Tereddüt'ü Neden Sevdim?
Yazmayacaktım aslında. O da eleştirilmesinden pek hoşlanmıyor; canı sıkılıyor, kıyamıyor belli. Filmine değil de Elmas’a kıyamıyor, Şehnaz’a kıyamıyor sanki.
Başarılı Oyunculuklar ve Filme Duygusunu Veren Renk
Ama ben güzel şeyler söyleyeceğim. Ne kadar güzel rengi var filmin diyeceğim. O dalgalar nasıl kuvvetle, zincirlerini koparır gibi hırçınca vuruyor kayalıklara... Çığlık atar gibi; metafor güzel kullanılmış diyeceğim.
Oyuncuları öveceğim. Ecem Uzun nasıl oynamış öyle! En iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak etmiş... Funda Eryiğit rolünün üstesinden başarıyla gelmiş... Okan Yalabık, Serkan Keskin ve Sema Poyraz’ın doğal oyunculuğu karakterlere çok güzel hayat vermiş ve Mehmet Kurtuluş rolüne tam oturmuş diyeceğim.
Yönetmen de kırsalın acımasız yüzünü gösterirken yine Karadeniz’in doğasına sığınmış; ne iyi etmiş diye düşüneceğim.
Ama...
Çok acısı var Elmas’ın. Yüzleşirken daha da acıyor sanki. Yüzleşirken bile kendini haklı görmüyor gibi. Oldurmaya çalışıyor da olmuyor... Olmaması da kendi suçuymuş gibi...
Tereddüt Eden Kadınların Hikayesi
Tereddüt; Yeşim Ustaoğlu'nun 2016 yapımı uzun metraj filmi. Bir psikiyatristin görev için gittiği kasabada başka bir hikayesi olan Elmas'la yollarının kesişmesini anlatıyor. En çok Şehnaz’la Elmas’ın birbirine temas eden ama hesaplaşmalarında birbirinden beslenmeyen hikayelerini sevdim. Ayrı ayrı sevdim onları; filmde anlatıldığı gibi. Birinde geleneksel toplumun konumunu belirlediği kadını izlerken; diğerinde narsist bir adamın hayatında kendine bir yer bulamayan kadını izledim. Suçlu olmadıklarına inanmak için kendileriyle hesaplaşan, tereddüt eden kadınların hikayesi bu.
Bu iki hikaye ayrı ayrı o kadar etkileyici ki iki kadın aynı fırtınalı günde hayatlarının dönüm noktasını yaşıyorlar ve zincirlerinden kurtulmak için adım atıyorlar. Üstelik bu metafor farkettirilmeden, ince ince geçiriliyor gözümüzün önünden.
Tereddüt’te dört kadın var hikayesi olan. İkisi gözümüzün önünde; diğer ikisini başkalarından dinliyoruz. İkisinin kendi hayatlarıyla hesaplaşmasına tanık oluyoruz; diğer ikisini nasıl varsayıyorsak öyle... Beyin boşlukları doldurmaya başlıyor; “Ya öyleyse; ya böyle olduysa da öyle yaptıysa” diye. Yönetmen ses etmiyor; Elmas’ın hesaplaşmasıyla bizi başbaşa bırakıyor.
Önerir miyim?
Çok güzel film Tereddüt. Bittiğinde “Nasıl yani?” diye bakakalsam da perdeye; anlatacak daha neyi olabilirdi ki zaten? Hikayenin buraya kadar olanını bilmemizi istedi Elmas’la Şehnaz; bu kadarını anlattı Yeşim. Geri kalan hayatlarında ne olmuş? Beyin boşlukları dolduracak. Belki ona göre yollar çizilecek. Tereddütler bir kenara bırakılacak. Kiminin gidişi kiminin dönüşüne denk gelecek.
Tereddüt; En İyi Yönetmen, En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ödülleriyle döndü 53. Uluslararası Antalya Film Festivali'nden ve birçok festivalden de ödülle ayrıldı. Ne çok haketmiş dediğim filmlerden.
Mutlaka.
Ayla: The Daughter of War Filmi Önyargıları Yıktı mı?
Son günlerin belki de en çok konuşulan filmi Ayla. Daha vizyona girmeden hikayesinin tarihsel gerçekliği ve duygusallığıyla merakla bekleniyordu. Temelinde gerçek bir hikaye ve duygusallık olan filmlere üstesinden iyi gelinmiş bir film izleyip izleyemeyeceğimiz konusunda önyargılı yaklaştığımız doğru ancak yönetmen Can Ulkay ilk sahnelerden itibaren bu önyargıyı silmeyi başarıyor.
