SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Veee Oscar 2020 gerçekleşti...

Sinema dünyasının en prestijli ödülleri, herkesin yakından takip ettiği Oscar 2020 gerçekleşti. Los Angeles’taki Dolby Theater’da gerçekleşen ödül töreninde sinemanın ‘en’leri belli oldu.

Geceye damgasını vuran film, 6 dalda aday gösterilen ve geceden 4 ödülle ayrılan Güney Kore yapımı kara komedi, gerilim filmi olan ‘Parasite (Parazit)’ oldu. Film, ‘en iyi film, en iyi yönetmen, yabancı dilde en iyi film’ ve ‘en iyi özgün senaryo’ kategorilerinde ödülleri toplayarak adeta Oscar şov yaptı. Film, aynı zamanda Oscar ödüllerinin 92 yıllık tarihinde en iyi film kategorisinde ödül kazanan yabancı dilde ilk film olarak tarihe geçti.

Geceye damgasını vuran bir diğer yapım ise, ‘1917’. Sam Mendes yönetmenliğinde çekilen, I. Dünya Savaşı sırasında askerlerin hayatını etkileyecek önemde bir mesajı iletmekle görevlendirilen iki askerin hikayesini anlatan filmin, aslında ‘en iyi film’ dalında ödül alması beklenirken, bu kategorideki ödülü Parazit’e kaptırdı. Film, ‘en iyi görüntü yönetimi, en iyi ses miksajı’ ve ‘en iyi görsel efekt’ dallarında 3 oscar ile geceyi sonlandırdı.

Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere favori filmim olan ‘Joker’ ise ‘en iyi erkek oyuncu’ ve ‘en iyi film müziği’ kategorilerinde ödülü kaptı. Ancak birkaç kategoride daha ödül alabilirdi, sanki biraz haksızlık yapıldı gibi… Orası tartışılır… Tabii ki her şeye rağmen muhteşem oyunculuğuyla Joaquin Phoenix’i sahnede ödülüyle görmek büyük mutluluk. ‘En iyi yardımcı erkek oyuncu’ kategorisinde ise ‘Once Upon Time in Hollywood’ filmindeki performansıyla Brad Pitt Oscar’ı kazandı. Sonuç şaşırtmadı ve Pitt’in ödülünü almaya giderken, rol arkadaşı Leonardo DiCaprio’ya sarılması da gecede akıllarda kalan hoş bir kare oldu. ‘Once Upon Time in Hollywood’ filmi aynı zamanda ‘en iyi yapım tasarımı’ kategorisinde de ödüle layık görüldü.

‘En iyi kadın oyuncu’ dalında ise ‘Judy’ filminde Judy Garland’ı canlandıran ve olağanüstü performansıyla dikkat çeken Renee Zellweger Oscar’ını aldı. Filmin bel kemiği olmayı başaran Renee Zellweger, Judy Garland’ın hayatındaki dramatik iniş ve çıkışları öylesine etkileyici bir şekilde gözler önüne serdi ki, bu oyunculuğu karşısında Oscar’ı başka hak eden bir kadın oyuncu olduğunu düşünmüyorum. ‘En iyi yardımcı kadın oyuncu’ kategorisindeki ödül ise daha önceki yazımda favorimi açıkladığım üzere, ‘Marriage Story’ filmindeki performansıyla Laura Dern’e gitti.

Favori filmlerim arasında yer alan ‘Ford V Ferrari’ ise ‘en iyi film kurgusu’ ve ‘en iyi ses kurgusu’ dallarında ödül alırken, başyapıt olarak değerlendirilen ve gecede çok ses getirmesi beklenen ‘The Irishman’ filmi ise Oscar 2020’den eli boş döndü. Hiçbir kategoride ödül alamaması ise gerçekten şaşırtıcı.

Son olarak, Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov’un yönettiği, Türk asıllı Makedonya vatandaşı olan Hatice’nin hikayesini anlatan Bal Ülkesi (Honeyland) filmi de geceden ödülsüz ayrıldı. ‘En iyi uluslararası film’ ve ‘en iyi belgesel’ dallarında ödüle aday olarak bir ilki gerçekleştiren ‘Bal Ülkesi’, farklı çekim özellikleriyle ilk belgesel film, Kuzeyli Nanook’u hatırlatsa da ‘en iyi belgesel’ dalında ödülü American Factory’ye kaptırdı.

Bir ‘Akademi Ödülleri’ gecesi de böylelikle sona erdi. Sinemanın en iyileri Oscar 2020 ile zihnimize kazındı. Bazı kategorilerin sonuçları şaşırtsa da, bize artık bu dünyaca ünlü yapımları ‘Oscar ödüllü’ olarak anmak kalıyor.

Sevgiler,

Yazının devamı...

Bal Ülkesi

Oscar ödülleri geldi çattı! Hepimiz heyecanla gecenin sonucunu beklerken aday listelerinde bir yapıt, bir ilk olması nedeniyle sonucu daha çok merak etmemize neden oluyor. Oscar’da akıbetini merak ettiğim ve bence farklı bir yapım olan bu filme biraz değinmek istiyorum.

Bal Ülkesi (Honeyland)…

Tamara Kotevska ve .ljubomir Stefanov’un yönettiği, Türk asıllı Makedonya vatandaşı olan Hatice’nin hikayesini anlatan film, en iyi uluslararası film ve en iyi belgesel dallarında ödüle aday. Bu anlamda bir ilk…

Film, Kuzey Makedonya’da bulunan Bekirlija köyünde geçiyor. Yıllar önce köyde yaşayanların tümü göç etmiş, çoğu da Türkiye’ye gelmiş ancak Hatice Muratova ve yaşlı annesi Bekirlija’da kalarak yaşantılarını sürdürmeye devam etmişler. Köyde yaşamı sürdürmek için elektrik, su vb. yok. Zaten yaşadıkları ev de bakımsız, harabe bir ev. Hatice daha önceki kuşaklardan gördüğü üzere balcılık yapıyor. Hatice, balları başka kasabalara gidip satarak annesi ve kendisinin ihtiyaçlarını karşılıyor. Bir gün köye hayvancılıkla uğraşan kalabalık göçebe bir aile geliyor. Baba Hüseyin, geçim zorluğu nedeniyle arıcılığa da girmeye karar veriyor ve Hatice bütün bilgilerini Hüseyin ile paylaşarak ona yardımcı olmaya başlıyor. İşte buradan sonra filmin vermek istediği mesajı almaya başlıyoruz.

