SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sınırsızlar Kulübü'ne hoş geldiniz!

Amerika'nın bu tutucu kovboylar diyarından rodeocu Ron Woodroof’un hikayesi karşımıza “öteki” kavramı ile çıkıyor. Başrollerinde Matthew McConaughey, Jennifer Garner ve Jared Leto’nun yer aldığı ve Türkçeye Sınırsızlar Kulübü adıyla çevrilen film geçtiğimiz Pazar gerçekleştirilen Oscar törenlerinde Akademi tarafından “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödüllerine layık görüldü. Böylece 86. kez düzenlenen Oscar gecesinde pek sık rastlamadığımız bir şekilde filmin her iki erkek oyuncusu da aday oldukları dallarda heykelciklere sahip oldu. Bu da Dallas Buyers Club filminin konusunun yanı sıra oyunculuklarıyla da dikkat çekici olduğunu gösteriyor.

Amerikan filmlerinde sıklıkla karşımıza çıkan kovboy kültürü filmin ana ögelerinden biri durumunda. Bu tarz yapımlardan alışageldiğimiz maço, rodeo yarışlarında bahis oynayın, sürekli içki içen ve çapkınlık yapan karakteri Matthew McConaughey, Ron Woodroof rolüyle canlandırıyor. 1980’lerin Amarikası’nda geçen hikaye o dönemin özelliklerini de yansıtmakta.

Ron geçirdiği bir iş kazası sonrası hastanede tedavi altına alınır. Bu esnada doktorlar düştükleri şüphe üzerine Ron’a haber vermeden birkaç kan tahlili yaptırırlar. Şüpheleri haklı çıkar. Ron’da o dönemde yeni ortaya çıkmaya başlayan ve AIDS hastalığına sebep olan HIV virüsü tespit edilir. Bahsi geçen dönemde AIDS’in yalnızca eşcinseller arasında görülen bir hastalık olduğu algısı nedeniyle Ron buna başlarda inanmaz. Doktorları ve etrafındaki diğer insanları buna inandırmak için de alabildiğince saldırgan ve küfürbaz hareketler sergilemeye başlar. Zaten serde olan maçoluk iyiden iyiye ortaya çıkar. Üstelik doktorlar, Ron’un geride yaşayacağı sayılı günler kaldığını da söylemişlerdi. Ahbap çevresinde hasta olduğu haberleri yayılması üzerine kendisi gibi maço olan arkadaşları tarafından hem dalga geçilmek hem de aşağılanmak için eşcinsellikle itham edilmeye başlar. Bu durum Ron’un canını amansız hastalığından çok sıkar. Film boyunca Ron ve çevresindeki bu eşcinsel karşıtı tavırlar sıklıkla yansıtılmakta. Bu noktada Rock Hudson’a da değinmeden geçilmemiş. Başlangıçta bu durumdaki her hastaya uygulanan rutin tedavi kapsamında hastaneye yatan Ron odasını kendisiyle aynı kaderi yaşayan travesti Rayon (Jared Leto) paylaşır. Rayon’un kendisiyle konuşmasına dahi tahammül edemeyen Ron kendisini nispeten daha iyi hissettiği bir gün hastaneyi terk eder. Kendisine uygulanan tedavinin bir faydası olamayacağına inanan Ron, Meksika’da bir doktorun uyguladığı ancak Amerika Birleşik Devletleri tarafından onaylanmayan tedavi için sınırın öte tarafına geçer. Burada geçirdiği süre zarfınca merdiven altı diye tanımlanabilecek bir mekanda tedavi gören Ron kendisine biçilen ömre rağmen bu sınırı aşıp yaşamına devam eder. Doktorun uyguladığı farklı tedavi metotları ve ilaçlar Ron üzerinde olumlu etki yapmıştır. Günlük yaşamını idame ettirebilecek seviyeye geldikten sonra Amerika’ya geri dönüş yolculuğu beraberinde de ticari bir girişimin de başlangıcı anlamına gelmekteydi. Meksika’daki doktorun ilaçlarını sınırdan geçiren Ron, bunları Amerika’da hastanelerde uygulanan tedaviden herhangi bir sonuç alamayan AIDS hastalarına satmaya başlar. Ancak FDA’in onaylamadığı bu ilacı ülkeye sokmak Ron’un başına bela alması anlamına da gelmektedir. Bir yandan polislerle uğraşırken bir yandan da hastanede bir süre oda paylaştığı Rayon’un çevresinden faydalanmak için onunla işbirliği yapar. Başlarda sadece iş ortaklığına dayanan bu ilişki zamanla Ron’un, Rayon’u tanıması ve homofobik yargılarında değişimler yaşanmasına neden olur. Tabii işlerin bu raddeye gelmesi pek de kolay olmaz.

