SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

TIKINIRCASINA YEME BOZUKLUĞU

Tıkınma, genellikle yağ ve şeker oranı yüksek gıdalardan, herkes için aşırı kabul edilen miktarlarda (sık olarak 2000-5000 kalori arasında) yemek yeme ve bu eylemin tıbbi ve fizyolojik sıkıntıya yol açacak kadar hızlı bir şekilde yapılmasıdır. Tıkınma bir davranış bozukluğudur.

Suçluluk duygusunun eşlik etmesi, bu eylemin yalnızken ya da etraftaki bireylerden gizlenerek yapılması ve bireyde benlik saygısının düşük olması en göze çarpan özellikleridir.

Mevcut tanı sisteminde bir bireye "Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB)" tanısı koyabilmemiz için iki önemli özelliği kapsamalıdır. Bunların birincisi; kişinin belirli bir zaman diliminde (örneğin herhangi bir iki saat içinde) ve benzer koşullarda, bir çok insanın yiyebileceğinden daha fazla miktarda yiyecek yemesi, ikincisi ise atak sırasında yeme üzerinde kontrolünün olmadığı duyumu (örneğin yemeyi durduramama ya da neyi ve ne kadar yediğini kontrol edememe duygusu) yaşamasıdır.

Tıkınma ataklarının sıklığı ise 6 ay süreyle, haftada en az iki atak olarak belirtilmiştir.

Bu kişilerde tıkınırcasına yeme atakları olmasına rağmen, bulimik hastalarda (bulimia nervoza) görülen uygunsuz dengeleyici davranışlar örneğin kendisinin yol açtığı kusma, laksatif veya diüretik kullanma, aşırı egzersiz yapma gibi eğilimler bulunmamaktadır.

Tıkınırcasına yeme atakları sırasında kişiler sıklıkla önceden planladıkları ve rutin yeme düzenlerinde yasaklı olan yüksek kalorili besinleri (pasta, dondurma, çikolata vs) "gözü dönmüş" biçimde yerler. Tokken bile yoğun miktarda yemek yer ve bunu çok isterler. Yemek yeme süreleri çok kısadır yani aşırı hızlıdır. Çok çiğnemeden yutarlar. Genellikle yalnızken yemek yemeyi tercih ederler. Rahatsızlık duyana kadar da yemek yemeyi kesmezler. Genellikle, gün içinde uzun süre bu 'yeme töreninin' hayalini kurarlar ve atak öncesi yiyecekleri için alışveriş yapabilirler. Atak sonrasında ise pişmanlık ve suçluluk duyar, kendilerini acımasızca eleştirirler. Sosyal ortamlardan ve toplum içinde bulunmaktan kaçınırlar. Sürekli diyet yaparak kilo verme ve geri alma şeklinde diyet tecrübeleri vardır.

TYB, toplumda gittikçe artan oranlarda görülmesiyle dikkat çekmektedir. TYB'ye, obezite nedeniyle tıbbi yardım arayan hastaların yüzde 15-50'sinde ve 3. derecede obeziteye sahip olanların yüzde 50 ila 75'inde rastlanmaktadır. Klinik dışı populasyonda ise yaygınlık yüzde 0.7-6.6 olarak bildirilmiştir.

En sık görülen yeme bozukluğu olmasına rağmen, bazı yönlerden en sinsi bozukluktur. Eşlik eden aşırı bir zayıflık veya çıkarma davranışı olmadığı ve hatalı bir şekilde çoğunlukla irade yoksunluğuna bağlanan şişmanlık sorunu ön planda olduğu için en az fark edilen yeme bozukluğudur.

Tespit edilen risk faktörleri arasında; çocukluk çağında yaşanan olumsuz ve travmatik olaylar; duygusal, fiziksel veya cinsel istismar, ebeveynlerin aşırı veya yetersiz müdahaleleri, hastalığın ortaya çıkmasından önceki dönemde görülen kaygı ve duygudurum bozuklukları, depresyon, obeziteye yatkınlık, benlik saygısında düşüklük sayılabilir.

TYB'si olan kişiler yiyeceği olumsuz duygular ve duygusal sıkıntılarla, kısa vadede başa çıkma aracı olarak kullanır. Yiyecek, yüzleşilmemiş ve tanımlanmamış duyguların doğurduğu kaygıyı bastıran bir uyusturucuya dönüşebilir. Yemek-kolikler, açlık ya da doyuma işaret eden fizyolojik sinyalleri algılayamazlar. Bilinçaltı gereksinim ve çatışmaların doğurabileceği her türlü gereksinimi gidermek için yiyeceğe koşarlar. Yemek yeme faaliyeti ve zihnin yiyecekle mesgul olması temelde yatan sorunları maskeler. Yiyecek daha iyi hissetmeyi, duyguları bastırmayı sağlayan, güçlülük duyguları aşılayan sihirli bir değnek gibi algılanır. Sıkıntıyı yaratan duygular ertelenip, bilinebilir bir biçime -atıştırmaya- dönüştürülebilirler.

Kişinin yiyeceğe bağımlı olması aynı zamanda onaylanmayan her türden iletişimin yerini alır. Kadının toplum içindeki rolünde yemekle ilişkisine bakarsak, yiyecek aile bireylerine, ötekilere vermesi ama kendisini yoksun bırakması gereken bir şeydir. Kadın kendisi dışında herkesi besler ama kişisel olarak onun ihtiyaçları meşru değildir. Bu nedenle yiyecek onun kendisine zaman ayırmaya çalışmasının bir yolu haline gelebilir. Şişmanlık kadının kendi toplumsal rolüne -sınırlanmışlığına- karşı bir protesto ifadesi olabilir. Şişmanlık sözsüz bir iletişim olarak irilik, güç, analık, sağlamlık belirtisi olabilir. Herhangi bir sorunu örtebilir. Şişmanlayarak deforme edilen vücuduyla bilinçdışı düzeyde cinselliğinin de reddedilmesi sağlanabilir.

