. Herkes kaldırılan kadehler, söylenen şarkılar, konuşulan konular ve yenilen yemeklerden sonra, masadaki diğer kişilerle arkadaşlık duygusu geliştirir, yeni anılar edinirmiş.

Dürüst olmak gerekirse yemeklerin lezzeti birçoğumuzu çok mutlu etmese de hayatımda en zevk aldığım aktivitelerden bir tanesiydi. İyi ki yapmışım =)

Bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz =) 00:15 gibi kalkar uyurum diye düşünürken, biz masadan kalkarken elimize karafı alıp lobiye yönelip canlı jazz müziği eşliğinde sabah 4’e kadar eğlendik.

Konaklama:

Rooms Hotel

Her seyahatimde konaklayacağım yerleri belirlerken bir gece muhakkak bir design hotel’de kalacak şekilde organize oluyorum. Vaktiyle nerede kaldığının önemi yok yaklaşımını benimserken, sanıyorum yaşın ilerlemesi, zevklerin değişmesi, Doğuş grubu gibi üst segmente hitap eden turizm sektörü otelleriyle çalışmış olmak gibi nedenlerden ince detaylar aramaya başlamışım. Hal böyle olunca ilk gece Rooms Hotel’de kaldım. Kaldığım oda “Aman Tanrım!” sıfatını hakedecek nitelikte olmasa da otel çok keyifli. Tasarımı insanı fotoğraf çekmeden duramama noktasına itiyor.

Bu zincirin Kazbegi’ne de oteli var. Oranın hayaliyle yanıp tutuşuyorum =)

Fikir vermesi açısından en uygun tek kişilik oda+ kahvaltı için 899 TL ödedim.

Fabrika Tbilisi

Bir zamanlar sovyet dikiş fabrikası olan bu alan yeniden canlandırılmış ve hem insanların yaratıcı fikirlerini gelişirmesi için bir çalışma alanı, hem de konaklama imkanı sunan bir tesis haline gelmiş. Tesiste cafe ve barlar, sanatçı stüdyoları ve mağazaları, eğitim kurumları, ortak çalışma alanları, açık alan avlusu mevcut. Herbiri kendine özgü ambiyansıyla sizi kendine çekmeyi başarıyor. Renkler harika! Gelen profil ondan da harika!

Fabrika’yı görmeden dönmeyin!

Hayatında ilk defa hostel’de kalan bir insan olarak sabah uyandığımda iç çamaşırlarıyla bana kalça pozu verecek bir erkeğe denk geleceğim aklıma gelmemişti. Bu kare ile karşılaştığımda gözlerimde gözlüklerim var mı diye kontrol etme ihtiyacı hissettim =) Bununla birlikte hostel beklediğimden rahat bir hayatmış. Eziyet çekerim hissindeyken, öyle olmadığını deneyimledim ama “Tekrar tercih eder misin?” sorusunun yanıtı “Mümkünse almayayım!”. Özellikle ikinci sabah uyandığımda odamda 11 erkek ve ben şeklinde olduğumuzu farketmem ve horlama seslerine paralel osuran insanların havasız bıraktığı odaya şahit olmam pek sempatik değildi =) Güzel haber şu ki buranın double room opsiyonu da mevcut =) Bir daha kalacak olursam double tercih ederim.

İki gece 12 kişilik odalarda konaklama için toplam 127 TL ödedim.




Ulaşım:

Bizi İstanbulkart’ımıza benzer bir kartları var. 2GEL ödeyerek kartı alıyorsun. Ben bir kere otobüs, çoğunlukla da metro kullandım. Metroya tek yön için 1 GEL ödüyorsun ve doldurma işlemini her saat açık olan bankolardan yapabiliyorsunuz. Otobüslere de bu kartlarla binebildiğiniz gibi, kartınızda para kalmamışsa otobüs içinde para atarak bilet aldığınız küçük makinalar da var.

Yapmak İsteyip de Yapamadıklarım

Mesafe dolayısıyla gidemeyip mimari açıdan pek merak ettiğim yerlerden birisi Bank of Georgia Headquarters idi.