Gün geçtikçe daha fazla talep görmeye başlayan Ron’un bu tedavi metodu elbette ki devletin daha fazla canını sıkmaya başlar ve çeşitli yaptırımlara maruz kalmasına neden olur. Ancak Ron’un zekası burada devreye girer ve Dallas Buyers Club’ı kurar. Böylece yaptığı iş ticari görünümden kurtulmuş olur ama bu arada da işleri iyice büyütür. Sağlığı inişli çıkışlı bir grafik izlese de kullandığı ilaçlar sayesinde ayakta kalmayı başaran Ron kadar şanslı olamayanlar da vardı. Rayon, HIV virüsüne bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybeder. Bu durum ön yargılarını kırıp onunla arkadaş olabilen Ron için bir yıkıma dönüşür. Başka tedavi yöntemleri sayesinde de artık işleri eskisi gibi iyi gitmemektedir. Tabii bu da maddi açıdan zor duruma düşmesine neden olur ve en sonunda tekrardan devletin hastanesine düşer ve bir süre sonra da yıllarca ertelediği kaderiyle yüzleşir. 30 günlük ömrü kaldığı söylenen Ron bu amansız hastalığa 7 sene direnç göstermeyi başarmıştı.

Filmin başından sonuna baktığımızda dramatik bir hikayeyle karşı karşıyayız. Ancak bu hikayeyi daha anlaşılır kılan kuşkusuz Ron ve Rayon karakterlerinin performansı. Ron karakterini canlandıran Matthew McConaughey ve Rayon karakterinideki Jared Leto’nun film için geçirdikleri dönüşüm ve oyunculukları bu seneki rakipleriyle karşılaştırıldıklarında Oscar için doğru tercih olduklarını söylememiz mümkün. Dolayısıyla film, hikayesinin yanı sıra oyunculuk performansları açısından da izlemeye değer.

Yazının devamı...

Ne kapitalizmle ne kapitalizmsiz!

İhsan DİNDAR

Ken Loach ile birlikte Avrupa’nın önde gelen politik film yönetmenlerinden Costa Gavras, Kapital (Le Capital) Fransa’daki gösteriminin üzerinden neredeyse iki yıl geçmesinin ardından Türkiye’deki sinema izleyicisiyle buluşuyor.