Çok tatlı, bir o kadar üzücü ve gerçek bir hikayesi var filmin. 1950’de Kore’ye destek amacıyla gönderilen Türk askerlerinden biri olan Süleyman’ın ayazda bir sürü cansız bedenin yanında hayatta kalmış beş yaşında Koreli bir kız çocuğunu bulup birliğine götürerek ona bakması ve bu süre içinde aralarında oluşan bağ anlatılıyor. Film için belgesel tadında diyenler olsa da bu doğru bir tanım değil; belgeseli Süleyman Bey ile Ayla’nın buluştukları yıl olan 2010’da çekilmiş.
Başarılı ve Abartısız Bir Senaryo
Öncelikle görüntü açısından filme on üzerinden on puan verdiğimi söylemeliyim. Her sahne temasıyla öyle uyumlu oluşturulmuş ki gelişiyle birlikte seyirciyi hemen içine alıyor. Bu yüzden Jean-Paul Seresin’e bir alkış.
Senaryoyu da bir o kadar sevdim. Bu tarz bir filmde çok klişe olabilecek cümlelerden uzak durmuş Yiğit Güralp. Karakterler de çok yerinde yaratılmış. Filmin küçük kahramanı Ayla’nın çocuk karakterine ağır gelecek yapay bir dram yüklenmemesi ve savaşın içinde esprili diliyle seyirciyi güldüren, umut dolu Ali karakteri sayesinde film melankolik bir dramdan olabildiğince uzak tutulmuş ki Ali Atay; Ali’yi en doğal haliyle oynayacak yegane oyuncu olarak filmin en doğru seçimi bence.
Tadında Bırakılmış Yan Hikayeler
Her filmin olmazsa olmazı aşk hikayesini görünce hayal kırıklığı hissetmedim değil. Hah! Dedim. Olmazsa olmazımız da geldi! Ama ilerleyen sahnelerde gördüm ki bu aşk hikayesi çok tadında bırakılmış; Ayla ile Süleyman’ın hikayesinin önüne geçmemiş. Rahatladım.
Filmde oturtamadığım hiçbir karakter, rolünün hakkını verememiş hiçbir oyuncu yok.
Süleyman’ın kızının önce kıskandığı için bu araştırmanın son bulmasını istediğini zannetsek de ilerleyen sahnelerde babasının ölümünden korktuğu için tepki gösterdiğini anlıyoruz ancak çözüm bölümü hızlıca geçtiği için bunu farketmekte zorlanabiliriz. Bunu anlatmak için bir cümleyle keskin bir geçiş yapılacağına odağı kaydırmadan daha yumuşak bir geçiş tercih edilebilirdi. Hatta belki de bu durum; üzerine birkaç sahne ayrılacak kadar önemli bir ayrıntı değildir.
Önerir miyim?
Ayla: The Daughter of War’ı izleyin. Her duyguya tadında yer verilen yerli filmlere hasret bir izleyici güruhu olarak en azından bu kadarını hakediyoruz. Bu film de hakediyor.
Umarım Ayla; 4 Mart 2018'de gerçekleşecek 90. Oscar Ödül Töreni'nde "yabancı dilde en iyi film" ödülü için yarışır.
Puanım: 8
İyi Seyirler...
Mother (Anne) Film Eleştirisi
Derdi olan filmleri sevmeye devam edelim; galiba Hollywood bizi duyuyor sevgili sinemaseverler.
Anne(Mother); daha gelmeden kendinden söz ettirmeye başlamıştı; bazı izleyenlerin filmden övgüyle bahsetmesi, Venedik Film Festivali'nde yuhalandığı haberleri, eleştirmenlerin filmi övenler ve yerenler olarak ikiye ayrılması merakımızı iyice güçlendirdi.
Aronofski Derdi Olduğunu Açıkça Belli Ediyor
Gerçi filmin hem yönetmenliğini hem de yazarlığını yapan Darren Aronofsky'nin Requiem For A Dream, Pi, Noah gibi filmlerini düşününce beni hayal kırıklığına uğratacak bir filmle karşılaşmayacağımı biliyordum. Aronofsky kesinlikle derdi olan bir yönetmen ve biz derdi olan yönetmenleri seviyoruz. Lars Von Trier’in her filminde kadınlarla olan savaşını izlediğimiz gibi Darren Aronofski’nin filmleri de dini ögelere göndermeler içeriyor.
