Küçüklerin yorumu farklı...
Küçüklerin yorumu farklı...
İsmet Paşa’nın “Türk milletinin kültür düzeyini ille de yükselticem" inadıyla Urfalı’ya yaptığı zulüm, biçarelere Fransız işgalini bile unutturmuştu. Mustarip bir Urfalı, jandarma zoruyla dinlediği Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserinden sonra fikrini soranlara “Urfa, Urfa olalı böyle zulüm görmedi" demişti.
Rivayet tarihinin hazin yaprakları arasındaki yerini alan bu trajedi maalesef hortladı. Ama bu kez Urfalı’yı değil, tek suçu 90’lı yıllarda doğmak olan çocukları yakaladı. Çocuklar çocuk olalı böyle zulüm görmedi. 23 Nisan’daki rolleri Cumhurbaşkanlığı koltuğunu birkaç dakika işgal edip “memleket kurtarma formülleri" üretmek olan bebeler, bu kez sert kayaya çarptı. Karşılarında siyah üniformalı 50 küsur kişilik bir ordu buldu. Bu ordunun adı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ydı.
Ama bu kara ordu zulmün sadece bir yanıydı. İşkence aletinin öte yanında da anne-babalar oturmaktaydı. İsmet Paşa’nın yerini bu kez, “Çocuğumun kültürünü ille de yükselticem" diyen ebeveynler aldı.
Mozart ve Prokofyev
Hepsi o mu? Tarih adeta bu günahsız çocuklardan intikam alıyordu. O Prokofyev denen zalim de bunlardan biriydi. Vaktiyle Stalin’in zulmünden az çekmemişti Prokofyev denen cani! Senfoni Orkestrası’nın programında onun da “Peter ve Kurt" isimli parçası vardı. Besbelli ki bu adam o besteyi, Stalin’e olan hıncını çocuklardan çıkartmak için yapmıştı.
Sunturlu şaplak
- Anne, ördek hangisi?
- Şurdaki çalgıcı amcanın elindeki yavrum...
- Anne, o kocaman düdük.
- Tamam tamam, düdük.
- O zaman niye ördek diyolar?
- Eve gidince söylerim. Şimdi sus!
Bu karşılıklı müzik yorumları sürüyordu ki, Tutkun gemi azıya aldı. Biz diyelim “sıkıntıdan", o desin “kurt sesini yorumlayan kornonun, ruhun derinliklerini okşayan nağmelerinin kozmik evrende yarattığı spazmodik titreşimlerden", bu kez farklı bir yorum patlattı. Yorum aracı olarak da dilini değil, sağ elinin işaret parmağını kullandı.
Hakikaten sofistike ve yerinde bir yorumdu yani. İşaret parmağı önce Tutkun’un sağ burun deliğine gitti. Orada, Prokofyev’in müziğindeki ironiyi anladığını gösteren birkaç sondaj hareketi yaptı. Sondajdan eli boş dönmedi tabii. Çıkardığı topaktan anlaşıldığı kadarıyla “Ben Prokofyev’in müziğini biraz primitif buluyorum" diyordu. Fakat bu sofistike yorum annesinin pek hoşuna gitmedi. Anne bu yoruma cevaben, Tutkun’un eline sunturlu bir şaplak attı.
“Böö!" ve “Böö!"
Fakat Okay böyle sıradan antidemokratik uygulamalara pabuç bırakacak cinsten değildi. Hemen arkasındaki koltukta oturan şu satırların fakir yazarına dönüp önce dil uzattı. Sonra “Böö!" yaptı. Benim yorumum o ki sanki “Koskoca Rimsky Korsakov’un talebesi olan bir Prokofyev bence formalistik distorsiyonlara daha bir ağırlık vermeliydi" demek ister gibiydi. Dolayısıyla bu satırların yazarı da “Fikrinize harfiyen katılıyorum üstadım. Hatta mümkünse vurmalı sazlar, yaylılara göre biraz daha ön plana çıkmalıydı" anlamına gelen bir “Böö!" ile karşılık verdi.
Oyuncak tabanca
Zaten bu arada Prokofyev parçası bitmiş, sıra Paul Ramsier’nin “Fareli Köyün Kavalcısı" adlı kontrbas ağırlıklı bestesine gelmişti. Beste, “Ben bu parçayı yıllar önce ünlü kontrbasçı Garry Karr’ın yorumundan dinlemiştim. Ama ben daha çok Ramsier’nin piyano sonatlarını yeğlerim" manasına gelen bir eleştiri patlattı: Aniden elini cebine daldırıp oyuncak tabancasını çıkardı. Çat pat tetik düşürmeye başladı. Dünyaca ünlü şef Herbert Von Karajan olsaydı, bu nidayı “yaylı sazların arasına pervasızca dalmış psikado yağmuru" olarak nitelerdi.
Adamın kuyruğu var
Ya, bu kerameti kendinden menkul eleştirmenin şu yorumuna ne demeli? Önce babasını çekiştirdi. Orkestra şefinin kim bilir nice provalar pahasına diktirdiği frağını işaret etti:
- Baba bak, adamın kuyruğu var!
Babanın cevabı pek tatmin edici değildi:
- O şef, yani büyük adam. Büyük adamların da kuyruğu olur.
- O zaman ben büyük adam olmıcam.
Memleket, istikbalde büyük adam olabilecek bir çocuğu da bu kuyruklu frak yüzünden kaybetti işte. Neyse, aslında bu konseri “çocuklarla anne-babaların" savaşı şeklinde özetlemek mümkün. Ama olsun. İsmet İnönü de klasik müziği Yemen’de, savaş şartlarında sevmemiş miydi?