Tedavi zorlu bir süreçtir. Buradaki en önemli zorluk hastaların bu sorunlarından büyük utanç duymaları ve bunu doktordan bile saklamak istemeleridir. Bazı hastaların yakın aile bireyleri bile hastaların kilo sorununun altında tıkınırcasına yeme olduğunu bilemeyebilirler.

Psikiyatrik tedavinin amacı yiyecek bağımlılığının kırılması, yemek-kolikligi güdüleyen duygusal etkenlerin tanınması, duygusal ihtiyaçlara daha sağlıklı yanıt verilmesinin sağlanması, yemek yemeye eşlik eden suçluluk hissinin ortadan kaldırılması ve en önemlisi hangi temel psikolojik nedenlerin kişide yemeğe saldırma arzusu uyandırdığının keşfedilmesi ve doyunca yemeyi durdurmanın nasıl sağlanacağının öğretilmesidir.

Terapiden sonra hastalarla yapılan çalışmalarda yaklaşık yüzde 40'ının kontrolsuz yemeyi bıraktığı, yüzde 40'ının da tıkınma nöbetlerinin sayısının azaldığı görülmüştür.

Terapiye ilaç eklenmesinin de tedavide önemli yeri vardır.

Terapide incelenmesi gereken konulardan biri de yiyeceğin her bir birey icin ne anlama geldiğidir. Çünkü yediklerimiz, yeme biçimimiz ve yerken hissettiklerimiz kimliklerimizin bir yansımasıdır. İnsanlar yiyeceğe çok farklı anlamlar yükleyebilir. Sadece bir kaç dakika için, yaşamımızda yiyeceğin ne anlama geldiğini düşündüğümüzde, kalorilerden yola çıkar, belki de ihtiyaç, öfke, yalnızlık gibi duygularımızı ortaya döker, duygusal açlık, korunma, güç ihtiyacı gibi kişisel meselelerle yüzleşiriz. Bu kişinin bedeniyle yeni bir ilişki kurmasını sağlar. Can sıkıntısını ve düş kırıklığını reddetmek yerine deneyimlemek daha yararlıdır. Terapi süresince kaçmadan, kendini kaybetmeden, derin bir depresyona kapılmadan ya da boşluğu yiyerek doldurmadan, bu tür duygulara katlanmanın öğrenilmesi amaçlanır.

Sonuç olarak yeme bozuklukları biyolojik, psikolojik, sosyo-kültürel boyutları olan bir psikiyatrik bozukluk grubudur. Giderek artan oranlarda görülmeleri ve başka psikiyatrik veya tıbbi hastalıklara yol açmaları nedeniyle de dikkat gerektirmektedir.

Sadece diyet ve egzersiz kontrollü programlarla kilo kontrolü sağlansa bile altta yatan psikiyatrik faktörler tedavi edilmediği sürece kalıcı başarı sağlanamamaktadır. Yiyeceklere olan takıntılı düşünme biçiminin artmasına sebep olan yanlış diyet biçimleri de bozukluğun artmasına sebep olabilmektedir. Meselenin ruhsal düzeyde bir bozukluk olduğunu kabul etmek ve tedavi arayışlarını bu düzeyde biçimlendirmek büyük önem taşımaktadır.

Yazının devamı...

KENDİ ÜLKENDE MAHSUR KALMIŞ HİSSETMEK

"Bu ülkeden çekip gitmeli" diyor kimileri. "Yaşanmaz artık burada". "Çocuklarım güvenli bir ülkede büyüsün" diyor bazıları. "Burada bir gelecek kalmadı".
Neyden vazgeçiyorsun? Kimi terk ediyorsun farkında mısın? Oysa ülken senin yuvan. Bütünlüğün. Kendinle ve sevdiklerinle kurduğun bağ. Bildiğin en iyi dilin. İşte bu yüzden mecburiyetin.

Tuhaf şeyler oluyor artık buralarda biliyorum. Biliyoruz. İnsanlar korkuyor bir şeylerden ve çok haklı gerekçelerle... Mesela ölüm, mesela tecavüz, mesela tutuklanmak... Eceliyle ölmekten değil, aslında ölmekten de değil, ölüm tehdidi altında yaşamaktan korkuyor insanlar. Bir zamanlar yalnız kalmaktan korkan bu ülke insanları artık kalabalıklardan korkuyor. Tüketim toplumunu görmekten rahatsız olduğu için gitmekten uzak durduğu alışveriş merkezlerinden, artık sağ çıkacağından endişe ettiği için uzak duruyor. Sadece yer bulamadığı için şikayet ettiği metrolardan artık hiç inememekten korkuyor bir diğerleri. Çocuğunu eğitim alması adına gönderdiği yurtlarda, dayak ve tecavüz haberleriyle tetikte aileler. Gelin oldu diye sevindiği kızını, kafasında kurşun iziyle otopsi masasında tanımaya çalışıyor bazı anne babalar. Yirmi yaşında gururlanarak gönderdiği askerlik görevinden operasyon sonrası boynunda ki isim künyesi kalıyor geriye çocuğunun...