Üretken döneminde olmayan bir şair ve fedakar eşinin izole bir şekilde yaşayıp giderken evi birden yabancıların istila etmesiyle annenin sıkışmışlığına tanık oluyoruz.
Dini Ögelerle Bezeli Bir Anlatım
Anne; sanatı ve yapılış şeklini eleştirmekten ziyade sanata bakış açısı ve tüketimine yönelik bir eleştiri. Toplumun sıkışmışlık, çaresizlik noktasında sanatın eksikliğini hissetmesini, ona mecbur olmasını ve bulduğunda da hunharca tüketmesini eleştiren bir film. Üstelik bu sanat metaforunun ardında dini ögeler gizli; evrenin yaradılışını sanat olarak betimlemek gibi.
İlk Kanı Döken Habil’le Kabil'in Hikayesi
İlk kanı döken Habil’le Kabil’in hikayesini izlerken orada olduğunu farkettiğimiz Adem ile Havva sayesinde anlıyoruz filmin aslında bütün hikayenin başlangıcını anlattığını. Fedakar eş üstüne basa basa oranın kocasının evi olduğunu söylese de kocasının tanıdık tanımadık herkesi “burası herkesin evi” diyerek içeriye alması sonucunda her şeyin karışması; aklımıza hemen yönetmenin 2014 yılında çektiği Noah (Nuh’un Gemisi) filmini getiriyor.
Aronofski; filmdeki şair’i, yani yazanı, oluşturanı Him diye isimlendirerek aslında baştan ipucu veriyor bize. Evet, filmde eleştirdiği bir şey var ama din ya da inançtan ziyade; insanlarla derdi. İnsanların dünyayı alt üst etmesiyle.
Peki Ya Teknik?
Filmde Hollywood yapımlarında aşina olduğumuz klasik açılar kullanılmış olsa da en azından rahatsız etmiyor diyerek bu sıradanlığı görmezden gelebiliriz. Ben de festival filmlerinde (Bunu filmekimi'nde gösterildiği için söylüyorum) standardın dışına çıkılması beklentimden uzaklaşmalıyım ki "bu film de muhteşem olmuş" diyebileyim.
Fazla ve gerçeklikten uzak bir şekilde karanlık sahnelerin görüşümü engellediği birkaç sahne izleyiciyi filme çekme ve germe amacını taşısa da beni filmden çıkardı. Gerçi metaforlarla dolu, gerçekçi anlatımı tercih etmeyen bir filmin soyut anlatım amacıyla karanlığa başvurması bizi rahatsız etmemeli. Her karakterin bir anlamı ve amacı olan, yer yer sakin yer yer kalabalıklarla ilerleyen bu filmde boğulacağınız, rahatsız olacağınız, o rahatsızlık hissine dayanamayıp yönetmene "anladım anladım; tamam artık geç" diye bağırmak isteyeceğiniz sahneler olacak. Endişelenmeyin; yönetmen bunu istiyor. Gönül rahatlığıyla rahatsız olabilirsiniz.
Önerir miyim?
Kesinlikle öneririm. Ancak filmin lanse edildiği gibi bir korku ya da gerilim filmi olmadığını belirtmeliyim.
Çıktığınızda kendinize gelmek için zamana ihtiyacınız olacak. Bir kahve içip filmi konuşacak zamanınız olsun mutlaka..
IMDB puanı 7
Benim puanım 7.5
İyi seyirler...
Büyüyünce Pennywise Olmak
Hikaye; Derry isimli kasabada Bill Denbrough'un kardeşi George'un yağmurlu bir havada kayık yüzdürmesiyle başlar. Kayığı kaybederse abisinin ona çok kızacağını düşünen George; kanalizasyona düşen kayığı almaya çalışırken palyaço kılığına girmiş biri tarafından kolu kopartılarak öldürülür. 1700'lü yıllardan beri her 27 yılda bir uyanan bu yaratık insanların korktuğu şeylerin kılığına girip onları öldürmektedir. Yetişkinler çocukların buhranlarını görmezden gelip, cinayetlerin peşine düşmezler. Kendilerine Kaybedenler Kulübü adını takan yedi çocuk bu yaratığın korkularından oluştuğunu farkeder ve onu yok etmeye çalışırlar.
