SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Duygular: Kendinizi Tanımanın Anahtarı

Pek çok insan kendini tanıma ve anlamlandırmayla ilgili sorunu yaşar. Bazılarımız hissettiklerini yakalayabilirken bazılarımız ise bir şey hissettiğini ama bunu tanımlayamadığını ifade eder. Kısaca pek çok insanın duygularıyla kafası karışıktır.
Peki duygularımızı ifade etmek ve onları kontrol etmek mümkün mü?

Duygular beynin hem limbik hem de otonom sinir sistemiyle ilgilidir. Bu sebeple heyecanlandığımızda terleme, kızarma, kalp atışlarında artma, hızlı nefes alıp verme gibi bedensel tepkiler gözlenir.

Duygular, kişinin düşünce ve algılarından etkilenir. Çevredeki olayların algılanması, kişinin kendi içsel sürecindeki değerlendirmesi ve olayları yorumlama biçiminden ortay çıkan duygular herkes tarafından farklı anlamlandırılıp, değerlendirilebilir.
Duyguları temel ve karmaşık olmak üzere iki gruba ayırmak mümkündür. Temel duygular korku, üzüntü, öfke, mutluluk iken; karmaşık duygular kişinin olaylara bakış açısıyla beraber değerlendirdiği düşüncelerin bileşiminden oluşan yetersizlik, hayal kırıklığı, küçümsenme gibi duygulardır.

Temel duygular daha tepkisel ve anlık oluşan otonom sinir sistemi tarafından fizyolojik belirtilerin açığa çıktığı istemsiz bir durumdur. Karmaşık duygular ise gelişen olaylara bakış açımızla birlikte anlam kattığımız halk arasında alınganlık olarak tabir edilen durumlara yol açan kişinin kendisiyle ilgili düşünsel bir kanıya varması sonucu otomatik gelişen olumsuz duygulardır ve uzun süreli fizyolojik belirtilerin açığa çıktığı bir süreçtir.

Duygular, ruh halimizi belirleyen en önemli unsurdur. Genellikle saf olarak karşımıza çıkmayan duygular yaşanan olayları değerlendirdiğinizde bir ya da birden çok duyguyu bir arada içerebilir.

Duyguları tanımanın iki aşaması vardır.

* Bilinçaltımızdan gelen bastırılmış duygularımız
* Bedene dönmek

Bilinçaltımızın aynası olan içeride tutulan duygular kişinin çeşitli fizyolojik ve psikolojik belirtiler yaşamasına sebep olur.

bazen belirsizliklerle karşılaşınca ortaya çıkan temel bir duygu olan endişe herkeste varolan bir durumdur. fakat beklenmedik olumsuz duyguların düşüncelerle birleşimi kaygılara yol açabilir. bazen de bir durumla ilişkiliymiş gibi gelmeyebilir bu durumda güçlü ve ifade edilmemiş duygular sonucu oluştuğu söylenebilir.

kuvvetli duyguları tanımlamak ve ifade etmeyi öğrenmek pek çok psikosomatik semptomun azalmasını ya da kaybolmasını sağlayabilmektedir.

gergin, sıkılmış kaslar büyük ölçüde duyguların uzun süreli ifade edilmemesi sonucu ortaya çıkan yaygın bir belirtidir. Duygular ifade edilmeyip bastırıldığında belirli kasmalarımızı sıkmaya yönelebiliriz.

depresyon olarak da bilinen bu durum bazı kayıplardan sonra üzüntü ve yas hali olarak depresif süreç gelişebilir ve bu durumdan kurtulmanın en pratik yolu gözyaşlarımızın akmasına izin vermektir. Kişinin kendine yönlendirdiği maskelenmiş kızgınlık ya da öfkenin içeride tutulması hali de sıkışmış duyguların patlamasına yol açabilir. Özellikle kendinize yaptığınız eleştirinin dozu yüksekse, belirli bir kaybınız yoksa, kendinize yüklendiğiniz bir dönemdeyseniz kendimize “neye kızgınım?” sorusunu mutlaka yöneltmeliyiz.