Biliyorum. Biliyoruz. Acıların en dibi bunlar. Oysa bir gerçek var ki, aslında hiç bir travma yeni değil bu ülkede. Bu travmalar bu ülke geçmişinde hep var oldu. İnsanın var olduğu tüm diğer ülkelerde de olduğu gibi. Ama artık anlamakta ve başa çıkmakta zorlanıyor herkes. Çünkü iyileşme yöntemimizi bilinçli bir şekilde yok etmeye çalışıyor iktidar sahipleri. Susmaya, ulu orta konuşmamaya, sineye çekmeye, alıştırmaya çalışıyorlar. Ancak hiç bir travma söze dökülmeden iyileştirilemez. Travma mağdurunun hak aramamasını ya da toplumun onlar adına hesap sormamasını istiyorlar. Çünkü sadece sindirebildiği bir toplumda ayakta kalabilir, hala iktidara sahip olabilir, işkenceye göz yuman o koltuk sahipleri. Seyirci kalmamızı istiyorlar ki iyileşip de dimdik baş kaldırmayalım diye. Oysa travmalarla başa çıkabilmenin ön koşulu olayların açığa çıkarılması, tanımlanması ve anlamaya çalışabilmektir. En önemlisi hakkında konuşabilmek, her detayıyla, her anıyla yüzleşebilmek ve tekrar kendini güvende hissedebilmektir. Güvende hissetmeyelim ve çaresizlik içinde duyarsızlaşalım istiyor o geçici "sözde" güç sahipleri.

Kendi ülkeni sevmek zor gelebilir bazen. Yani kendi yuvanı. Kabul edemeyebilirsin sahip olduğun bunca acıyı. Ama bu vazgeçmek anlamına gelmez. Eğer vazgeçersen bu ancak "oyuna gelmek" olur. Kendi iktidar hırsları yüzünden birilerinin seninle oynamasına izin vermek olur. Sözde iktidar sahipleri gelip geçicidir oysa. Bu ülkenin gerçek sahibi sensin. Sevmek ne kadar zorsa, sevdiğine sahip çıkmak da hiç kolay değildir zaten. Ama mesele yuvansa, ülkense yani, bir de sorumluluğun vardır artık. Mecburiyetin. Bu toprakların bize geçmişte öğrettiği pek çok mücadele dersinin hakkını vermek sorumluluğundayız. Zorunluluk ile sorumluluk arasında ki o incecik çizgiyi sorgulama zamanı değil. Birbirini tüketmek yerine artık haksızlığı tüketmek gerek. Acı ve adaletsizliği tüketmek yani. Bunun yolu önce kendine güvenmek, sonra da bu ülkede kaosa sebep olan o bir avuç iktidar sahibine yuvanı teslim etmemek.

Bir zamanlar göç ederek kurtuluş arayan insanlara sorarsanız söylerler size. Çünkü biliyorlar ne kaçmak çözüm oldu ne de susmak. Tüm mesele yuvaya sahip çıkmak. Sessiz kalmamak. Teslim etmemek. Vazgeçmemek... Sana ait olandan vazgeçmemek... O zaman kendi ülkende "mahsur kalmış" hissetmezsin. O zaman yaşam alanını dar edenleri yaşamından nasıl çıkaracaksın, akılcı ve sağlıklı yollar düşünmeye başlarsın. Yeni yollar keşfettikçe, susmadıkça, dile getirdikçe, sahip çıkmaya karar verdikçe de özgür hissedersin.

Yazının devamı...

8 MART MÜNASEBETİYLE KADINLARLA YÜZLEŞME; "FABRİKAYI YAKABİLDİNİZ Mİ"?

8 mart erkeklere klişe saldırı günü" bittiyse konuşalım hadi biraz aramızda. Biz bize. "Hemcins koruma takıntısı" nı bırakıp, biraz başka mevzuları keşfedelim mi kadınlar? Ve erkekler; ancak yüzünüze bu kadar çıplak ve hoyratça çarpıldığı zaman silkelenip, geçici suçluluk duygusu ile yüzleşip, 48 saat içinde kendini imha edecek meselelere biraz daha derinden bakalım mı?

15 yaşında birilerine satılan kız çocuklarından, tecavüzlerden, emeğinin karşılığında erkeklerden daha az ücretle çalıştırılan gerçek mağdurlardan bahsetmiyorum. Çünkü onların sesi 8 Mart'a ya da hiç bir marta ya da aya ve mevsime, yıla yetmiyor zaten... Çünkü onlar çoktan sindirilmiş ya da cezaevinde ya da öldürülmüş oluyorlar.

"8 mart' ta bağırabilen kadınlar"; bu güne sebep olan yani o fabrikada grev yaparak ölen kadınlardan biri de değilsiniz. Onların mirasına konmaya ne kadar hakkımız var acaba? Haklarınız için fabrika da yanmaya hazır mısınız? Biraz ona bakalım mı?

"Seçtiğiniz adamlar" nedeniyle acı çekme, kaybetme hakkında hiç bir sorumluluk almadığınız sürece bu hikayeler sürüp gidecek. "Zarar görmüş olma" ve "sizi kurtaracak kahramanı" bekleme algınız sizi beslediği ve başka meselelere olan öfkenizi erkeklere yönlendirdiğiniz sürece sürüp gidecek...
O erkekler, yani size zarar verdiğini düşündüğünüz erkekler tesadüfen girmedi hayatınıza, siz seçtiniz! O yüzden gerçek öfke kendinize. Biliyorum bununla yüzleşmek çok zor. Seçimlerimizle yüzleşmek her zaman zordur zaten...

