SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Suç ve ceza

Suç ve ceza

|

11 yaşında cinayet işleyen bir çocuğa ne yapmalı?
Amerika son günlerde bu soruyu tartışıyor.
Konu; Arkansas eyaletinde bir okulda iki çocuk tarafından işlenen cinayetler.
Biri 11, diğeri 13 yaşında iki çocuk, üstlerinde beşer tabancayla okula gelerek 4 öğrenci ve bir öğretmeni öldürürler.
Okula savaş kıyafetleriyle gelen çocuklar, daha önce kavga ettikleri arkadaşlarından öç almak için bu cinayetleri işlediklerini söylerler.
Her 18 saniyede bir evin soyulduğu, adım başı suç işlenen Amerika'da şiddetin çocuklara yansıması korkunç. Şiddet içerikli filmler, video oyunları ve rap müziğin de bu çocukları iyi yönde etkilediği söylenemez.
Bu son trajedi, okullarda yaşanan olaylardan yalnızca biri.
Öğrenciler okula silahla gidiyor, çocuklar birbirini vuruyor.
Şimdi Amerika'da katil çocuklarla ilgili şu sorular soruluyor: 1. Bu çocuklar cezalandırılmalı mı, tedavi mi edilmeli?
2. Bu çocuklar yetişkinler gibi mi yargılanmalı?
3. 11 yaşında bir çocuk nerede ve ne şekilde cezalandırılmalı?
Birinci soruya Amerikalıların yüzde 82'si "cezalandırılmalı", yüzde 18'i "tedavi edilmeli" cevabını veriyor.
Amerikan rüyası, New York'un 5. Caddesi, Philippe Stark'ın tasarımını yaptığı oteller ve barlar, Robert De Niro'nun restoranları insanları cezbederken, arka sokaklarda rezalet, suç ve katil çocuklar kol geziyor.

3 haftadır Amerika'da Clinton ve "kadınlarını" görmekten içime fenalık geldi.
Nereye baksam hep aynı hikaye.
Anlaşılan Clinton davası çok kazandırıyor.
Sinemalar bu konuyla ilgili filmlerle dolu.
Bunlardan biri Dustin Hoffman'ın oynadığı "Wag The Dog". Filmin sıkıcılığından ve jet - lag sendromundan dolayı yarısında uyuya kaldığım için sonunu göremedim. Açıkçası pek bir şey kaçırdığımı da sanmıyorum.
Bir de John Travolta'nın Clinton rolünde oynadığı "Primary Colors" (Asıl Renkler) filmi vizyona girdi. Şimdiden gişe rekorları kırdığı söyleniyor. Yönetmen Mike Nichols, filmin Clinton ile ilgisi olmadığında ısrar etse de konu aynı Paula Jones ve Monica Lewinsky'den sonra ortaya çıkan Catherine Willey skandalı da, özellikle TV kanallarının ekmeğine yağ sürüyor.
Geçen hafta Willey'nin, CBS televizyonunda Clinton tarafından nasıl sıkıştırıldığını anlatmasıyla "60 Dakika" programı, 29 milyon izleyiciyle son 3 yılın en büyük rating patlamasını yaptı.
Diğer kanallarda da şimdi, Willey'nin doğru söyleyip söylemediği tartışılıyor ve her programın sonunda kavga çıkıyor.
Biz Türkiye'de böyle şeylere alışık olduğumuzdan ben pek yadırgamadım ama mesela İsveçliler bu duruma çok şaşırıyorlar.
Dergiler söz konusu bayanların ünlendikten sonra nasıl değiştiklerini (yani güzelleştiklerini!) gösteren fotoğraflarla dolu. Hani "böyleydi, böyle oldu" diye bir eski, bir de yeni fotoğraf koyarlar ya, işte aynen öyle. Tabii bu arada onların modacıları ve kuaförleri de gündeme gelmezse olmaz.
Ünlü şovmen Geraldo'nun programında ise Hillary Clinton'ın bu olaylar karşısındaki tutumu tartışılıyor.
Kimi onun kocasını desteklemesini onaylarken kimi de "Hillary de galiba lezbiyenmiş" diyerek konuyu seviyesiz bir boyuta sürüklüyor.
Ayrıca Clinton fıkra ve şakalarına her gün bir yenisi ekleniyor. Ortaya çıkan son şaka şöyle: Güya Clinton Senagal'e "Second Lady" bulmak için gitmiş. (Senegal'de erkekler 4 kadınla evlenebiliyor).
Yani her kafadan bir ses çıkıyor.
Clinton kendisini aklamak için çırpınırken Amerikalılar da bu işin tadını çıkarıyor. Hem maddi, hem manevi.

GEÇTİĞİMİZ hafta New York Radio City Music Hall'da bir Elvis Presley konseri vardı.
Hayır, yanlış okumadınız.
Mükemmel organizasyonuyla, gerçeğinden farksız bir Elvis konseri.
Elvis tabii ki mezarından çıkıp sahneye gelmedi, ama dev ekranda gerçek bir orkestra eşliğinde şakılarını söyledi.
Her şey öyle gerçek görünüyordu ki Elvis hayranları kendilerinden geçip çığlıklar atmaya, sahneye çiçek fırlatmaya başladılar.
Eskiden sadece ruh çağrılırdı.
Şimdi teknolojik olanaklar sayesinde, inandırıcı bir ortam yaratıp görüntü çağırıyorlar.

ÇOCUKLUK ve ilk gençlik yıllarımızda, mutlaka bize yol gösteren biri vardır.
Onun öğrettikleri sayesinde yaşamımız anlam kazanır.
Verdiği öğütler doğrultusunda hareket eder, sorunlarımızı çözeriz.
Sonra büyüyünce o kişiyle yollarımız ayrılabilir. Zor anlarda "Keşke ona danışabilseydim" diye düşündüğümüz, kendimizi kaybolmuş hissettiğimiz olur. Yapayalnız, akıl soracak kimse olmadan, kendi kendimize kalıveririz.
İşte Mitch Albom da, Amerika'da best seller olan kitabı "Tuesdays with Mullie" (Mullie'yle Salı Günleri)'de bunu anlatıyor. Gerçek bir hikaye.
Albom bir gün kendisinden çok şey öğrendiği öğretmeni Morrie Shwartz'ın izini kaybeder.
Okul sonrası başka bir kente taşınarak yeni bir hayata başlayan Albom karşılaştığı problemler dolayısıyla öğretmenine hala ne kadar ihtiyacı olduğunu anlar, ama onu bir türlü bulamaz.
Yıllar sonra tesadüfen buluştuklarında ise bir daha hiç ayrılmamaya karar verirler. Bu arada Morrie ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır.
Her salı buluşup hayat üzerine konuşurlar.
Albom, ölüm ve yaşamla ilgili, hepimizin aklını kurcalayan o "büyük" soruları sorar ve çoğunun cevabını alır.
Sonra öğrendiklerini herkesle paylaşmak için bu kitabı yazar. Ama Morrie Shwartz kitabı göremeden hayatını kaybeder.
Sevgiyle yazılmış, güzel bir kitap.
Umarım yakında Türkçeye çevrilir.


© Copyright 2024

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.