Joseph Stalin Underground Printing House gidemediğim ama merak ettiğim yerlerden biri. Buraya giderken kendi tercümanınla gidilmesi gerektiği şeklinde bir notla karşılaştım. Ona yönelik bir ayarlama yapmadığım için burayı atlamaya karar verdim.

"Black Dog Bar’a gidip fıçı biri için." diye okumuştum araştırma yaparken. Açıkken birkaç kere önünden geçtiğim bu cool yer, malesef yılbaşı ertesinde kapalı olduğu ve ben o zaman giderim dediğim için deneyimleyemediğim yerlerden biri.

Chonkadze Caddesi üzerinde mimari açıdan merak ettiğim Madam Bozarjiantz’ın evini bulamadım =( Evi bulamamış olsam da, Tiflis zenginlerinin yaşadığını tahmin ettiğim bu caddeyi gezmiş bulundum =)

Bir futbol stadyumunun altında olan Bassiani Club’a gece hayatı için gitmeyi planlamıştım ama sanırım artık yaşım elvermiyor ya da ben başka meselelerden hoşlanır hale gelmişim, pas =)

Bu uzun paylaşım sonrasında, sonuç olarak bende hala Gürcistan sağdan direksiyon mu soldan direksiyon mu net değil. Her ikisi de mevcut =) Sorularım yanıtsız kaldı.

Bisous.

Cube

@kubkagan

Yazının devamı...

Masal Diyarı Toskana

Siz hiç hayatınızda biri olmadan aşk hissini tattınız mı? Ya da sokakta yürürken yalınayak çimlere basıyormuş hissine kapılıp, kafanızın içinde Nat King Cole'un "Love" şarkısını duyarak dans etmeye başladığınıza şahit oldunuz mu?

İşte ben, bu şahane duyguları Toskana seyahatimde tattım. Yazar olmayan bir insanın bu hisleri yansıtmaya çalışması kadar zor bir durumu elimden geldiğince yapmak üzere işe koyuluyorum =)

Dört günlük seyahatimizin ilk durağı kızıl rengindeki Bolonya idi. Turistlerle dolu cıvıl cıvıl sokaklar bizi güneşle karşıladı.

Sabah Milano’dan araba ile geldiğimiz için biraz yorulmuştuk ve gezmeye başlamadan önce ilk keşfimiz olan Osteria dell’orsa adlı restorana gittik.

Rezervasyon almayan mekânlardan bir tanesi olan bu restoranın önünde uzun kuyruklar oluyor. Adınızı kapıdaki çalışanın listesine yazdırdıktan sonra beklemeye başlıyorsunuz. Biz 20 dakika kadar sırada bekledik. Genelde sırada beklerken birer kadeh şarap içiliyor. Ama bu içilenler, içeriden gelen kokularla kabaran iştahı bastırmaya yetmiyor =)

İçeride turistler olduğu gibi yerliler de var. Ortam pek sıcak. Ne giydiğinizin bir önemi yok. Mühim olan gelenlerin karnını en güzel şekilde doyurmak.

Menüyü karıştırdım ve tereddüt etmeden bolonez soslu makarna ve yanına kırmızı şarap söyledim. Şarabı bizim Türk ailelerinin evindeki su bardaklarına benzer bir bardakta getiriyorlar. Makarnayı beklerken masada duran zeytinyağı ve balzamik sirke ilgimizi çekti. Çok kalabalık olduğu için garsondan istemek yerine, yaramaz çocuklar gibi bize çok yakında olan mutfaktan temiz bir tabağı alıp, tabağın içine şahane kokan zeytinyağı ve kokusuyla vücudunuzu harekete geçiren balzamik sirkeyi döktük. Fine dining restoranına gidip porsiyonların boyutları karşısında şaşkına dönen ve kendini zeytinyağı, ekmeğe veren Türk misali, biz de arkadaşımla kendimizi ekmekle doyuruverirken buluverdik. Makarnalar ve salata harikaydı.