Filmin açılış sahnesinde bir uçurumun kenarında dar bir yolda yürüyen Hatice’yi görüyoruz. Kamera burada, uçurumun kenarında o daracık yolda takipte. Hatice kovanlara ulaştığında taşı kaldırıyor ve petek petek ballar çıkıyor karşımıza… Ballar o kadar doğal ve güzel görünüyor ki o noktada elimizi uzatıp almak istiyoruz. Hatice orada beklenmedik bir davranış sergiliyor; aslında bu davranışı olması gereken bir davranış ancak günümüzde maalesef ki böyle değil. Hatice o güzel balların yarısını alıyor, yarısını da arılara bırakıyor. Hatice’nin bu hareketi ise bize filmin mesajını daha ilk baştan veriyor. Hatice arılara saygılı, adeta ekolojik dengenin koruyucusu. Günümüz çağında doğayı bu kadar tahrip etmişken, insanoğlunun açgözlülüğü sınır tanımayarak yıkıp geçerken, Hatice’nin balların yarısını arılara bırakması içimizi ısıtıyor, aynı zamanda da bize geldiğimiz noktayı sorgulatıyor.

Köye sonradan gelen göçebe aile ise Hatice ve annesinin tam tersi davranışlar sergiliyorlar; filmde adeta kapitalist toplumun temsilcileri. Ailenin babası Hüseyin, 7 çocuğunu geçindirmeye çalışırken daha çok bal satma isteğiyle Hatice’den öğrendiklerini bir noktadan sonra yapmamaya başlıyor. Bunun sonucunda Hatice ile ailenin arası açılıyor ve bu da köydeki ekolojik dengenin sarsılmasına neden oluyor.

Film, çevreci temasının yanı sıra hikâyesi ile de etkili bir film. İnsan hikâyesi ile gerçek bir öyküden yola çıkarak insanoğlunun açgözlülüğünün, daha çok kar etme çabasının doğaya nasıl zarar verdiğini en başarılı şekilde gözler önüne seriyor; film boyunca günümüz sorunsalıyla yüzleşiyoruz.

Çekimler Sırasında Filmin Konusu Değişiyor…

Film öncelikle bir belgesel olarak tasarlanıyor. Yönetmenler Makedonya’da Bregalnica nehri civarındaki hayatı belgelemek istiyorlar. Ancak çekimler sırasında göçebe ailenin köye yerleşmesiyle film, farklı bir yöne doğru gitmeye başlıyor. Bir noktadan sonra Hatice ve Hüseyin’in ailesinin kameralara alışmaları ve kameralar yokmuş gibi doğal davranmaları da filmi bambaşka bir boyuta taşıyor ve bu özelliğiyle bize ilk belgesel film, Kuzeyli Nanook’u hatırlıyor…

Öte yandan çekimin yapıldığı bölgede elektrik kaynağı olmadığından bütün film doğal ışıkta çekiliyor. Özellikle gece sahnelerinde ay ışığı ve köyde kullanılan gaz lambası ile ateş dışında bir ışık kaynağı kullanılamıyor. Yani filmdeki tüm güzel ve sahici görüntüler, doğal ışığın özgünlüğü sayesinde…

Bal Ülkesi, tüm bu özellikleriyle Oscar’ı hak eden bir yapım. Bakalım hak eden hak ettiğini alacak mı?

Az kaldı, izleyip görelim.

Sevgiler,

Yazının devamı...

Artısıyla eksisiyle Atiye

Atiye, ‘Hakan: Muhafız’ dan sonra Netflix’te yayınlanan 2. Türk yapımı dizi. Şengül Boybaş’ın ‘Dünyanın Uyanışı’ adlı kitabından uyarlanan dizi, Türkiye standartlarında diğer dizilere baktığımızda gerek çekimleri gerekse senaryosu ile farklı bir iş…

Gizemli macera türünde fantastik unsurlar barındıran dizide, ailesi ve sevdikleriyle İstanbul’da sade bir yaşantı süren Ressam Atiye’nin (Beren Saat), kendini bildi bileli çizdiği sembolü, Göbeklitepe’de yapılan arkeolojik çalışmalarda görüp peşine düştüğü mistik yolculuğu anlatıyor. Atiye, hayatını değiştiren bu gizemli olayın peşinden giderek antik tapınakta Arkeolog Erhan (Mehmet Günsür) ile geçmişini aramaya karar veriyor.

Dizinin sahnelerine göz attığımızda, arkeolojik alanlar, İstanbul, karakterlerin yaşadıkları yerler vb. görsellik gayet yerinde. Dekorlar, kıyafetler, aksesuarlar da karakterlerin iç dünyasını yansıtan şekilde senaryoyla bütünleşmiş. Kısacası akışa ters düşen bir durum yok. Göbeklitepe ve Nemrut dağı gibi önemli tarihi mekânlarımızın böyle bir senaryoyla ele alınması ve dünyaya açılması da çok iyi olmuş.

Senaryo açısından ise alıştığımız televizyon dizilerinin dışında bir yerde, kendinizi mistik bir hikayenin içinde buluyorsunuz. Her bölüm ayrı konu ayrı heyecan formatında bir dizi değil, bölümlerde birbirleriyle bağlantılı olay örgüsü mevcut. Dikkat çekiyor, merak ettiriyor, bir sonraki bölümü heyecanla bekliyorsunuz. Hızla gelişen olaylar sıkılmaya imkân vermiyor evet, ancak gereğinden hızlı geliştiği söylenebilir. Karakterler olayların akışında öyle bir savruluyorlar ki, oturup düşünme, kendilerini sorgulama imkanları bile olmuyor. Adeta bir oyunda sanal karakterler misali karşılarına çıkan engelleri aşmak zorundalar. Tabii ki böyle bir durumda seyirciye de düşünme payı verilmiyor. Biz de karakterlerle birlikte bölümden bölüme savrulup gidiyoruz.