BEDENE DÖNMEK

* Şimdi kendinize bir sorun bugün bedenim nasıl?
*Ağrıyan, sızlayan, uyuşuk hissettiğim, gerginlik ya da herhangi bir şeyin varlığını yakaladığım bir durum mevcut mu?
*Eğer mevcutsa bu ağrıya odaklanın. Bu ağrıda hangi duygular mevcut olabilir?
(duygunuzu fark edemiyorsanız karmaşık olmalı o zamana içinde barındırdığı temel duygulara bakmayı deneyin)
ve son soru
*Bugün bana böyle hissettiren ne oldu?

Yazının devamı...

Kısır Döngü: İletişim Problemi...

“Hep beni mi buluyor tüm sorunlu insanlar!” şikayetini neredeyse tüm insanlardan sık sık duyarız. Ya insanlar bizi yanlış anlar ya da biz onları ve ardından yine o kısır döngü; iletişim problemi…

Aslında sorun yanlış anlamak ya da yanlış anlaşılmak değil, asıl sorun çevremizdeki insanlarla konuştuğumuz dildir.

İnsanlarla iletişim kurarken genellikle “sen” dilini kullanırız. Sen dili kullanımı yargılayıcı ve suçlayıcıdır, olumsuz genellemeler içerir. Karşı taraf eleştirildiğini hissettiği için kendini savunmaya çalışır, karşı gelir, direnir ve hatta saldırıya geçer. Davranıştan çok kişiliğe yöneliktir, neye kızıldığının anlaşılmamasına neden olur, konu amacı dışına çıkar ve birçok eski biriktirilmiş konunun açılmasına sebep olur.

Sen dili ne kadar yumuşak söylenirse söylensin karşınızda bulunan kişiye suçlandığını düşündürür. Bu sebeple aslında yanlış bir dildir. İletişimde kullanılması gereken ve maalesef toplumda çok az sayıda insanın kullandığı dil, BEN DİLİ‘dir.

Kişinin karşılaştığı durum veya davranış karşısında tepkisini kendi duygu ve düşünceleriyle açıkladığı ifade tarzına “BEN DİLİ” adı verilmektedir.

BEN DİLİ, karşımızdaki kişiye kendimizi 3D ile anlatma sanatıdır. 3D,“Duygu-Düşünce ve Davranış”ı kapsar. Yaşadığınız olay ile ilgili kendi düşüncenizi, bu olayda hissettiğiniz duygunuzu, ve olay ile ilgili olan tutumunuzu/davranışınızı karşınızdaki kişiye aktardıktan hemen sonra çözüm önerisi sunmalısınız ya da birlikte çözmeyi teklif etmelisiniz.

Bir örnekle bu durumu açıklamak istersek;
Diyelim ki eşinizin artık sizinle eskisi kadar ilgilenmediğini düşünüyorsunuz ve bu konuyu onunla konuşmak istiyorsunuz:

-Son zamanlarda eskiye oranla daha fazla ihmal edildiğimi düşünüyorum ve bu düşünce benim bu konuya sabah akşam odaklanmamı ve sebep arayarak geçirmemi sağlıyor. (Düşünce)
-Kendimi bu konuyla ilgili olarak mutsuz ve çaresiz hissediyorum. (Duygu)
-Bu da benim sık sık ağlamama ve kendimi odaya kapatmama sebep oluyor. (Davranış)

* Bu konunun önemli ve ilişkimiz için problem olduğunu düşünüyorum. Çözüm olarakta birlikte yaptığımız sosyal aktiviteleri arttırmayı öneriyorum. Senin bu konudaki bakış açınsa bize ışık tutabilir senin çözüm önerin nedir?

Ben dili kişinin karşılaştığı olaylara olan yaklaşımını yani gerçek duygu ve yaşantılarını açıklar. Yargılama, yorum veya suçlama içermez dolayısıyla ben dilinin kullanımı karşı tarafa suçluluk hissettirmez. Herhangi bir saldırı olmadığı için savunma durumu da söz konusu değildir. Kişiliğe değil davranışa yöneliktir. Karşı taraf dinlemeye ve iletişimi sürdürmeye istekli olur.