Filmin başrolünde Fransa’da daha çok komedi filmleri ve stand-up gösterileri ile tanınan Gad Elmaleh’in yanı sıra Gabriel Byrne ve Natacha Regnier de yer almakta. 1969 yılında yönettiği Z ile dönemin Yunan siyasetini anlatan Gavras, daha sonraları çektiği Missing ve Amen gibi çok konuşulan yapımlarıyla siyasal ve tarihsel konularda kendi bakış açısını yansıtmıştı. Gavras bu tarzını son filmi Kapital’de de devam ettirmiş. Gad Elmaleh’in canlandırdığı Marc Tourneuil, Avrupa’nın en büyüklerinden olan bir Fransız bankasında kariyer basamaklarını hızla çıkmayı başarmış, vaktiyle Amerika’da da saygın bankalarda görev almış genel müdür yardımcısıdır. İşine sadık, daha da yükselme arzusu içinde olan Marc öte yandan da muhtemelen gençlik yıllarından kalma içinde bulunduğu kapitalist sistemin epey tersi doğrultuda bir fikre sahiptir. Bankanın bütün üst düzey yöneticileri ile golf oynadıkları bir gün genel müdürlerinin ani rahatsızlığı ve sonrasında görevi bırakmak zorunda kalması üzerine Tourneuil hep hayalini kurduğu bankanın genel müdürlük koltuğuna oturur. Ancak üstlendiği bu görev onu sahip olduğu etik değerler ile işi arasında seçimler yapmaya zorlar. Şirket hissedarlarının aralarındaki çıkar kavgası ve onu yanlarına çekme çabası içinde kalan Marc bir denge siyaseti izleyip oyunu kuralına göre oynamaya çalışır. Konumunun değişmesi ile birlikte davetlerde, toplantılarda ilgi odağı haline gelen birçok insanla tanışan Marc başlarda bu şatafatlı dünyaya mesafeli durmayı yeğler. Her daim şoförü olan bir makam arabası, özel jet, yüksek maaş Marc ve ailesinin hayatlarında memnun oldukları değişikliklerdi.

Ardı arkası kesilmeyen iş görüşmeleri ve seyahatlerinden birinde Marc amiyane tabirle vurulacağı ünlü manken Nassim (Liya Kebede) ile tanışır. Artık Marc’ın bir zaafı vardır. Şirket hissedarları arasında banka içinde dönen kirli oyunları bertaraf etmekle uğraşırken bir yanda da Londra, Tokyo, New York gibi şehirlere yaptığı iş gezilerinde Nassim ile buluşmaya başlar. Elbette ki Paris’te yaşayan eşi Diane (Natacha Regnier) bu durumdan bihaberdir. Nassim’e duyduğu tutku gözünü karartacak bir seviyeye ulaşır. Kendi benliği ile bu durumun savaşını verirken Marc bir yandan da banka içinde olup bitenlerle ilgilenmekte hissedarlar arasında denge sağlamaya çalışmaktaydı. İyi eğitim görmüş, bu elit insanlara karşı hep bir güven sorunu yaşayan Marc öte yandan toplantılarında dünyanın dört bir yanındaki banka çalışanlarıyla yaptığı telekonferans görüşmeleriyle ve onlarla kurduğu diyalog sayesinde epey sempati toplamayı başarmıştı. Bu durum derin bir ikililik ruh hali yaşayan bu genç genel müdür için vicdanını rahatlatması açısından önemli bir faaliyetti. Kuşkusuz Gavras burada kendi siyasi duruşunun da etkisiyle Marc’a böyle bir rol biçmişti. Zira Marc, gerçekte bunu pek başaramasa da hayallerinde bir anlığına Robin Hood olmak isteyen biriydi. Gerçekte ise hissedarlar arasında sıkışıp bir taraf seçmek zorunda kalan bir genel müdürdü. Ancak yine de Marc kimsenin kimseye güvenmediği bu dünyada oyunu kurallarına göre oynayıp ayakta kalmayı başaracaktı.

Özellikle 2008’de patlak veren ve tüm dünyada etkisini gösteren finansal kriz ile birlikte gazetelerin ekonomi sayfalarında daha sık rastladığımız birçok ülkenin ekonomik varlığından daha büyük şirketlere hükmeden CEO’ların yaşamları, maaşları ve aldıkları kararlar ve bir nevi de kurulu sistem Gavras’ın eleştirisinde kaçamamış. Son olarak genelde komedi yapımları ile tanınan Gad Elmaleh’in sergilediği oyunculuk performansı bir dram türü için oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