Yemeğimizi yedikten sonra çok kısıtlı bir zaman olduğu için Bolonya’yı her araştıran kişinin karşısına çıkan Piazza Maggiore Meydanı, Saint Petronio Katedrali, Indipendenza Caddesi, Nettuna Meydanı, Nettuno Çeşmesi, Quadrilatero ( eski Pazar ) gibi klasikleşmiş noktaları gezdik. Özellikle eski pazarı gezerken sokaklara dizilen meyve ve sebzeler, çiçekler, şarküterilerin camlarından gözüken etler, peynirler insanı ağzının sularını kontrol etmekte zorlandığı anları yaşatan cinsten =)

Sokaklarda yürürken İtalya’da muhakkak “yapılması gereken şeylerden biri” demenin doğru olmayacağı, “yapmadan duramayacağınız şeylerden biri” demenin doğru olduğu konu ise dondurma! Neredeyse her sokak başında bulunan dondurmacılardan “Gelateria Funivia” adlı olandan dondurmalarımızı aldık. Buranın ricottalı dondurmasının leziz olduğunu duymuştum. Dolayısıyla seçimimi ricottalı’dan yana yaptım ve pişman olmadım.

Akşam yemeği için bir İtalyan tanıdığımızın şehir merkezinden biraz uzaktaki restoran önerisini denemeye koyulduk. Ancak Türkiye’deyken telefon ile ulaşamayıp rezervasyon yapamadığımız için deneyemeden çıktığımız, şahane atmosferi ve kokularından dolayı içimizde kalan yerlerden biri oldu: “La Bottega Di Franco”

Geri çevrilmemiz üzerine rotamızı otelimiz olan Casa Barthel’e (Oda Kahvaltı: 200euro) çevirdik. Burayı “sawdaystravel” üzerinden bulmuştum ve ilk defa farklı bir platformdan rezervasyon yaptığım için biraz tedirgindim. Ne zaman ki konaklama yapacağımız alana girdik, midemde kelebeklerin kanat çırpışını hissetmeye başladım ve müzik çalmaya başladı. Çocuğun; hediye paketini önce sakince, sonra artık dayanamayıp yırtarak hediyesine ulaşmaya çalıştığı heyecana benzer bir duygu. Burası Floransa şehir merkezinin hemen dışındaki bir çiftlik evi. Alanın tam ortasında bir meydan, bu meydanda taştan büyük bir ev ve bunun etrafına da serpiştirilmiş birkaç ev daha var ki bunlardan bazıları ağaç ev. Gecemizi, mest olduğumuzu gösterir mutluluk sesleriyle prosecco’muzu yudumlayarak konakladığımız evin bahçesinde geçirdik. Hayatımda konakladığım en güzel yerlerden biriydi. Yolunuz buralara düşerse gözüm kapalı önereceğim yer burası olur.

Fiyata kahvaltı dahil. Ancak kahvaltı dahil deyince aklınıza açık büfe ya da Türk kahvaltısı zenginliğinde bir masa gelmesin. Tipik bir Avrupalı kahvaltısı- yani sabah bahçenizdeki masaya bırakılmış kruvasan =) Biz civardaki marketten alışveriş yaparak soframızı şenlendirdik.

Kahvaltı sonrasında çiftliği gezerek biraz vakit geçirdikten sonra Floransa şehir merkezine gidip Piazzale Michelangelo, Piazza del Duomo, The Cattedrale di Santa Maria del Fiore, Loggia della Signoria’yı gezdik. Floransa’ya ikinci gelişim olmasına rağmen bu açık hava müzesine bir kez daha hayran kaldım. Botticelli, Michelangelo, Leonardo da Vinci, Raffaello gibi şahane sanatçıların eserlerini görebileceğiniz Uffizi Müzesi Floransa’da muhakkak gezilmesi gereken yerlerden. Ancak bu sefer de, önceden bilet almadığımız ve neredeyse 1 km’yi bulan bilet ve giriş kuyrukları nedeniyle burayı pas geçmek durumunda kaldık.

Mercato Centrale öğle yemeği için önerilen noktalardan bir tanesi. Burası bir bina içerisindeki bir kat üzerinde onlarca restoranın yer aldığı, insanların yemeklerini alıp ya da sipariş edip orta alanda yedikleri bir düzene sahip. Sevimli olmasıyla birlikte bizim pek ilgimizi çekmediği için gezdikten sonra yemek yemeden çıktık.