Tek tek karakterlere baktığımızda ise Atiye, İstanbul’da ailesinden ayrı yaşayan sergilerde tabloları daha ilk günden satılan bir sanatçı, ancak bu kadar güçlü bir karakterin bu zamana kadar çizdiği o sembolü araştırmaması ya da neden çizdiğini kendine sormaması bir boşluk. Mesela biz dizinin hiçbir bölümünde Atiye’nin o sembolü ne düşünerek çizdiğini, onun için ne anlama geldiğini bilemiyoruz. Çiziyor işte Atiye… Sevgilisi Ozan (Metin Akdülger) ile ilişkisi de donanımlı bir ressam için biraz sığ. Tüm gücünü iş adamı olan babası Serdar Bey’den (Tim Seyfi) alan Ozan, Atiye gibi bir karakter için pasif. Atiye ve Ozan ilişkisinde daha çok kadının egemen olduğu bir ilişki tipini görüyoruz, kadının gücünü görüyoruz. Atiye, Ozan’ı nikah günü bırakıp Erhan’la geçmişini araştırmak için kaçsa bile Ozan hala Atiye’yi severek bekliyor ve yeniden bir araya gelmek için yalvarıyor.

Ozan karakterine baktığımızda ise babasının gölgesinde hayatını şekillendiren, çocukluğunda yaşadığı buhranları hala yanında sürükleyen bir genç. Babasına karşı gelemiyor, şiddet görüyor. Öyle ki şiddet görürken bile ceza olarak o acıyı tatması gerektiği babası tarafından Ozan’a aşılanmış. İşte burada Atiye gibi sanatla iç içe, kültürlü, donanımlı bir karakterin nasıl Ozan gibi sığ bir karaktere aşık olup evlilik aşamasına geldiğini sorguluyoruz. Bir flash-back ile verilen Atiye ve Ozan’ın ilişkilerinden bir kesit ise Atiye’nin böyle bir şiddeti nasıl kabul ettiğini ve ilişkisine nasıl devam ettiğini bir kere daha sorgulatıyor bize…

Erhan karakteri ise sade yaşayan, mesleğine tutkuyla bağlı genç bir arkeolog. Babası Göbeklitepe kazısında daha önce çalışmış ve bulduklarından dolayı bir cinayete kurban gitmiş. Babasını öldürenler halen bulduklarının peşinde ancak Erhan bunu Atiye’nin hayatına girmesiyle çözüyor. Erhan karakteri iç dünyasındaki çıkmazlara rağmen iyi olmaya kodlanmış ve bazı gizemleri çözmek için çabalıyor. Bu anlamda da Atiye’nin her zaman yanında. Karakterin canlandırılmasında tabii ki Mehmet Günsür’ün mükemmel oyunculuğunun etkisini söylemeden geçemeyeceğim.

Dizide iki karakter, mücadeleleri ve iç dünyasında kendileriyle savaşmalarıyla dikkat çekiyor. Atiye’nin annesi Serap (Başak Köklükaya) ve üvey kardeşi Cansu (Melisa Şenolsun). Bu iki karakteri izlerken bir nebze de olsa derinlik bulabiliyoruz. Çünkü verecekleri bir takım kararlar, başkalarının hayatlarını etkileyecek ve o konuda iyi düşünmeleri gerekiyor. Bu iki karakteri izlerken duygusal yoğunluğu hissediyoruz; çaresizliği, çıkmazlığı…

Dizide olayların akışında bir başka sorun daha dikkatimizi çekiyor; karakteri hissettirme, karakteri benimsetme. Olayların akışı boyunca düşünürsek eğer hiçbir karakteri benimseyemiyoruz çünkü karakterler o kadar mekanikleşmiş ki anın derinliğini hissettirmeden gizemi çözme çabasındalar. Mesela dizi biter, aklımızda karakterler kalır ancak Atiye dizisinde böyle bir durum söz konusu değil.

Dizi de mantık hatalarına da rastlıyoruz. En dikkatimi çeken sahne, Atiye mağarada mahsur kaldığında kazı ve kurtarma operasyonu sırasında iş adamı Serdar Bey’in müdahale ettiği sahne. Devlet birimlerinin yönettiği ve tarihi bir yapının olduğu alanda tek başına bir iş adamının sözünün dinlenilmesi ne kadar mantıklı? Hele ki alanın dinamitle patlatılmasını asla anlayabilmiş değilim. Biraz daha araştırma yapılarak çekilebilirdi o sahne. Gerçek hayatta işlerin bu şekilde ilerlemediği kesin.

Bir başka mantık hatası da Serdar Bey’in Cansu’yu öldürdüğü sahnede kamerayı ardında bırakması. Bu kadar zeki ve güçlü görünen bir karakterin böyle işini şansa bırakması tabii ki beklenemez. Olayları bir noktada çözmek için zorlama senaryolar gibi geldi bana. Serdar Bey, kamerayı silse de görüntülerin geri getirilebileceğini düşünemiyormuş demek ki, ama kazıyı yönetebiliyor. Boşluklar, boşluklar…

Son olarak, ilk bölüme dönersek eğer; farklı tarzda kurgulanmış bir dizinin ilk bölümünün yayınlanmasından sonra sadece Atiye ve Ozan’ın malum sahnesiyle anılmasına da bence gerek yoktu. Bir dizi bu tarz sahnelerle konuşulmamalı; hele ki ilk bölümünden... Seyircinin dikkatini bu şekilde çekmeye çalışmak çok da başarılı bir hareket değil.

Artısıyla eksisiyle Atiye’nin ilk sezonu bitti, bakalım 2. sezonda bizi neler bekliyor?

Bekleyip görelim…

Sevgiler,

Yazının devamı...

Oscar 2020 Yaklaşırken…

Sinema dünyasının en prestijli ödülleri olan Akademi Ödülleri, bilinen adıyla Oscar Ödülleri bu yıl 92. kez sahiplerini bulacak.

Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından ilk kez 1929 yılında Los Angeles’ta düzenlenen Oscar Ödülleri, bu sene 9 Şubat’ta düzenlenecek.

Bu yıl da geçen yıl olduğu gibi sunucusuz gerçekleştirileceği duyurulan ödül töreni, yine ilgi odağı olacağa benziyor. Geçen sene 30 yıllık geleneği bozarak Oscar Ödül Töreni’ni sunucusuz gerçekleştiren Akademi, bu yıl da aynı kararı verdi.

Oscar 2020’nin kategori adayları da açıklanmışken, biraz filmlere değinelim. Bu yazımda sizlerle favorim olan 5 filmi paylaşacağım.