Doksanlarda Bir Korku Ögesi Olarak Palyaço
Stephen King’in 1986 yılında yazdığı romanı yayınlanmasından sadece dört yıl sonra Tommy Lee Wallace tarafından filme çekildiğinde çocukluğun eğlence dünyasına has olmasına rağmen korku ögesi olarak bir palyaço perdeye gerçekten yakışmıştı hani. Doksanların teknolojisiyle ne kadar korkutulabildiysek o kadar korkmuştuk korkmasına ama aynı filmi yıllar sonra tekrar izlediğimizde sırf gönülbağımızdan; film boyunca o melankoli dolu gülümsemenin yüzümüzden gitmeyişini palyaçonun yeterince korkunç resmedilemediğine bağlayıp durmuştuk. Aslında palyaço iyi düşünülmüş bir korku ögesiydi. 1984 yapımı Gremlinler, 1988 yapımı Chucky ve Beattlejuice gibi oyuncakvari, sempatikle korkuncun karışımı korku ögeleri furyasında çocukluğun eğlence sembolü olan palyaçonun da yerini alması şaşırtmamıştı elbette.
Büyünce Ne Olacaksın Pennywise?
Sonra 2017 yapımı “O” geldi. Aynı hikayeyi sadece çocukluğa sıkıştırmıştı bu kez yapımcılar; çünkü filmi seri halinde piyasaya sürmek daha fazla gişe hasılatı vaadediyordu; yetişkinlik bölümleri yani palyaço Pennywise geri döndüğünde yaşanacak macera için ikinci filmi beklemeliydik. Hikaye çocukluk çağında geçince “Çocuk filmi olmuş bu!” diyesi geliyor insanın ama en büyük korkumuzun zor bela kurtulduğumuz korkularımızın geri gelmesi ya da yerini yenilerinin alması olduğunu düşünürsek filmin kahramanlarının büyüyünce başına gelecekleri ikinci filme bırakmaları filmin ambiyansı açısından mantıklı görünüyor.
Her ne kadar Pennywise yetenekli İsveçli oyuncu Bill Skarsgard tarafından canlandırılmasına ve profesyonel makyajına rağmen yeterince germese de “Yeni kuşak öyle böcekten falan korkmaz” diyip kusursuz güzelliğin bilinçaltına işlendiği şu zamanda deforme olmuş yüzleri korku ögesi olarak kullanmak zamanın nabzını tutmak değil de nedir? Üzgünüm ama böyle yakalamalar; şu günlerde dilimize doladığımız subliminal kelimesiyle tanımladığımız bu tür mesajlar Pamuk Prenses masalındaki kurtarıcı öpücüğe kadar King’in izin verdiği ölçüde yer alıyor bu filmde de.
Neden üzgünüm?
Çünkü ben artık korku filmi kategorisinde gördüğüm bir filmde alt metin okuma ihtiyacı duymadan ve korkmaya çalışmadan korkmak istiyorum. Korku sineması sever bir izleyici olarak gerçek korku ögelerine nadir rastladığımız sinema dünyasından bunu beklemek hakkım diye düşünüyorum. Eğer toplumsal mesaj vermek ya da izleyiciyi bilinçaltının odalarında dolaştırmak isteniyorsa da film korku kategorisi başlığından uzak tutulsun ki iki tarafın seyircisinin beklentisi de boşa çıkmasın.
Yedi Kafadarlar Takımı Pennywise’a Karşı
Film sadece çocuklukta geçen öyküyle ilerledikçe çocukken o çok severek okuduğumuz Thomas Brezina’nın Dört Kafadarlar Takımı’nı hatırlamamak kaçınılmaz oluyor. Ama her planda yazılan alt metin bizi o maceracı çocuk ruhumuzdan uzaklaştırıp çocuk kalbimizi yoran korkularımızla yüzleşmeye zorladıkça ırkçı ve cinsiyetçi ayrımların nasıl öğretildiğini, görüp de görmezden gelmeyi maharet sayan toplumun içinde büyürken benimsediklerimizi bir bir gözümüze sokması filmin korku-gerilim kategorisinde sunulmasını haklı çıkarıyor.
Önerir miyim?