Evet, seçtiğimiz adamlar geçmiş çocukluk dinamiklerimizle bağlantılıdır. Tamam. Anneniz ya da babanız örselemiştir. Belirli patolojiler yani sağlıksız durumlar arka planınınız da vardır. Tamam. Ve bu kısımlar "seçim" olamaz. Hiç kimse anne ve babasını belirleme şansına sahip olamayacağı için. Tamam.
Ama erişkin bir kadın olduğunuz da artık bir "seçim" şansınız vardır. Yedi yaşında korkudan titreyerek, olacakları bekleyen o kız çocuğu değilsiniz artık. Artık bir erişkinsiniz. Size verilecek zarar konusunda daha fazla hatta çok fazla söz sahibisiniz.
Eğer suçluyu geçmiş "kadersiz kader" de ya da "hayatınızda ki adam" da aramaya devam ederseniz 300 yıl daha aynı çözümlenmemiş ama süslü cümlelerle 8 martlar kutlamaya devam edersiniz.
Yaşam çok acayip bir sınav yeri biliyorum. Hak ettiğinize sahip olmak için hep büyük emekler sarf edersiniz. Erkek ya da kadın fark etmez. Ama erkeklere doğuştan ya da kültürel olarak verilmiş ayrıcalıklardan bahsedemeyiz, mevzu bu kadar derinken. Bahane olur o ancak, kaçış olur.

Mesela kaç kere, kaç zaman çekip gidebildiniz o erkekten, size hiç hak etmediğiniz davranışlarda bulunduğunda, iyi hissetmediğinizde, duygusal ya da fiziksel şiddet gördüğünüzde, sizi maddi, manevi kötüye "kullanmaya" kalktığında?
Kaç kere affettiniz "erkektir yapar, önemli olan bana dönmesi" diyerek?
Kaç kere vazgeçtiniz iş hayatınızdan, kariyerinizden; "nasıl olsa o bana bakar, benim çalışmama gerek yok" diyerek? Sıcak yatağınızdan kalkıp sabah 6 da işçi olarak çalışmayı seçebildiniz mi? O sırada birilerinin size "bakması" pek cazip gelmişti biliyorum. Herkes sever sabah 10 da uyanıp kahvaltı etmeyi... Zaten anneniz size öyle öğretmişti; evlilik ve çocuk en önemli garantidir. İşte size "garanti" o zaman. 8 martlarda ağlama garantisi. Ya da kariyer sahibi olsanız bile "o adam" istediği için ve sizin gücünüzle baş edemediği için, sizi işinizden yani bağımsızlığınızdan ayırmak istediği zaman kaç kere tutundunuz o kariyere, hevesle sahip çıkarak?
Ya da o adamın "görüştüğü başka kadınlar" olduğunu anladığınızda çekip gidebildiniz mi kendi yolunuza? Yoksa o adamın "kadınlar listesin"e saç renginiz sıralamasından; esmerler, kızıllar, sarışınlar vs vs ya da X harfinden girerek kalmayı "başarı" saydınız mı?
8 mart kadınlar dayanışmasında ki "o kadının" önüne geçebilmek için canına okuduğunuz kim oldu? O kadın mı, yanınızda olduğunu sandığınız adam mı? Öyleyse sizi "listeleyen" erkeğe hesap sorabildiniz mi? Yoksa "ben elde ettim" diye böbürlendiniz mi o sahte başarılarla?

"Zor olanı seçip, başarma duygusu" falan yanlış anlatıldı kız çocuklarına. İmkansız ve ölü doğmuş ilişkilere zorla yapışmayı başarı sandılar. Fanteziler kurdular "aslında beni sevdiği için böyle davranıyor" diye. İnatla kalmayı başarı sandılar. Ve kendilerine yatırım yapmayı unuttular o kız çocukları. Sonra dediler ki yıllar geçtikten bayağı bir sonra "bu yaşta gidecek kimsem ve işim ve param yok, nereye gideyim". İşlevsiz kaldılar. Para, iş, konum, sahibi kadınlar da dedi ki ama "bir erkek beni onaylamazsa, yanımda olmazsa bunların ne önemi var". Ve işte geldik bu noktaya.
Diyebilirsiniz ki bunlar mıdır "fabrika yakmak". Evet, böyle başlar kendine sahip çıkmak, daha ne olsun. Her insan kendi küçük fabrikasında bir küçük işçi ve bir büyük patron.

Peki kadınları sorguladık. Diyebilirsiniz ki "hırsızın hiç mi suçu yok?". Tabii ki var. Hem de nasıl var! Ama mevzu hırsızın değil. O zaten biliyor "kalp hırsızı", "ideal hırsızı", "tutku hırsızı", "yaşam hırsızı" olduğunu. Sizden çok şey çaldığını zaten biliyor. Bu gün değilse yarın yüzleşmek zorunda kalıyor. Herkes yüzleştirilir bir gün çaldıklarıyla. Mevzu, hırsıza rağmen ne yapmak gerektiğinde. Ve mevzu, gerektiğinde fabrikayı yakıp gitmekte...

O zaman kediler gibi mart ayını beklemezsiniz işte. "Dürtü sözleşmesi"ni istediğiniz zaman fes edersiniz. O zaman yaşadığınız her ay, her mevsim, her yıl, her an sizin olur. İnandırıldığınız masallarda ki gibi olmazsa bile size ait bir öykünüz olur. Ve buna değer...