Neredeyse bütün günü ayakta gezerek geçirdiğimiz ve yorulduğumuz için mükemmel bir atmosferi olan La Ménagère’de bir şeyler içtik. Buranın restoranı olduğu gibi içeride mum, yastık, bardak gibi eşyaları satın alabileceğiniz bir alanı da var. İçeride yüksek tavanların altında gruplara yönelik uzun masaların olması beni en cezbeden yönlerinden.

La Ménagère sonrasında, yeterince yürümemişiz gibi, Ponte Vecchio’ya doğru yürüyüp, birlikte çalıştığımız İtalyan şefimizin önerisiyle ikinci günkü dondurma hakkımızı Gelateria la Carraia’da kullandık.

Kalacağımız yerin şehir merkezinden uzaktaki bir şato olması ve 20:00’den sonra saat başına 15euro ekstra para ödetmeleri dolayısıyla akşam yemeğini pas geçerek Castello di San Fabiano’ya (Oda Kahvaltı: 140euro) doğru yola koyulduk. Burası Siena yakınlarında, bir aile tarafından işletilen antika mobilya ve resimlerle donatılmış bir şato. O kadar eski ki kapıları kapatırken ya da odada yürürken seninle birlikte uyuyanı uyandırmamak elde değil =)

Üçüncü güne otelimizin çok keyifli kahvaltısıyla başladık. Ev yapımı ekmek, kek ve reçellerle birlikte yerel olarak üretilen peynirler ve soğuk etlerden oluşan zengin kahvaltısına bayıldık.

Kahvaltı sonrasında ağaçlarla çevrilmiş patika yollar üzerinden Cecchi bağına doğru yola koyulduk.

Rezervasyon ile katıldığımız bağ turu(35 Euro) sırasıyla bağ, şaraphane, mahzen gezildikten sonra bir kadeh beyaz, 4 kadeh kırmızı şaraba şarküteri tabağının eşlik ettiği bir tadımla sona erdi.

Bu turda, bir şarabın Chianti şarabı olabilmesi için Chianti bölgesinde üretilmiş olması ve üzümün en az %80’ininin Sangiovese üzümü olması gerektiğini öğrendik. Restoranlarda denk gelinen Chianti çeşidi iki tip olup biri Chianti, diğeri Chianti Classico olarak adlandırılıyor. Chianti classico daha kaliteli bağların üzümlerinden üretilenler olmakla birlikte, Chianti classico şaraplarının etiketlerinde siyah horoz amblemi bulunuyor. Pek tabi buraya gelmişken bir tane imza şarapları olan Coevo, bir tane de Chianti classico şarabı alıp bavuluma attım =)

Bağ gezimiz sonrasında arabamıza binip Toskana Bölgesi’nin yollarının keyfini çıkara çıkara San Gimignano’ya doğru ilerledik. Toskana’da bir noktadan diğerine giderken doğa karşısında büyülenmemek elde değil. Yeşilin, sarının, kahverenginin tüm tonlarına denk geliyorsunuz, sanki Bob “şimdi şuraya da bir ağaç çizelim” deyip paletinde hiç kullanmadığı renk kalmadığını fark edip şaşkına uğrayacakmış gibi. Hal böyle olunca çok sık aralıklarla “şurada sağa çeksene, şu güzelliğin fotoğrafını çekeyim.” cümlelerini sarf ederken buluyorsunuz kendinizi. Dolayısıyla böyle bir seyahat yapacak olursanız bu küçük molaları hesaba katmak faydalı olur. Bir diğer dikkate alınması gereken konu ise hız sınırı. Buraya gelmeden önce hem İtalyan tanıdıklarımızdan duyduğumuz hem de yazılardan okuduklarımızda ana bir mesaj vardı: Hız kurallarına uyun. An geliyor 30km/h ile giderken “Tanrım bana tespih getirin!” demek istiyorsunuz, ama hızlanmıyorsunuz. Çünkü Türkiye’ye döndüğünüzde kabarık bir ceza ile karşılaşmak istemiyorsunuz.

San Gimignano’ya vardığımızda biraz Cisterne Meydanı’nı ve birkaç sevimli sergiyi gezdikten sonra önünde uzunca bir kuyruk olan Gelateria Dondoli’den dondurmalarımızı alıp katedralin merdivenlerine oturarak keyif yaptık.