Yasak Aşk

İhsan DİNDAR

Muhtemelen herkesin Recep İvedik 4’ten söz edeceği bir haftada elbette alternatif filmler de mevcut. Bunlardan birisi de Nobel ödüllü Doris Lessing’in “Büyükanneler” isimli romanından uyarlanan ve Anne Fontaine’in yönettiği Yasak Aşk. “Coco Chanel’den Önce” filmiyle de hatırlayacağımız Anne Fontaine’in bu filminde başrolleri Naomi Watts, Robin Wright, James Frecheville ve Xavier Samuel paylaşıyor. Filmin senaryosu da Christopher Hampton’a ait. Lessing’in romanlarında

Geçtiğimiz sene İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen yapım, sinemalarda kendisine biraz geç yer bulabildi. Anne Fontaine’in İngilizce çektiği ilk film olan Yasak Aşk’ın hikayesi, Avustralya’nın deniz kıyısındaki küçük bir kasabasında geçiyor. Doğa ile iç içe olan bu yerde yaşayan bu iki genç kız, Lil ve Roz vakitlerinin büyük bölümü birlikte geçirmektedirler. İlk gençlik yıllarından sonra evlenip daha sonra da çocuk sahibi olan Liz ve Roz’un eşleri ve çocukları da arkadaş olurlar. Ancak Lil’in eşinin erken ölümü, oğlu Ian ile birlikte yalnız kalmalarına neden olmuştu. Lil’in bu dönemde en büyük destekçisi çocukluk arkadaşı Roz olacaktı. Lil ve Roz tıpkı eskisi gibi birlikte kumsala gidip güneşleniyor, denize giriyor ve birbirlerinin dertlerine ortak oluyordu. Roz’un eşinin Sydney’deki bir üniversitede ders vermeye gitmesi Lil ile daha çok vakit geçirmelerini sağladı. Üstelik bu ikilinin oğulları Ian ve Tom da tıpkı anneleri gibi çok yakın birer arkadaştır. Onlar da vakitlerinin büyük bölümünü denizde yüzerek, sörf yaparak geçirmektedirler. Bunun dışında körfeze bakan tepedeki evlerinde sıklıkla birlikte vakit geçirir sohbet ederlerdi. Tüm bu rutin hayat içerisinde bir takım olağanüstü değişiklikler yaşanmaya başlar. Liz ve Roz birbirlerinin 20’li yaşlarındaki oğullarına âşık olmuşlardır. Üstelik bu duyguları karşılıksız da değildir.

İstisnasız her toplumun karşı çıkacağı, onaylamayacağı bir ilişki sarmalı başlarda herkesi rahatsız etse de yaşadıkları o rutin hayat içerisinde tek heyecan ve mutluluk nedeni olduğu için her şeyi akışına bırakırlar. Her ne kadar mutlu olsalar da zaman içinde kaçınılmaz olarak aralarında sorunlar yaşanmaya başlar. Ortak bir karar alıp yeni hayatlar kurmaya karar verirler. Ian ve Tom çok geçmeden yaşıtları olan iki genç kız ile tanışır bir süre sonra da evlenirler. Zaman içinde çocukları olan Ian ve Tom artık bu yeni hayatlarına alışmış eşleri, Liz ve Roz ile birlikte kumsalda vakit geçirmektedirler. Fakat geçmişte bıraktıklarını umdukları o hataları günün birinde tekrardan karşılarına çıkar. Eşleri de eskide kalan bu çarpık ilişkiyi öğrenir ve Ian ile Tom’u terk eder.

Sundance’ta ilk gösterildiğinde hikâyesi nedeniyle tepki çeken bu film sarsıcı öyküsüne rağmen baştan sona kadar durgun bir seyir içermekte. Kumsal ve iki ev dışında pek farklı bir mekânın kullanılmadığı film bu açıdan bir sadelik taşıyor. Dram ve biraz da erotik öğeler içeren yapım özellikle edebiyat uyarlaması meraklılarına hitap ediyor.

Yazının devamı...