Bu filmi iki kategoride değerlendirmek isterim:
1. Toplumsal film olarak puanım 7.5.
2. Korku-Gerilim filmi olarak puanım: 5.2.
Ama siz yine de izleyin ki toplumun yarattığı Pennywise’ın birey birey, ev ev, sokak sokak nasıl da bütün bakışları, kelimeleri, susmaları toplayarak büyüdüğünü ve kemiklerimizi kırıp aklımızı alabileceğini, kabusumuz olup hayatı bize zehir edebileceğini kendisinden dinleme fırsatınız olsun.
İyi seyirler...
İsmail'in Hayaletleri; Beklendiği Gibi mi?
İsmail'in Hayaletleri; bu yılki Cannes Film Festivali'nin açılış filmi olarak izleyiciyle buluştu ve biz de Başka Sinema'da izleme fırsatı bulduk. Charlotte Gainsbourg ve Marion Cottillard'ı aynı perdede düşünemediğimden filmi sabırsızlıkla bekledim. Gainsbourg'u Lars Von Trier'in Deccal filminde izlediğimden beri karanlık filmlere çok yakıştırmış ve Trier'la bağdaştırmıştım. Cottillard ise çiçekli filmlerin masum yüzlü sevdiğim oyuncusuydu. Nasıl olur da bu iki farklı tarz aynı perdede aynı şeyden bahsedecekti; merak içindeydim.
Uzatılmış ve Dağınık Bir Film
Çocuk denecek yaşta sevdiği kadının aniden ortadan kayboluşu İsmail'i sendeleyen bir adam haline getirmiştir. Belki de yavaş yavaş kafayı yediği için istediği filmi bir türlü bitirememektedir. Bu noktada yönetmen Arnaud Desplechin filmin içinde film çekerek bizi İsmail'in bilinçaltının tüm odalarında dolandırıyor. Bu odalarda gezdikçe İsmail'in Carlotte'ye babasını kastederek "Ben sende onu sevdim." demesinin sebebini de anlıyoruz.
İsmail'in Hayaletleri; uzatılmış bir film. Olayların yeni filmini bitirmeye çalışan İsmail'in çevresinde gelişmesi beklense de herkese eşit ağırlık verilmeye çalışılırken odak noktası kaçırılmış. Nitekim İsmail'in yapımcısına filmin kurgusunu anlattığı sahne adeta izlediğimiz filmin de kurgusunda bir dağınıklık olduğunu itiraf ediyor seyirciye.
Kıskançlığın Hakkını Veren Oyunculuk
Carlotte sevgiyi ne kadar erken yaşta elde ettiyse Sylvia da o kadar geç bulmuştur. Bu gerçekliğin yarattığı kıskançlık Sylvia'ya hayal kırıklığı yaşamış yüzlerce kadının bir ağızdan attığı sloganları andırırcasına şunu söylettirir: "
Bir kadının ansızın çekip gitmesi ve 20 yıldır ortada olmaması bir film için oldukça merak uyandıran bir konu ama bunu bir adamın gel-gitlerinde boğduğunda kayıp bir kadının varlığını bile unutturabiliyor.
Mathieu Amalric'in oyunculuğu yıllar sonra çıkıp gelen eşle iki yıldır yanında olan kadına bakışından bile duygularını perdeden içimize akıtmayı başarıyor. Oyunculuğun hakkını vererek 20 yaşında eşi tarafından terkedilmiş delikanlının toyluğunu en derin kederin ardından bile sezmemizi sağlayan Amalric'in bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. Bize de tek merak konusu kalıyor; İsmail eski eşine dönecek mi? Yoksa yanındaki kadını sevmeye devam mı edecek?
Önerilir mi?
Marien Cottillard yine çok güzel, masum yüzüyle karşımızda, Charlotte Gainsbourg'uysa karakter olarak sıradanlaştırmak için oldukça uğraşmış ve başarılı da olmuş yönetmen.
Güzel ama biraz dağınık, çok derine inmemiş bir Festival filmi izlemek isteyenlere önerebileceğim bir film İsmail'in Hayaletleri. Kahveniz de yanınızda olsun. İyi seyirler...
Ginger&Rosa: Bir Hayalimiz Vardı
Sally Potter; derdini acele etmeden, sakince anlatmaya çalışan bir yönetmen. Ginger & Rosa: Bir Hayalimiz Vardı’da iki kuşağa ait dört kadını anlayıp biriyle özdeşleşmemizi ister gibi sıradanmışcasına anlatıyor hikayesini.