Daha önceki yazımda da bahsettiğim üzere benim favori filmim tabii ki ‘Joker’. Batman’in ezeli rakibi Joker’in nasıl ‘Joker’ olduğunu izlediğimiz film, listede birden fazla kategoride Oscar’a aday; En iyi erkek oyuncu, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi sinematografi, en iyi kurgu, en iyi kostüm tasarımı, en iyi ses miksajı, en iyi ses kurgusu, en iyi film müziği, en iyi, en iyi, en iyi…

Daha önce Joker filmini kaleme aldığım yazımda filme hayranlığımı dile getirmiş ve ödülün hiç beklemeden filmin başrol oyuncusu Joaquin Phoenix’e ve tabii ki filmin yönetmeni Todd Phillips’e gönderilebileceğini yazmıştım. Kusursuz sinematografisi, seyirciyi kendi iç dünyasına döndüren, kendini sorgulamasını sağlayan ve beklenmedik olaylar, merak öğesi gibi unsurların filmin olay örgüsüne doğru bir şekilde yerleştirilerek, seyircinin algısının film boyunca diri tutulduğu senaryosuyla takdire şayan bir film.

Oscar 2020’nin diğer aday filmi, ‘The Irishman’. Yönetmenliğini Martin Scorsese yaptığı, Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci’nin başrolleri paylaştığı film, bir başyapıt olarak değerlendirilme niteliğinde… Film Oscar ödüllerinde birden fazla kategoride aday; en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi kurgu, en iyi sinematografi, en iyi kostüm tasarımı ve en iyi görsel efekt… Biyografik suç türünde olan filmde II. Dünya Savaşı’nın emektar askerlerinden Frank Sheeran’ın yıllarca çalıştığı suç örgütü Bufalino ve Sheeran’ın uğruna tetikçilik yaptığı ünlü isimler anlatılıyor. Tabir-i caizse babaların buluştuğu The Irishman, 2019’a damgasını vurduğu gibi Oscar 2020’de de bayağı ses getireceğe benziyor.

Diğer bir aday film ise, Noah Baumbach’ın son filmi Marriage Story. Scarlett Johansson ve Adam Driver’ın kusursuz oyunculuk performansını izlediğimiz film, Oscar 2020’de en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu, en iyi film ve en iyi film müziği kategorilerinde aday. Evli bir çiftin New York’tan Los Angeles’a kadar uzanan boşanma hikayesini konu alan filmin farklı kategorilerde ödül alması olası ancak Laura Dern’in en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında ödül alması şaşırtıcı olmaz.

Oscar 2020’de aday olan diğer favori filmim ise, bir dönem filmi olan Once Upon A Time in Hollywood. Quentin Tarantino’nun hayranlık uyandıran yönetmenliğini, Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio’nun oyunculuğuyla izlediğinizi düşünün… İşte bu film öyle bir film… 1969 yazında Los Angeles'ta geçen filmde, popüler bir dizide oynamış bir erkek TV aktörünün film sektörüne girmeye çalışması anlatılıyor. Aktörün yakın arkadaşı, aynı zamanda da dublörü de aynı şeyi amaçlıyor. Film olay örgüsü içerisinde Sharon Tate'in ve dört arkadaşının Charles Manson'un müritleri tarafından korkunç bir cinayete kurban gitmeleriyle ilerliyor. Once Upon A Time in Hollywood, Oscar 2020’de; en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi ses miksajı, en iyi sinematografi, en iyi kostüm tasarımı ve en iyi ses kurgusu kategorilerinde ödüle aday.

Ford V Ferrari filmi de Oscar 2020'de bir diğer favori filmim. James Mangold yönetmenliğinde, başrolde Matt Damon, Christian Bale, Caitriona Balfe izlediğimiz filmde, 1966 yılında düzenlenen Le Mans 24 Saat Yarışı’nın gerçek hikayesi konu alınıyor. Otomotiv vizyoneri Carroll Shelby (Matt Damon) ve İngiliz şoförü Ken Miles’ın (Christian Bale) başını çektiği ekibin, uzun yıllardır pistlere egemen olan Ferrari’yi Fransa’da düzenlenen 1966 Le Mans Dünya Şampiyonası’nda alt etmek üzere harekete geçmelerini anlatıyor. Film, Oscar 2020’de en iyi film, en iyi kurgu, en iyi ses miksajı ve en iyi ses kurgusu dalında aday; Matt Damon’ın ise en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterilmemesi şaşırttı.

Oscar 2020 bakalım nasıl sonuçlanacak, bekleyip görelim.

Sevgiler,

Yazının devamı...

'Prenses' Margaret

Sevgili okurlarım,

Bu yazımda hepimizin merakla ve ilgiyle izlediği Netflix’te yayınlanan Crown dizisinin son bölümünü kaleme almak istiyorum. İngiliz kraliyet ailesini konu alan ve neredeyse her ferdinin hayatına değinen ama tabii ki kraliçe merkezli ilerleyen bir senaryoya sahip. Birden fazla yönetmen tarafından çekilen dizinin daha önce yayınlanan 2 sezonunu soluksuz izledik, 3. sezon ne zaman yayınlanacak derken, yayınlandı, izledik, bitti bile…

Dizinin senaristi Peter Morgan, Kraliçe Elizabeth ile görüşmeler yaparak olay örgüsünü şekillendiriyor. Yani dizide bahsedilenlerin tümü gerçek olaylardan alıntılar. Senaryo ise Benjamin Caron, Christian Schwochow, Jessica Hobbs ve Sam Donovan yönetmenliğinde kusursuz bir şekilde ekrana aktarılıyor. Çekimler muhteşem, oranın dibi kadrajlar yok artık dedirtiyor, oyunculuklara zaten diyecek laf yok.

Filmin karakterleri senaryodaki olayların içinde olması gerektiği gibi konumlandırılıyor. Kraliçe Elizabeth (Olivia Colman), Prens Philip (Tobias Menzies), kraliçenin annesi Elizabeth Bowes (Marion Bailey) gibi tüm ana karakterlerin olayların akışına kendilerini kaptırmış sakin ve kontrollü hallerini izlerken, bir karakter düzensiz yaşantısı, başarısız evliliği ve başına buyruk davranışlarıyla dikkat çekiyor; Kraliçe Elizabeth’in kardeşi Prenses Margaret (Helena Bonham Carter)…

Oldu olası Kraliçe Elizabeth’e özenen ancak Elizabeth’in düzenli, naif ve kontrollü karakterinin tam tersi hırçın, başına buyruk davranışları ve başarısız özel hayatıyla Prenses Margaret’ı 3. sezonun son bölümünde buhranlarıyla izliyoruz. Aslında toplumsal sorunumuz olan bir durum da bu bölümde açığa çıkıyor ve ırk, kültür ve ülke fark etmeksizin kadının bu olumsuz durumu her coğrafyada yaşayabildiğiyle yüzleşiyoruz.