Yazının devamı...

ŞU ÖTEKİ DEDİKLERİMİZ?

Dünya ve ülkemiz gündeminde uzun zamandır var olan bir kavram “öteki”. Çatışmaların, savaşların, bir arada olamayışımızın sebebi olarak gösterilen “öteki”. İnsanın kendi güvenliğine tehdit saydığı “öteki”.

Peki kimdir bu ötekileştirdiğimiz? Alevi, sünni, müslüman, hristiyan, türk, kürt, zenci, beyaz... Siz hangisi olursanız olun. Bir insanın "öteki"lerden ayrılışını belirleyen nedir? Yabancılık mı hissediyorsunuz? Ya da bu “yabancı”ya neden nefret duyulması gerekiyor?

Eğer günümüzde kültürel, etnik ve dini çatışmalar bu derece yoğunlaştıysa ve insanlar yabancı gördüklerine karşı ölümcül şiddet uygulayabiliyorlarsa, bu soruların cevaplarını anlamak bir gereksinim halini almıştır. Çünkü insanı birbirine bağlaması gerektiği düşünülen ortak payda, yani sadece “insan oluş” yetmemektedir.

Birbirimizle iletişimimizin bu denli arttığı bir dünyada, aynı hızla "yabancı" olarak kabul ettiklerimiz artmakta ve sadece bu sebeple nefret duyguları açığa çıkmaktadır.

İnsanın bir başkasına duyduğu nefreti açıklayabilmesi için önce kendisine duyduğu nefreti anlayabilmesi gerekir. Eğer kendi içimizde uzlaşamadığımız, kabul edemediğimiz ve hatta düşman gördüğümüz taraflar olmasaydı yani içimizde bir “yabancı” beslemiyor olsaydık, dışarıda ki bir yabancı bu düzeyde bir nefret ve tehdit oluşturamazdı.

Bireyin kendi bazı parçalarına olan nefretinin yansımalarıdır aslında bir başkasına duyulan nefret. Ve kendi içimizde ki bu yabancının varlığı, bizi öylesine rahatsız eder ki, bununla başa çıkabilmek için ya yok sayar inkar ederiz ya da bir başka insana yansıtır ve aslında ondan nefret ettiğimizi düşünürüz. Doğal sonuç olarak da, o dışarıda ki yabancıyı yok etmeye uğraşırız. Ama aslında bir başkasında öldürmeye çalıştığımız da kendimizdir.

Günümüz dünyasında ki rekabetçi tutumlar, ekonomik ve toplumsal zorlanmalar hepimizi belli kalıplar halinde yaşamaya mecbur bırakıyor. Ayrıca anne ve babası tarafından yeterli sevgi ve destek görememiş, aşağılanmış, çaresiz bırakılmış bir çocuk bir süre sonra kendisiyle bağını koparmaya başlıyor. Bu da "kendimize özgü" olandan gittikçe daha fazla uzaklaşmamıza ve yabancılaşmamıza sebep oluyor.

Bir yandan kurban durumundayız, bir yandan da yeni kurbanlar yaratıyoruz ki içimizdeki şiddeti onlara yönlendirerek başa çıkabilelim. İnsanın yabancılarla savaşması, kendisiyle savaşmasına göre çok daha kolay ve kabul edilebilir olduğu için "yabancılar" yaratmak zorunda kalıyoruz.

Bu oluşumları içsel olarak kavramak öylesine zor ki, "öteki" dediğimizin kendi içimizde olduğunu göremiyoruz.

“Öteki”ni kendi içinde bulduğunda ve ondan nefret etmemeyi başardığında hem kendini affedersin, hem yabancı kabul ettiklerini.

Düşmanını ararken kendinle karşılaşırsın. Bunu kabul etmek yaralayıcı olsa da “öteki ve hepsi” sensin.

Yazının devamı...

SİZ ASLINDA KİMSİNİZ?

Ne çok duyar olduk etrafımızda ve ne çok kullanıyoruz şu rahatsız edici kelimeleri. “Samimiyetsiz!”, “Dürüst değil o!”, “Gerçek değil!”, “Özü başka sözü başka!”...

Ne çok arkadaşlığın, sevgililiğin, evliliğin, iş ilişkilerinin yani pek çok ilişki biçiminin bitiş cümlesi olmuştur; “Herşey kocaman bir yalan mıydı?”. Evet herşey gerçek değildi. Öyle ise tüm bunların sebebi neydi?

Elbette insanın bir ilişki içindeki en temel ihtiyacı ve beklentisi “samimiyet”. Yeterince sevilmediğimizi görmeye katlanabiliriz, pek çok kötü muamele ile başa çıkabiliriz ama samimiyetsizlik hissettiğimiz yerde güven duygumuz temelinden sarsılır ve o ilişkiyle duygusal bağlarımız paramparça olur. Samimiyetsizliğini hissettiğimiz anda o insanla oluşturduğumuz tüm hikaye anlamını yitirir, yalanın ayazında üşürken bedenimiz öylesine şaşkın, bir kez daha umudu eksilmiş ve çok kez daha aldatılacağını bilerek öylece kalıveririz. Peki bize yaşatıldığında böylesine sarsıcı etki bırakan samimiyetsizliği bizler neden başkasına yaşatırız? Neden sadece bedende durması gereken pırıltılı kostümleri ruhumuza da giydirir kendimizi farklı sunarız? Üstelik bu ruhsal kostüm darsa, içinde sıkışıp kalıyorsak ve buna rağmen evde tek başına kaldığımızda bile artık onu çıkarıp atamıyorsak yani yüzleşemiyorsak kendi ruhumuzun gerçeğiyle, artık kendimizi bile kandırmaya başladıysak bu bize ait olmayan görüntüyle, neden çıplak kalmaktan ölesiye korkarız?