Entelektüel ve aşık vampirler

Ülkemizde pek değeri bilinmeyen bağımsız yönetmen Jim Jarmusch yine çok sevdiği ve bu konuda çok iyi olduğu karizmatik karakterlerin bolca yer aldığı harikulade bir filmle karşımızda. 4. Malatya Film Festivali kapsamında izlediğim Only Lovers Left Alive (Sadece Aşıklar Hayatta Kalır)’ın vizyon günü sonsuz aşkı anlatışıyla 14 Şubat’a layık görülmüş. Fas’ın mistik ve sıcacık dar sokaklarından Detroit’in karanlık ve ıssız caddelerine uzanan bu postmodern vampir hikayesinin eşsiz bir seyir keyfi vereceğinden hiç şüpheniz olmasın.

Depresif erkek karakterimiz Adam ve Adam’a kıyasla hayat dolu Eve, 3 kez boşanıp yeniden evlenmiş yüzyıllar boyu süren aşkın sahibi iki vampirdir. Eve Fas’ta diğeri ise Detroit’te yaşıyor. İntihara meyilli Adam’ı neşesiyle hayata döndürmeyi amaçlayan Eve, Detroit’e doğru karmaşık bir yolculuğa çıkar. İki vampir sevgilinin kavuşması ile harika diyaloglara ve görselliğe sahne olan film Eve’in küçük kız kardeşi Ava’nın gelişi birlikte bambaşka bir yola sürüklenecektir. Absürt ve alaycı Jim Jarmusch tavrının buram buram hissedildiği filmde TildaSwinton ve Tom Hiddleston’un performansları da şapka çıkarılası düzeyde.

Filmde karakterlerin hepsi birbirinden karizmatik. Vampir olmalarının dışında Eve’nın gözlükleri, kıyafetleri ve muhteşem salınışı başınızı döndürebilir. Adam’ın estetik ve kablo takıntısı, gitar aşkı da göze çarpan detaylardan… Karakterlerimiz için karizmatik olmalarının yanı sıra entelektüel vampirler de diyebiliriz aslında. Kim bilir şu anda dinlediğimiz hangi bestenin sahibi ya da okuduğumuz hangi şiirin yazarıdırlar… Franz Kafka,William Shakespeare, Tesla… Hepsi ile arkadaşlar…

Aşka dair harika çıkarımların yer aldığı Only Lovers Left Alive’da gizemli Detroit sokakları eşliğinde vampirlerimizin mevcut düzeni sorgulayan eleştirilerine de rastlıyoruz. Otoparka dönüştürülmüş bir opera binasına olan eleştirileri adete ülkemize bir selam gibiydi. Günümüz insanlarını zombi olarak nitelendiren bu gotik vampirler eskiye ve eskimeyene dair bir çok şeye etkileyici şekilde dokunmayı çok iyi biliyorlar.

“Aşk mı istiyorsunuz? Buyurun o zaman “ diyen filmin müzikleri de en az kendi kadar büyüleyici. Özellikle son sahnelere damgasını vuran Eve’nin "Her name is Jasmine" diyerek tanıttığı Lübnan'lı şarkıcı Yasmine Hamdan'ın söylediği 'Hal' filmi zirveye çıkarıyor. Bir diğer favorim ise Jim Jarmusch katkılı "Etimasia".

Estetik ve postmodernizmin birbirine karışıp harikalar yarattığı filmi kaçırmayın derim. Bu arada Fas’ın Tanca şehrinde bu yıl ne kadar turist artışı olur emin değilim ama ben “Git” listeme aldım bile.

Yazının devamı...

AŞK

14 Şubat ve yeni filmlerin gösterimi girdiği tarih aynı güne denk gelince seanslara aşk filmlerinin bariz üstünlüğü yansımış durumda. Dolayısıyla bu hafta sinema severlerin önünde bir çok seçenek olacak. “Her” ya da Türkçeye çevrilmiş haliyle Aşk da bu filmlerden biri. Bu yıl “En İyi Film” dalında Oscar’ı almak için yarışacak olan filmin yönetmenliğini Spike Jonze üstlenmekte. Being John Malkovich ve Adaptation filmleri ile aşina olduğumuz Spike Jonze’un filmi Her’ü geçtiğimiz haftalarda Altın Küre’de “En İyi Senaryo” ödülünü de layık görülmüştü. Yapımın bu ödüle “12 Yıllık Esaret”, “Nebraska” ve “American Hustle” gibi yapımları geride bırakarak ulaştığını da hatırlatalım.