Neden Hep Onu Savunuyorsunuz?

Prenses Margaret, eşi Antony Armstrong (Ben Daniels) tarafından sürekli aşağılanıyor, aldatılıyor ve aldatıldığı da gizli saklı değil, bilerek eşi tarafından yüzüne vuruluyor. Yani şiddetin farklı bir yönü. Kocası yani kraliyet damadı, sevgilisiyle rahat rahat farklı bir evde görüşüyor, vakit geçiriyor. Margaret ise sarayda hep yalnız, buhran içinde...

Kendi doğum gününde bir yemek veriyor, ailesi ve tüm yakınlarını sarayında ağırlıyor ve tabii ki kocası bu yemekte de yok. Margaret bu yemekte ailesine kocasının kendisini aldattığını, kendi doğum gününde burada olması gerekirken başka bir kadınla olduğunu söylüyor. Yaşadığı bu hakaretten dolayı da kraliyet ailesi olarak ona bir yaptırım uygulanmasını, cezalandırılmasını ve kraliyet mülklerine girişinin yasaklanmasını istiyor, ‘onun canını yakın’ diyor. İşte burada ailesinin Prenses Margaret’a karşı tavrında toplumsal yaramıza parmak basılıyor. Margaret ailesinden destek göreceği yerde kraliyette boşanma olmayacağı ve hoş karşılanmayacağı için ailesinin kocasını övücü, kendisini suçlayıcı tavrıyla karşı karşıya kalıyor. Ciddiye alınmıyor, hırçın karakteri ve başına buyruk halleri sebep gösteriliyor, yani erkeğin aldatmasının faturası kadına kesiliyor ve ailesi tarafından üstü örtülmeye çalışılıyor. Bu aşılması gereken düşünce maalesef bizim toplumumuzun da kanayan yarası; kadınlarımız halen ailelerine sığınsalar da birtakım normlar ve mahalle baskısı nedeniyle destek göremeyebiliyorlar. Çünkü boşanmak halen bazı kesimler için kabul edilebilir değil. Kişinin karakteri ne olursa olsun ihanet normalleştirilemez. Bu şiddetin farklı bir yönü, illa fiziksel olması gerekmez. Margaret ailesinden destek göremeyeceğini anlıyor ve ‘neden hep onu savunuyorsunuz’ diyerek masayı terk ediyor. Margaret masayı terk ettikten sonra arkasından söylenenler ise içler acısı; ‘yemek soğumadan yiyelim, birazdan kendine gelir.’

Bunların üstüne Margaret, bir arkadaşıyla telefonda dertleşiyor. Ailesinin dinlemediği Margaret’ı arkadaşı dinleyerek yanına çağırıyor ve Margaret kafasını dağıtmak için gidiyor. Uzak bir yere, uzun bir tatile gidiyorlar ve arkadaşlarıyla keyifli halleri basına sızıyor ve işte bu noktada başka bir toplumsal sorunla yüzleşiyoruz. Margaret’ı aldatan ve aşağılayan kocası bu görüntüleri görünce kıskançlık krizine giriyor ve saraya dönüyor. Margaret’ın evliliğin sadece kendisi için çizdiği sınırların dışına çıkması kocasını çılgına çeviriyor ve ona hesap soruyor, kendisinin yaptıklarının hesabını vermeden! Margaret boşanmak istediğini söylediğinde de ‘seni mahvederim’ diyerek onu hırpalıyor.

Dizinin bu bölümünde son dönemlerde daha da çoğalan ve sürekli duyduğumuz kadına şiddetin farklı bir şekliyle karşılaşıyoruz. Millet, kültür ve ülke fark etmeksizin aynı durum farklı coğrafyalarda da yaşanabiliyor; yalnız ve ailesinden destek göremeyen bir kadın. Eşitlikçi yaklaşımla şiddetin bu farklı yönünün de önüne geçilmeli.

Unutmayalım; değişmek ve değiştirmek bizim elimizde…

Sevgiler,

Yazının devamı...

Sinemanın Mabetleri...

Teknolojinin gelişmesi ve yeni medyanın hayatımıza girmesiyle film izleme biçimlerimiz de değişikliklere uğradı. Çağın getirdikleriyle mobil izleyiciler haline geldik ve film izleme şekillerimiz bireyselleşti. Durum böyle olunca yeni nesil sinema salonları da beyaz perde tutkunlarının uğrak noktaları haline gelmeyi sürdürmek için bir takım değişikliklere gittiler; daha rahat koltuklar, daha ferah bir ortam, koltuk arası mesafelerin genişlemesi, çift kişilik koltuklar, yataklı sinema salonları… Hâlbuki eskiden böyle miydi? Beyaz perde tutkuydu ve o büyük sinema salonlarında aynı duyguyla aynı heyecanla bir filmi izlemek, birlikte gerilmek, birlikte üzülmek sinemaseverler için vazgeçilmezdi. Salonlar günümüzdeki gibi rahat, konforlu ve fonksiyonel olmasa da bir filmi o ruhu ve dokusu olan büyük sinema salonlarında izlemek bambaşka bir keyifti. Tabii ki onlar da her şey gibi zamana karşı koyamadılar. Gerek koşullar gerek çağın getirdikleri, birçok film festivaline ev sahipliği yapan, izleyicileri dünyanın dört bir yanından filmlerle buluşturan o unutulmaz sinema salonlarını bir bir sessizliğe gömdü. O salonlar adeta sinemanın ölümsüz mabetleriydi…

Emek Sineması


1924’te Melek Sineması olarak açılan Emek Sineması, Cercle d’Orient (Serkildoryan) binasının içerisinde yer alan İstanbul’un en büyük ve en görkemli sinema salonuydu. 1930’ların sonunda bina Emek Sineması adını aldı. Bu isim binanın Emekli Sandığı’na ait olmasından geliyordu. Emek Sineması, o dönemde İstanbul’un en iyi ses sistemine sahip sineması olarak anılıyordu ve sinemaseverleri beyaz perdeyle buluşturduğu süre içerisinde de İstanbul Film Festivali’nin ana salonu, Filmekimi’nin ise tek salonu oldu. Ancak sonu varlığı boyunca olduğu gibi ihtişamlı olmadı. Emek Sineması, tüm tartışmalara rağmen yine bir festival zamanında yıkıldı. Ancak günümüzde eski yapının yerine yapılan AVM’nin üst katında aynı isimle minyatür bir kopyası bulunuyor; aynı ruh ve doku asla değil.