Yakınlaştığımız yanılsaması içinde gün geçtikçe başka insanlarla aramızdaki duygusal mesafeler artıyor. Bedenimiz binlerce kilometre ötedeki insana bir iki saatte ulaşıyor da ruhumuz hemen yanımızdakine dahi kavuşamıyor. Samimiydik belki de bir zamanlar. Onu ilk nerede kaybettik? Ne zaman kendimizden vazgeçtik?

Hepimiz ortak bazı değerlerden uzaklaşıp kişisel değerlerimizi yaratma telaşındayız. Hayallarimiz ve arzularımız ile gerçekte sahip olduğumuz yaşamlar öylesine farklı ki bu aradaki açığı hayal gücümüzle sahte yaşamlar yaratarak kapatıyoruz. Karşımızdaki kişiye samimiyetsizlik olarak yansıyan bu durumda sahte sözcüklerle yeni bir dil yaratıyoruz. Çünkü varlığımızı gerçek özüyle kabul edemeyip, onu idealimizde olanla süsleyip, parlatarak değiştirme çabası içindeyiz. Çünkü ancak bu şekilde, ancak bu yarattığımız sahte kahramanla başka dünyalarda sevilip onay göreceğimizi, kabul edileceğimizi düşünüyoruz. Biz kendi gerçeğimizi gösterirsek oyundan atılırız, belki dışlanırız, belki küçümseniriz diye endişeleniyoruz. İşte bu azımsanma korkusuyla kendimizi hem başkalarından hem de kendimizden saklamaya başlıyoruz. İnandığından, aslında olduğundan, bildiğinden başka görünme çabalarıyla samimiyetsiz yaşamlarda kayboluyoruz.

Eğer ebeveynler koşulsuz ve sadece sahip olduğu özellikleri için sevebilirse çocuklarını, kendi hayallerini çocukları üzerinden gerçekleştirmek yerine çocuğunun aslında kim olduğu ve nasıl mutlu olacağını ön plana çıkarabilirse, onay ve değer görmek için başarması gereken listeler yerine özgüven, özdeğer kavramları yerleşebilirse çocuk zihinlere, samimiyetsiz erişkinler halini almaz kimse...

Samimiyetsizlik sadece mevcut ilişkiye ve karşınızdaki insana zarar vermiyor. Siz birilerine daha ihtişamlı, daha güçlü, daha zengin, daha bilgili ve sevgili görünme telaşı ve oyunu içindeyken başkaları için kendi hayatınızdan vazgeçmiş oluyorsunuz. Yani birilerine samimiyetsizlik yaparken aslında kendinize değer vermiyorsunuz.

Bilmiyorum gerçekten özlediniz mi kendinizi?. Acaba bıraktığınız yerde duruyor musunuzdur hala? Şu dar gelen, zaten bir gün pırıltısını kaybetmeye mahkum, ruhsal kostümleri çıkarıp atmak istemez misiniz? Üzerinize rahat birşeyler alıp gelmeye ne dersiniz? Siz içinizde kaç kişisiniz? Pek çok kişiyi taşımak yerine sadece gerçek kendinizi yüklenseniz..

Çünkü hayat başkaları için sahtelik giyinemeyecek kadar değerli.. Çünkü her durumda siz gerçek halinizle daha özeldiniz..

Yazının devamı...