Dram, romantik ve bilimkurgu türlerini içinde barındıran yapımın başrolünde Joaquin Phoenix, Amy Adams ve sesiyle Scarlett Johansson yer almakta. Film, plazada çalışan ve işi dışında herhangi bir meşgalesi olmayan Thedore’un hikâyesinin etrafında şekilleniyor. Günümüzde büyük şehirlerde hemen hemen herkesin yaşadığı iletişimsizlik ve yalnızlık gibi dertlerden muzdarip olan Theodore, bu problemiyle yüzleşip bir şekilde çözüm bulmak ister. Samantha adındaki yapay zeka, Theodore’un monotonlaşan ve yalnız dünyasına bu dönemde girer. Yanından hiç ayırmadığı bir cihaz sayesinde Scarlett Johansson’un sesiyle karşımıza çıkan Samantha, sohbeti ile Theodore’a arkadaşlık etmeye başlar. Ancak bu durum zamanla Theodore için bir bağımlılık haline dönüşmeye başlar. Sabahın erken saatlerinde Theodore’u, Samantha’nın sesi uyandırır gün içinde de yaşadığı sıkıntılara ortak olur. Gerçekte kadınlarla iletişim sorunları yaşayan Theodore için artık Samantha sürekli konuşmak istediği bir arkadaş halini almıştı. Gittiği yerlerin fotoğraflarını çekip sanki uzaktaki sevdiğiyle paylaşır gibi Samantha isimli bu yapay zekaya göndermeye başlar. Samantha ile kurduğu bu bağlılık Theodore’u bir bakıma epeydir içinde boğulduğu yalnızlık hissinden kurtarıyordu. Asosyal ve benmerkezci tavırlarıyla bilinen Theodore insanlara karşı günlük yaşamına bu şekilde devam etse de cihazını yanından ayırmadığı yapay zeka Samantha, ona insanlarda bulamadığı heyecanı yaşatıyordu. Onunla her konuda dertleşip fikrini alıyor, başından geçen olayları istediği gibi Samantha’ya anlatıyordu. Ne de olsa onu sıkılmadan dinleyecek yapay da olsa biri vardı yanında. Ancak kuşkusuz bu durum sürdürülebilir bir şey değildi.


Filmin büyük bir bölümünde hikâyenin de gereği olarak tek başına yer alan Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Theodore Twambley karakteri ile eleştirmenlerin beğenisini kazanmayı başarmış durumda. Yine de filmin büyük kısmına yayılan bu tek kişilik performans kimi sinema izleyicisine sıkıcı gelebilir. Durağan bir seyri olan film detayları ve çekim açılarıyla da dikkat çekmekte. Jonze’un bu ayrıntıya önem veren tavrını Being John Malkovich filmiyle de hatırlamak mümkün. Her’de kullanılan müzikler filmin doğasına yani başından sonuna kadar egemen olan yalnızlığa ve durağanlığa uygun bir ritme sahip.

Sonuç olarak film günümüzde özellikle büyük şehirlerde yaşayan, plazalarda çalışan, yoğun iş temposu nedeniyle insanlarla sosyalleşme sorunu yaşayan insanların durumuna ışık tutuyor. Bir yapay zekayla bu denli duygu yoğunluklu bir ilişkinin günümüzde henüz mümkün olmasa da teknolojinin hızı gelecekte belki de bunu mümkün kılacak. Tabii bu durumun ne kadar tercih edilebilir bir olgu olduğu tartışmaya açık.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.