Melek Sineması


Melek Sineması, aslında Emek Sineması’nın 1930’larda açıldığı ilk adıydı. Sonrasında 1954’te açılan sinema, girişindeki aynalar nedeniyle Aynalı Sinema olarak da biliniyordu. 1960’lar boyunca yalnızca filmlere değil, yurt dışından gelen ünlü şarkıcıları da ağırladı. Salon, çok uzun yıllar boyunca sadece sinema olarak değil, gece kulübü ya da eğlence merkezi olarak da kullanıldı. 2004 yılında el değiştirerek yeniden sinema salonlarına dönüldü ve Yeni Melek Gösteri Merkezi adını aldı. 2009 yılında İstanbul Film Festivali’nin sadece salonlarından biri değil, festival merkezi de oldu. Yeni Melek Gösteri Merkezi, 2014 yılında kültür merkezine dönüştürülmek üzere kapandı ancak olmadı. Melek Sineması ilk haliyle şu şekilde anılıyordu: ‘Salonundaki iki melek figürüyle İstanbul’un en güzel sinemalarından biriydi…’

Saray Sineması


1930’lu yıllarda İstiklal Caddesi’nin ortasında açılan İstanbul’un en eski sinemalarından olan Saray Sineması, geniş fuaye alanı ve salonlarıyla çok sayıda filme ve film galalarına ev sahipliği yaptı. 1913 yılında ilk kez Luxemburg sineması olarak açılan yapı, sonrasında Gloria ve en sonunda da Saray Sineması olarak değişti. 1980’lerin ortalarına kadar yaklaşık 70 yıl boyunca sinemaseverleri ağırladı. Uzun yıllar boyunca etrafı çevrelenerek kaderine terk edilen Saray Sineması, sonrasında sessiz sedasız yıkıldı. İstanbul’un ve sinemanın tarihi de bu enkazın altında kaldı.

Sinepop Sineması


Koşullar ve çağın getirdiklerine direnemeyerek kapanan bir sinema mabedi de Beyoğlu Sinepop Sineması’dır. Emek Sineması’nın hemen karşısında yer alan sinema salonu, 1943 yılında Yeni Ar Sineması olarak kuruldu. Daha çok kovboy, Japon kökenli korku ve Tarzan filmlerinin gösterildiği Yeni Ar sinemasının adı daha sonra Sinepop olarak değişti. Bu değişimle Türkiye’de sinemanın modernleşmedeki öncülüğü de yapılmış oldu. 2012 yılına kadar sinemaseverleri ağırlayan Sinepop sineması, koşullara daha fazla dayanamayarak kapandı.

Şafak Sineması


1966 yılında Çemberlitaş’ta açılan Şafak Sineması da perdelerini indiren sinema salonlarından biri… 1960’ların diğer önemli sinema salonları gibi tek bir büyük salon olarak açılan Şafak Sineması, 1350 kişilik kapasiteye sahipti. Türkiye’nin ilk cep sinemalarından olan Şafak Sineması’nda ilk bölünme 1989’da başladı. Mevcut büyük salon 1990 yılında dört ayrı salona bölündü. Sonrasında da yeniden bir bölünme yaşanarak salon sayıları çoğaltıldı. 1997 yılında başlayan AVM yapılaşmasından en çok etkilenen sinemalardan biri olan yapı, Türkiye’nin dönüşümüyle ilgili de önemli bir örnek. Nüfusun göç vb. olgularla artması ve mağazalara, otellere ve restoranlara ihtiyaç duyulması, İstanbul’un tarihi mirası açısından önemli yerleşim yerlerinin de çağa ayak uyduramamasına neden oldu. İşte Şafak Sineması da kapanan bu mabetlerden biri…

Sevgiler...

Yazının devamı...

Joker'e 10 Üzerinden 10

Sevgili okurlarım,

Bu haftaki yazımda vizyona girdiği günden itibaren sinema salonlarını dolduran ‘Joker’ filmini kaleme almak istedim.

Batman’in ezeli rakibi Joker’in nasıl ‘Joker’ olduğunu izlediğimiz filmde öncelikle mükemmel oyunculuğuyla Arthur (Joker) karakterine hayat veren Joaquin Phoenix’e değinmek isterim. Bu yıl ‘En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ının sahibi şimdiden belli. Sinemaseverler diğer filmlerdeki adaylarla boşuna kafalarını karıştırmasın derim ben! Hatta ödül hemen Phoenix’e bekletmeden gönderilebilir; gerçekten oyunculuğuna, o karakteri canlandırmadaki başarısına söylenecek söz yok. Filmi güzelleştiren, izleten, karakterin hakkını her zerresiyle veren Joaquin Phoenix kesinlikle ayakta alkışı hak ediyor! Tabii ki filmin yönetmeni Todd Philips de…

Filme dönersek eğer;

Arthur (Joker), yaşlı annesiyle tek başına yaşayan ve annesinden başka kimsesi olmayan bir palyaço. Evet, hayatını palyaçoluk yaparak yani aslında insanları güldürerek kazanan bir kişi. Aslında Arthur’un trajedilerle dolu yaşantısına zıt bir durum. Çünkü Arthur’un hayatında gerçekten güleceği hiçbir şey yok. Karakter olarak bakıldığında aslında özünde iyi ve sakin bir yapısı var. Annesine düşkün, onu yıkıyor, bakımını eksik etmiyor, annesini yatağına danslarla götürüyor, yani aslında bildiğimiz iyi bir insan. Annesi hasta olmasına rağmen ev düzenli ve temiz. Bunu banyoda annesini itinayla yıkarken banyonun düzeninden de anlıyoruz. Aslında bu böyle bir karakter için beklenmedik bir detay ama dedik ya aslında özünde iyi ve düzgün yaşamaya kodlanmış bir insan. Filmin ilk sekansında biz aslında Joker’in nasıl ‘Joker’ olduğunu anlıyoruz. Hayatın zaten başından beri üstüne geldiği Arthur’un, filmin başında yaşadığı ilk olayla aslında devamını az çok çözüyoruz. Ezilen insanların sesi ve simgesi olarak doğan Joker karakteri aslında filmin bütününde de izlediğimiz üzere iyi bir insanken kötülüğe zorlanmasıyla bildiğimiz haline dönüşüyor. Bunlar olurken Joker’in meşhur gülüşüne her defasında rastlıyoruz. Arthur, her olay karşısında her ezilmesinde bu gülüşü patlatıyor! Bütün yıkıntılarını, psikolojik devinimlerini aslında bu gülüşüyle kapatıyor.

Filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar Arthur’un başına gelen trajedileri, acıları, kendiyle hesaplaşmalarını, toplumla savaşmasını, var olmaya çalışırken aslında yok olmak da istediğini gözümüzü kırpmadan izliyoruz. Beklenmedik olaylar algımızı filmin en başından sonuna kadar diri tutuyor. Adeta gerim gerim neler olacağını bekliyoruz. Filmde toplumsal mesaj da çok fazla yer alıyor. Bütün film boyunca ezilen, fakir ve iyi halkın toplumda yerinin olmadığının, sesini çıkarmayanların hep zarar gördüğünün aslında böyle olmaması gerektiğinin defalarca vurgulandığını görüyoruz.

Beklenmedik Olaylar ve Merak Ögesi Bizi Adeta Filme Kilitliyor

Filmde ilk sahneden itibaren ardı ardına gelişen olaylar, hiç aklımıza gelmeyecek şekilde olayların seyrinin başka yöne kayması bizi adeta filme kilitliyor. Bu açıdan oldukça başarılı. Beklenmedik olayların senaryoda yer alması her zaman iyidir. Seyircinin algısını diri tutar, filmden koparmaz. Başarılı kullanıldığı takdirde tabii… İşte ‘Joker’ de bu başarılı örneklerden diyebiliriz. Merak içinde bir sahneyi izlerken şaşkınlık içinde olayın başka bir yöne gittiğini görüyor ve ‘yok artık’ diyebiliyorsunuz.

Filmdeki Simgesel Anlatımlar Şahane

Filmde simgesel anlatımlar başarılı bir şekilde kullanılmış. Arthur’un ‘Joker’ karakterine dönüşmesinde yaşadığı binanın katındaki koridor, karaktere dönüşmesinde bir geçiş olarak kullanılmış. O koridordan her geçişinde Arthur’un Joker karakterine bir adım daha yaklaştığını görüyoruz.

Tren sahnesinde Arthur’a saldıran kişilerden biri Arthur’un başındaki palyaço peruğunu çıkarıp kendi kafasına takarak onunla dalga geçiyor. Burada Arthur o meşhur ‘Joker’ gülüşünü yapmaya devam ediyor. Aslında renkli, insanları güldürmek için var olan palyaço peruğu Arthur’un kafasından çıktığında biz artık karakterin eskisi gibi olmayacağını anlıyoruz. O peruğun çıkması aslında filmde diğer olacakların habercisi bir simge ve Joker o peruğu bir daha hiç takmıyor!

Annesinden babasının o dönemdeki belediye başkanı (Thomas Wayne) olduğunu öğrenen Arthur, babasıyla yüzleşmek için bir müzikale (babasının da katıldığı müzikal) servis sorumlusu kıyafeti çalarak giriyor. Müzikal salonunun tuvaletinde babasının yanına giderken servis sorumlusu kıyafetini çıkarıp bir kenara bırakması bütün gerçekliği ve yalandan uzak haliyle babasının karşısına çıkmak istemesini bize aktarıyor. Ancak bütün gerçekliğiyle karşısına çıktığı babasından babası olmadığını duyuyor ve evlatlık olduğu ihtimaliyle yüzleşiyor. Biliyorsunuz ki, Thomas Wayne, Batman (Bruce Wayne)’in babası ve serinin devamındaki nedenleri az çok tahmin edebiliyoruz.

Annesinin bir dönem akıl hastanesinde kaldığını ve çocukluğunda ona şiddet uyguladığını öğrenen Arthur, annesinin gençliğinde tedavi gördüğü akıl hastanesine raporları görmek için gidiyor. Burada arşiv yetkilisiyle tel örgülerin arasından konuşması ve ikna etmeye çalışması bize kendi hayatını öğrenmek istemesinde dahi zorluklarla karşılaşmasını gösteriyor. Tel örgünün arkasındaki çabası, hayatı kolay olmayan Arthur’un hayatının bilinmeyenlerini öğrenme yolundaki zorluklarını seyirciye çok başarılı aktarıyor. Dosyayı ele geçirip okurken kameranın üst açıdan Arthur’u görmesi de sıkışmışlığını, çaresizliğini, hayal kırıklıklarını en iyi şekilde bize hissettiriyor.

Arthur’un annesinin kendisine yaptıklarının doğru olduğunu öğrendikten sonra hoşlandığı kadının evine gitmesi ve orada koltuğun üstündeki mavi gitar, Arthur’un çocukluğuyla yüzleşmesindeki en doğru simge. Arthur gitara dokunuyor, koltuğa dokunuyor, bir annenin düzenine dokunuyor. Hoşlandığı kadın da bir anne ve işte burada bir kırılma noktası yaşanıyor. Arthur’a hoşlandığı kadın, küçük kızının evde olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyor. İşte tam da burada Arthur çocukluğuyla yüzleşiyor. Annesinin sevgililerinin kendisini darp ettiğini ve annesinin buna seyirci kaldığını hastane raporlarından okumuştu çünkü…

Asıl can alıcı sahne ise tabii ki Joker karakterinin doğuşu olarak adlandırabileceğimiz finale yaklaşan sahne. Arthur katıldığı komedi programında işlediği cinayetleri itiraf edip sunucuyu (Robert De Niro) öldürdükten sonra artık afişe oluyor. Aynı zamanda da ezilenlerin sesi olarak toplumda bir simge haline geliyor. Her yer yeşil peruklu palyaço maskesiyle dolaşan ve belediye başkanının yaptığı ezici konuşmalara başkaldıran kişilerle dolu. Arthur, polis aracında giderken tüm bu olanları meşhur kahkahasını atarak izliyor ve o esnada bir ambulans polis arabasına çarpıyor. Polisler ve Arthur yaralanıyor. Arthur’u baygın bir şekilde bulan yandaşları onun arabanın içinden çıkarıp polis arabasının üzerine yatırıyorlar ve ‘kalk’ diye bağırmaya başlıyorlar. Bir süre sonra Arthur uyanarak arabanın üzerinde ayağa kalkıyor. Burada Joker’in doğuşunu izliyoruz. Gözlerinde hüzün, yüzü ve ağzı kanlar içinde… Ve parmaklarını dudaklarına götürerek eliyle yaptığı palyaço gülümsemesini yapıyor. Burada Joker’i üst açıdan görüyoruz; psikolojik durumunu, sıkışmışlığını, aslında olmak istediği değil de olmak istemediğine zorlandığını hissediyoruz. Müthiş bir sahne!