ONA ÖZGÜVENİ ÖĞRETİN

Eğer bir kız çocuğunuz varsa ve ona yaşam hakkında çok önemli bir bilgi vermek istiyorsanız öncelikle "özgüven" i öğretin. Gerisi gelir... Bu zaten dünyanın ona sunacağı ya da eksik bırakacağı her koşulda var olabilme cesaretidir. Erkeklerin kurduğu bir dünyada babasına ya da kocasına ya da "o adama" sırtını dayamadan var olabilme becerisini getirir.. Bu da bir erkekle ihtiyaçlarını karşıladığı için değil, birlikte yaşama değer katmak için yan yana durma arzusu demektir...
Çok kez sorarız hepimiz karmaşık soruları. Hayat denen şey bu mu? Canının acıması bu mu? Hem yola devam ederiz ve tadarız hem pes eder, küser, tadına vardığımız şeyi kusar ama yeniden ve yeniden başlarız. Ama eğer genotipimiz XX ve fenotipimiz kadınsa şu hayatta bazı ayrıca değerlere sahip olmalıyız. O kız çocuğunuzun bir mesleği olsun öncelikle. Kirasını ve faturalarını ödeyebilen bir kadının bir başkasına minnet etmeyeceğini bilsin. "O adam" a aşk icin gitsin. Kendi hayatının içinde olduğunu hissedebilsin, dışında değil. Başkasını hoşnut edebilmek ve kendini zorlamakla, kıvranıp durmakla ilgili olmasın. "Nasılsan öyle kalabilmek"le ilgili olsun mesela. Kendi değerlerini keşfedebilsin, bir başkası onaylamasa da. O kendini onaylasın... Çoğu zaman hayat bizimle dalga geçer. Yeteneklerimizi ve kimliğimizi sorgulatır. Ama kadınsanız ruhunuzun çıplak hissettiği daha çok olur. İşte o zaman! Kendiyle kalabildiğinde ne kendini yargılasın ne de ötekine hırpalatsın. Yol bitti diyerek onu aciz bırakmak isteyenlere inanmasın.
Eğer bir kız çocuğunuz varsa ya da bir kız çocuğu sahibi olmayı istiyorsanız bir kaç kez fazla düşünün. Ama bu sizi çokta ürkütmesin. Onun yetilerini elinden almaya kalkmazsanız bile yeter. Artı değerler ekleyemeseniz bile yeter. Bir tek "özgüven" i öğretin. O yoluna devam eder...
Bir kadının hırsları da olabilir tutkuları da. "Prada" sını kendi alsın ya da kendisine alındığında sadece bir "hediye" gibi kabullensin,"ihtiyaç" gibi değil ve aşık olacağı adama kendi karakterinden yola çıkarak karar versin.. Kaybettikleriyle kaybolmasın.. Hayatın ona başka seçenekler sunabileceğine inansın. Hep seçildiğini zannederken aslında kendi seçme özgürlüğünün de olduğunun farkına varsın.
Cinselliğinden utanmasın. Cinsel ilişki yaşadığı için "o adam" a mahkum oldugunu sanmasın. Cinselliğin insan varlığına olağanüstü bir lütuf olduğunu fark etsin. Meselenin "almak" ve "vermek" le ilgili değil "birleşmek"le ilgili oldugunu hissetsin. Utanmasın ve tiksinmesin. Zevk alabilsin. Aynı hayatın zevk alabilmek için çabaladığımız onca kısıtlı imkanlarına rağmen hem de bir parçası olduğunu bilsin..
Ve evet eğer bir kız çocuğunuz varsa ya da olmasını istiyorsanız ona "yaşam hakkı" tanıyın. Yanlış söyledim belki ben de. Siz "tanımayın" yaşam hakkını. Ona öyle bir özgüven verin ki o kendi karar versin yaşamının hakkına...

Yazının devamı...

DUYGULARA MAKYAJ YAPMAK

Hayat sana duygularını yaşamamayı, dizginlemeyi, ehlileştirmeyi ögretir inatla. Sen dolu dizgin hissetmek isterken hem de... İste bu yüzden insan olağanüstü düzeyde yalnız. Hüznümüzü, acı çektiğimizi, öfkemizi ya da neşeyle ve coşkuyla parladığımızı tüm çıplaklığıyla yaşamaya da, yansıtmaya da çekiniyoruz. Peki ne yapıyoruz bu durumda? Sosyal normlara uyabilmek ve etrafımızda ki insanları ürkütmemek adına duygularımızı ketliyor, sadeleştiriyor, biraz daha hoş bir sunum için süslüyoruz. Yoksa duygularımızın işlemden geçirilmemiş haline tahammül edebilecek insanlar yok etrafımızda çoğunlukla. Çünkü bu yoğunluğu taşıyacak olan bir öteki de zaten kendi duygularından kaçabilmek için aynı savunmaları kullanıyor. Çünkü bize duygu yaşamak tehlikeli bir durum gibi gösterildi. Çünkü "duygularını değil mantığını kullan gibi" ne anlatmak istediği çok belirsiz, saçma sapan bir cümle gözümüze sokuldu hep. "Çok aklı başında" yaşayanlar ki bu ne demekse yüceltildi. Tüm başarısız sonuçlanan meselelerimiz fazla "duygusal" davranmamıza bağlandı. Ah bu duygular hep bize hata yaptırdı! Ve biz de duyguları yok edemeyeceğimize göre onlara makyaj yapmaya karar verdik. Başka bir şeye dönüştüren plastik bir makyaj hem de. Ama duygular bir başka boyuta dönüştürülünce de artık ilk oluştuğu andaki kadar saf, gerçek ve naif olamıyor. Bizi artık tam anlamıyla temsil etmekten uzaklaşıyor. Ne çelişki... Ve yine insanlara da bu çelişkiye tahammül etmek, anlamak ya da anlayamayıp savrulmak kalıyor.. Düşünceler belli işlemlerden geçirilmelidir evet ama duygular kurallara sığmaz. İnsan duygularının bu kadar matematiksel formüllerle işlenmesi gerektiği bize çok önceden söylenseydi eğer matematik derslerini daha iyi dinlerdik biz de. Tüm formülleri ezberler, sonra x yerine hüzün, y yerine neşe yazar, öfkeyle çarpar, hepsini hayata bölerdik. Neyse ki hayatın "matematik" telafi dersleri hic bitmiyor. Telafiye kaldığımızda üzülürdük okul yıllarında bir zamanlar. Oysa şimdi yalvarıyoruz "hayat lütfen bir telafi daha"...

Yazının devamı...

KADIN KOKUSUNDAN KADIN KORKUSUNA

Erkekler kadına duydukları arzuya teslim olmak ya da bu arzuyla başa çıkmak arasında bir ömür geçirirler. Kadın gizemi olarak adlandırdıkları korkuları da bu yolculukta onlara daima eşlik eder. Kadın, korkunç Savaş Tanrısı Ares’i evcilleştirip uysallaştıran Aşk Tanrıçası Afrodit’tir. Kadın, ‘Temel İçgüdü’ filminde bütün kötülükleri yapan ama hepsi de yanına kar kalan Catherine Tramell’dır. Eski Ahit’e göre bir arslanı tek başına yenebilen, bir tapınağı kendi elleriyle yıkabilen Samson’a ihanet ederek yok olmasına sebep olan Delilah’dır. Ama asıl olarak kadın, bir erkeğin ilk hayal kırıklığını yaşatan, ilk acıyı tattıran annedir...