Ergenlik çağındaki iki yakın arkadaş; hayatındaki sorunlarla başetmeye çalışırken farklı çıkış yolları bulacak; birbirlerini anlamaya çalışsalar da buhranları yaşlarının da etkisiyle ruhlarında açılan yaraları baltalamaya devam edecektir.
Film 2012 yapımı olsa da hikaye 1960’lı yılların Londra’sında geçiyor. Filmin yönetmeni ve senaristi Sally Potter; bize sadece bir aile dramı anlatmakla kalmıyor; döneme hakim soğuk savaşın psikolojik etkilerini bir aile parçalanması metaforuyla iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor.
Öncelikle filmdeki bir önceki kuşaktan başlayalım. Yaşları yakın ama ebeveynlikleri kızlarının gözünden bakıldığında birbirinden farklı olan iki anne görüyoruz. Burada Potter; annelerle ilgili bize yorum hakkı vermiyor; onları kızlarının gözünden kategorize etmemizi istiyor. Bu iki annenin; soğuk savaş döneminin iki büyük gücü ABD ve Sovyet Rusya’yı sembolize edip etmediği kafanızı kurcalayabilir ama Potter’ın dönem filmi yapma derdi yok gibi. O daha çok dönemin olaylarının insanda yarattığı etkiler ve duygu yoğunlukları üzerine düşündürmeyi tercih ediyor. Bunun için de renkleri ve giysileri duyguları vermek için özenle kullanıyor. Bu filmde de Ginger ve Rosa’nın aynı kıyafetleri giymeleri, çoğunlukla da özensiz giyinmeye çalışarak dahil olmak istedikleri grup içinde kabul görmüş sade ve bol kazakları tercih etmeleri dikkat çekiyor. Karakterleri, istekleri, hatta umursadıkları şeyler bile farklıyken aynılaşma çabası içinde olmalarının yanına gençlik buhranlarını da ekleyince; bu bıyıkaltı gülüşün dört kadının sıkışmışlıklarına gönderme olduğunu anlamak zor değil. Ginger’ın annesinin hayatını adadığı evliliği bitmek üzeredir, Rosa’nın annesi çocuklarını tek başına büyütmek zorundadır, Ginger patlatılması planlanan atom bombası karşısında çaresizdir ve Rosa kurtuluşu olarak gördüğü gerçek aşkı bir türlü bulamamaktadır.
Filmdeki baba karakterinin rahatsız edici bir rahatlığı var. Eşini umursamayan, kızıyla arkadaş gibi görünen ama sorunlarını görmezden gelen, yönetmenin adeta bu karakteri sevmememiz için yarattığı bir jön. Sonlara doğru bu karakterin iç dünyasına yanaşır gibi olsak da filmde sadece bir figür olduğundan çok da önemsemiyor Potter onu. Onun yerine Ginger ve Rosa’nın yavaş yavaş şekillenmeye başlayan karakterlerini o kadar iyi kullanıyor ki; Ginger’ın “Söyleyemem; söylersem patlarım” cümlesini duyduğumuzda aslında dünyanın yok olmasından değil de kendi dünyasının yok olmasından korktuğunu farketmemizi sağlıyor. Bu replik öyle bir öneme sahip ki filmde; iki anne ve kızlarının arasındaki savaşın dönemin soğuk savaşıyla paralellik gösterdiğini adeta gözümüze sokuyor.
Film soluk ve soğuk bir film ki bunda bir tiyatro oyunu gibi tasarlanmasının da etkisi var. Sahnede bir tüfek varsa; mutlaka patlatılmış. Bu Potter’ın dans geçmişinden getirdiği bir alışkanlık. Sade sahneler; figürlere ve duyguya yoğunlaşan bir anlatım; akıcı bir üslup.
İzlerken tıpkı bir anne gibi mantolarının önünü kapatmak, boğazlarına atkı dolamak istiyorsunuz Ginger ve Rosa’nın ama onlar özgürlüklerini ilan edercesine hep mantolarının önü açık yürüyorlar rüzgara karşı. Biz hala umutları olan Ginger ve Rosa’ya öykünmeyi beklerken yönetmen bütün anaçlığımızla çaresizliğin ortasına koyuveriyor bizi.
İzlenesi; düşünülesi.