Filmde bu şekilde çözümlenmesi gereken çok sahne var ancak yazıyı daha da uzatıp sizi sıkmam istemem. Bir kapı kilidinin Joker’in vicdanını temsil ettiği sahne de başka bir nefis sahne mesela! Evine başsağlığına gelen eski iş arkadaşlarından bir tanesini (kendisini arkasından vuranı ve kovulmasına neden olanı) diğer iş arkadaşının (cüce olanın) yanında öldürmesi ve cücenin korku içinde kapıya koşması ve o andaki asma kilide boyunun yetişmeyip dışarı çıkamaması ve korkuyla Joker’den kapıyı açmasını rica etmesi, hepimizin merakla izlediği bir sahne. Joker, kilidi açacakken bir anda duruyor, biz de merakla bekliyoruz tabii ve cüceye ‘Sen bana hiç kötü davranmadın’ diyerek başından öpüyor ve kilidi açıp onu gönderiyor.

Neyse daha fazla uzatmayayım. Filmi henüz izlemeyenler, halen vizyondayken kaçırmayın derim ben!

Sevgiler…

Yazının devamı...

Marslı

Geçtiğimiz günlerde daha önce çok severek izlediğim Marslı filmini yeniden izlemek üzere TV karşısına geçtim. Evet, film izlemeyi toplum olarak seviyoruz. Senaryoya dökülen hikayeler, beyaz perdeye aktarılan çekimlerle bize aksiyon, gerilim, trajedi ve romantik unsurlar olarak geri dönüyor. O duyguyu seviyoruz; kendimizi filme kaptırmayı, hüzünlenmeyi ya da gerilmeyi çok seviyoruz. Filmi beğendiysek üzerinde en fazla 10 dakika konuşuyoruz, beğenmediysek eğer ‘kötüydü’ deyip geçiyoruz.

Peki, bir film çekilirken, aşama aşama hiç düşünüyor muyuz? Bir film özellikle de niş bir konu ise eğer hangi aşamalardan geçiyor ve bu aşamalarda ne tür bilgiler edinilip ne şekilde bir prodüksiyon oluşturuluyor?

Marslı filmine dönersek yeniden…

2015 yılında vizyona giren, başrolünde Matt Damon’ın oynadığı film… Bakıldığında klasik bir uzay filmi gibi görünse de aslında detaylarda yeni bilgiler edindiğimiz ‘vay be’ dediğimiz içerikler barındıran bir film. Çekimlere zaten laf yok, muhteşem! Harika bir prodüksiyon, mükemmel oyunculuklar. Peki, siz hiç su olmayan bir yerde patates yetiştirildiğini hayal ettiniz mi? Ya da bir gezegende insan vücudunda açılan yaraların nedenlerini düşündünüz mü? İşte bu film yapım öncesi süreçlerde bunun gibi birçok konuyu araştırmakla geçiyor. Belki de çok beğendiğimiz ya da beğenmeyip üzerinde durmadığımız filmlerin yapım öncesi aşamasında neler öğreniliyor neler haberimiz yok.

Mars’ta Su Üretip Patates Yetiştirmek

Filmin ana karakteri Mark Watney, NASA’da çalışan bir uzay bilimci ve aynı zamanda da botanik bilimci. Mars’ta çıkan bir fırtına sonucu erken dönmeleri gerekiyor ve bir kaza sonucu Mark yaralanarak Mars’ta tek başına kalıyor. Uzay aracının Mars’a geri dönmesi 3-4 yıl ve dolayısıyla da o zamana kadar hayatta kalmaya çalışmak zorunda. Mars yolcuğunda NASA tarafından yemek olarak patates seçiliyor ve Mark, yanlarındaki patateslerden yeniden patates üretip hayatta kalmaya çabalıyor. Tabii ki, Mars’ta su yok!

Mark işe önce su üretmekten başlıyor; senaryo da olsa insana bu durum çok da mutluluk verici gelmiyor mu sizce de? Mars’a iniş aracındaki hidrojenleri boşaltıp, katalizörden geçirip nitrojen ve hidrojen olarak ayırdıktan sonra, hidrojeni bir alana alıp yakıyor; tabii ki bunun yanında mekiğin içinde ne az ne de fazla oksijen olması lazım, yoksa patlama oluyor. Mark, kendi oksijenini hesaba katmadığı için ilk denemesi hüsranla sonuçlanıyor ve küçük bir patlama oluyor. Sonrasında kendi oksijeninin hidrojene gitmemesi için uzay kıyafetini giyip başına kaskını geçiriyor ve sonuç; başarılı. Mark, Mars’ta suyu üretti!

Patatesin yetişmesi için sıra gübreye geldi; Müracaat maalesef insan dışkısı…

Bunların sonunda 136 m2’lik bir tarlada Mars toprağının insan dışkısı ve hidrojen yakılarak elde edilen suyla birleşmesi sonucu patateslerin yaprakları çıkmaya başlıyor.

Bu patatesler Mark kurtarılana kadar onun hayatta kalmasını sağlıyor. İşte bunun gibi birçok sahne var filmde ve izlerken şaşırıp kalıyorsunuz.

Bizde ise uzay filmleri alüminyum folyo tarzında kıyafetlerden ve bir uzay aracı setinden ibaret… Mars’ta patates yetiştirmeyi düşünmüyorum bile! Tabii ki çok güzel filmler de var; hayran hayran izlediğimiz ve gurur duyduğumuz…

Ne diyelim; bu tarz filmlerde daha zamana ihtiyacımız var…

Marslılar kovalasın bizi!

Sevgiler...

Merve Yılmaz Çelik

Öğretim Görevlisi

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.