Akşam için planımızda San Quirico d'Orcia’da Cappella della Madonna di Vitaleta karşısında günbatımı eşliğinde piknik yapmak olduğu için buraya doğru giderken bir markette durup alışverişimizi yaptık. Sepetimizde prosecco, focaccia, kırmızı üzüm ile Manchego ve Grana padano olmak üzere iki tip peynir vardı. Bir piknik için olabilecek en mükemmel kombinasyon =) Pöti kare örtümüzü yere serip, malzemelerimizi yerleştirdikten sonra manzaranın keyfini çıkarmaya koyulduk. Burada çok enteresan bir doğa var. Bir tarafta yemyeşil, diğer bir tarafta sanki kuraklık varmış hissi uyandıran kahverengi bir arazi var. Kahverengiliğin tam ortasında da umudu simgelercesine bir ağaç.

Günbatımı sonrasında son durağımız olan Il Rigo Agriturismo’ya (Oda Kahvaltı: 130euro) doğru yola koyulduk. Casa Barthel’de yaşadığımız kelebek hissi burada da kendini gösterdi =)

Burada, çiftlik odalarının çoğu 16. yüzyıl planını koruyan taş yapıdaki ana binada bulunuyor. Ana binanın önünde her akşam, akşam yemeği servis edilen eski tahıl ambarı ile eski odun fırınının bulunduğu güzel bir avlu bulunuyor. Odalar çiftliğin eski mobilyaları kullanılarak düzenlenmiş ve huzurun bozulmaması için odalara televizyon koymamayı tercih etmişler. Onun yerine bir kadeh şarap ile bir araya gelinip muhabbet edilmesinin daha keyifli olduğunu düşünüyorlar.

Resepsiyonda işlemlerimiz yapılırken duyduğumuz şahane kokulara yenik düşüp akşam yemeğine katılım göstereceğimizi bildirmemiz üzerine, odalarımıza bavullarımızı bırakıp restorana gittik. Tok olduğumuz için bir makarnayı paylaşmaya karar verdik ve bir şişe şarapla keyifli bir akşam geçirdik. Huzurlu şahane bir uykunun arkasından kendimizi uçağa yetişmek üzere kendimizi yola attık…

Peki, bu Alice Harikalar Diyarı’nda tadındaki bölgede her şey tıkırında mı gitti? Hayır =) Hayatımda ilk defa park ettiğimiz arabayı bulamama durumuyla karşılaştım. Birlikte seyahat ettiğim arkadaşıma “bana konum göndersene” demem üzerine konumu paylaştı. Bu talebim tamamen gezdikten sonra arabayı rahatlıkla bulmak içindi. Arabaya doğru giderken, bu konuma göre hareket ettiğimizde bambaşka bir yere gittik ve ancak 3 saatlik arayış sonunda arabamızı bulabildik. Okuyunca “ne güzel macera yaşamışlar” deyişinizi duyar gibiyim ama aç insanların karanlıkta araba araması kadar kâbus bir durum olamaz. Eldeki üç telefonun, power bank’lerin pili bitti. Yetmezmiş gibi araç kiraladığımız firmaya ulaşamadık. Herkesin benimle dalga geçtiği konulardan biri olan fotoğraf çekme sevdam sayesinde arabamızı bulabildik. Sokakta çektiğim bir fotoğrafı sempatik bir İtalyan ailesine gösterdikten sonra işler rayına girdi. O nedenle alınan derslerden bir tanesi, yurtdışında konum gönderirken, telefonun kendini güncellediğinden ve konumu doğru yolladığından emin olmak.

Bitti mi? Hayır! Araba kiralarken o bölgenin park kurallarını öğrenmek en güzel hareketlerden biri olur. Aksi takdirde bütün gün şehri gezerken paralelde “acaba ceza yazmışlar mıdır?” endişesini yaşamak hakkınızdır.

Sonraki tatillerimde kullanmak üzere alınan dersler cebimde, hayatımdaki en güzel ilk 5 tatilimde ilk sıralarda yer bulan Toskana seyahatim, Louis Armstrong’dan “What A Wonderful World”’ün kafamda çalmaya başlamasıyla sona eriyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.