Erkek yaşamı boyunca bu gizli korkuyu saklamaya ya da yok saymaya çalışır. Bunu bazen kadına ihtişamlı bir sevgi gösterisi üzerinden yapar. Onu yüceltme, tapınma, ilgi ve hediyelere boğma davranışları ile kadınla uzlaşma yoluna gider ve korkmasına gerek kalmadığına kendisini inandırır. Ya da tam aksine kadını aşağılama, küçük görme ve şiddet uygulama tavırlarıyla bu korkuyu tamamen inkar eder. Kadının rahatlıkla başa çıkılabilecek, ezilebilecek bir varlık olduğunu düşünerek kendisini rahatlatır. Böylece her iki durumda da kendisine olan saygısını ayakta tutmaya çalışır.
Elbette erkeğin çocukluk döneminde anne korkusunun yanısıra baba korkusu da zihinlere yerleşir. Ancak çok daha kabul edilebilir olan bu eril korku, bir kadından korkmak kadar zedeleyici olmadığı için yeterince önemsenmeyebilir ve başa çıkılabilir.
Erkek bu yüzden bir kadına olan sevgisini, yok ediciliğiyle birlikte taşır. Kadına karşı aslında doğasında var olan arzu, kadının kokusuna duyduğu özlem, bir yandan da içindeki korkuyla harmanlanır durur. İçinde bir yaşam taşıyabilen kadın, sözde yok edebilen doğasıyla da erkek için başlı başına bir çelişkidir zaten.
Çocuğun ilk kadını olan anne onun gözünde ilk gizem nesnesidir. Bir yandan çocuğa yaşam verirken, gereksinimlerini karşılarken, haz ve mutluluk yaşatırken bir yandan da yasakları ve tabuları koyan, cezalandıran, tehdit edendir. Erişkinliğine bu duyguları taşıyan erkek bu ikircikli durumu hayatına giren diğer kadınlarla da yaşar. İlk kez anne tarafından reddedilen çocuk yetişkin bir erkek olduğunda reddedilmeye karşı aşırı bir duyarlılık geliştirir. Bunu aşağılanma, hiçe sayılma olarak algılar. Erkekliğine olan saygısı tehdit altına girer.
Özellikle kendinden oldukça genç ve kendine hayran olan kadınlarla birlikte olmayı arzulayan erkeğin bu ihtiyacı tam da kendisine eşit ya da üstün gördüğü kadından korkusu sonucu oluşur. Ya da kendinden beklentileri ve talepleri daha az olan kadın yani daha “kolay” kadın ile de özsaygısını daha kolay korur. Böylece kendini daha üstün hissedebilir. İlişki için daha kırılgan, naif kadınları seçer ki kadının gücü karşısında sarsılmasın. Toplumsal yaşamdan uzak, evde izole edilmiş olan kadın, dizginlerini elinde tutabilmek için daha idealdir. Dolayısıyla kadın, seçilen olmak için gittikçe daha uysal, boyun eğen ve sosyal hayattan daha uzakta yerini alır.

Erkek kadından korkar çünkü kadın erkeğin bilinmeyen gizemli “kara kıtası”dır. Freud kadın ruhunu “kara kıta” olarak adlandırırken; “Kadın ruhu üzerinde 30 yıl çalışma yapsam da, benim bile cevap veremeyeceğim bir soru var: Bir kadın ne ister?” demiştir. Aslında kadın ne karadır ne de kıta. Keşfedilemez de değildir. Sadece karşısında, kadın gerçeğiyle yüzleşmekten korktuğu için onu keşfe çıkmayan bir erkek vardır. Erkeğin gözünde kadın; cinselliğiyle başedilemeyendir, cinselliği sınırsızdır, bu nedenle ihanete yatkındır. Kadın, erkeğin cinsel ve toplumsal iktidarını sürekli test edendir. Yazar Cezmi Ersöz: ”erkek yataktan yaralı kalkar” derken bize bunu bir erkek gözüyle tarif etmiştir. Kadın, kimi zaman şeytani güçlere sahiptir, sezgisel olarak daha güçlüdür, cadı farz edilip yakılması gerekendir. Kadın, içinden canlı çıkarandır, sırları ve tılsımları vardır. Dolayısıyla kadın erkeğin gözünde korkulası bir varlıktır.
İnsanın doğasında, korktuğu nesneden kaçınmak kadar o nesneye saldırmak da vardır. Saldırı bir yandan da korkulanla başa çıkma mekanizmasıdır. Bunun toplumsal sonuçları kadına şiddet, aşağılamak, özsaygısını yok etmeye çalışmak ve kendinden düşük bir yerde konumlandırmaktır.
Oysa ki erkeğin “kara kıta” sandığı yer düşmana ait değildir, kendi evidir. O evdeki kadını dinlerse sesini duyabilir: “Ben senin düşmanın değilim. Sana karşı bir zafer kazanmak hiç istemedim. Toplumsal değerlerimizi ve yargılarımızı birlikte yaratalım istedim. Seninle yol almak, üretmek, esaret içermeyen bir bağlılık, senin sınırlarını yok etmeyen bir özgürlük ve riyasız sevebilmek tüm derdim. Sahip oldukların ve olmadıkların için yargılamak da değil niyetim. Kırmızı rujum, yüksek ökçelerim korkutmasın seni, öldüren cazibe değilim. Sadece kadın olduğumu hissetmek isterim.”

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.