Bugüne kadar sen dilini kullanmak size bir şey kazandırmadı aksine kaybettirdi.
Şimdi artık bir de ben dilini deneyin…

Yazının devamı...

Mevsimsel Depresyondan Korunmanın Yolları

Yaz aylarının insanların gözündeki yeri malumunuz… Herkesin mutlu, içlerinin kıpır kıpır olduğu bu güzel mevsimde herkesin genel olarak hayatlarında problem olarak gördükleri durumlar hafifliyor, azalıyor ya da bitiyormuş gibi geliyor. Sorunlar yaz ayında daha mı hızlı halloluyor yoksa bizim umursamazlığımız mı devreye giriyor tartışılır fakat bir gerçek var ki yaz aylarında insanlar her zaman olduğundan daha mutlu. Peki ya kış ayları…

Mevsim geçişlerinde yaşanan havaların dengesiz seyri, bizlerde de fizyolojik ve psikolojik değişimlere yol açabiliyor. Güneşin bizi eskisi gibi ısıtmaması ile birlikte ihtiyacımız olan serotonini ve enerjimizi yerine koyamama hali modumuz da düşüyor.

Mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin, bir sinir hücresinden diğerine elektrik sinyallerini aktaran bir nörotransmitterdir. Beyinde salgılanan ve vücudun merkezi sistem ve mide bağırsak kanalında bulunan serotonin kişinin öğrenmesini ,hafızasını, uykusunu, iştahını, cinsel isteğini, sosyal yaşamını, kısacası aklınıza gelebilecek her alanı etkiler. İşte tam da bu yüzden havaların kapanması, günün erken kararması kişinin serotonin salınımını yeterinde yapamamasını sağlayarak depresif belirtiler göstermesini sağlar.

Peki bu depresif belirtilerden kurtulmak için ne yapabiliriz?

-Doğru nefes alıp verin!
Beyine taşınan düzenli oksijen miktarı daha sağlıklı düşünmemizi sağlar ve gün içinde bunaldığınızı hissettiğiniz zamanlarda dikkatinizi düzenli nefes alışverişlerinize veriyor olmak size “an”ı fark ettirir.

-Düzenli yürüyüş yapın!Her gün yapacağınız en az yarım saatlik yürüyüş beyninizin serotonin salınımını hareketlendirerek daha iyi, enerjik ve mutlu hissetmenizi sağlar.

-Bol sıvı tüketin!
Su içiyor olmak vücudumuz için ne kadar önemli ise psikolojimiz içinde bir o kadar önemlidir.

-Zevk aldığınız aktivitelere yer açın!
Dikkatinizi odaklamanızın kolay olduğu aktiviteler kişinin duygu durumunu önemli seviyede etkiler.

-Düzenli bir uyku şart!
Gün ışığı ile serotonin seviyesi artarken, uyku hormonu olan melatonin azalmaktadır. Bu sebeple biyolojik saatinizi her gün aynı saatte yatıp kalkmaya ayarlayıp rutin akışınızı bozmayın.

-Düzenli beslenin!
B9 vitamini (folik asit) içeren yeşil yapraklı sebzeler, tam tahıl ürünleri, bezelye, brokoli ve lahana tüketmeye çalışın.

Unutmayın ki tüm bunlar hayat akışınızı bozan bir durum olmadığında işe yarayacaktır. Fakat hayat akışınızı bozan olay ya da durumlar yaşamanız (yakınınızın vefatı, arkadaş/iş/eş/sevgili kaybı, travmatik olaylar…) tüm bunları yapıyor olsanız bile psikoterapi desteğine ihtiyaç duyacağınız durumlardır.


Uzm. Klinik Psk. Dilek ÇELEBİ ÇELİK

İnstagram: psikolog_dilekcelebicelik
Twitter: uzman_psikolog_
Facebook: Uzm.Psk.DilekCelebiCelik

Yazının devamı...

Herkesi, Her Şeyi Affediyorsunuz, Peki Ya Kendinizi Affediyor musunuz?

Hayatta herkesin üzüldüğü, kırıldığı birileri olmuştur. Bazen çözüm bulmak adına konuşur ve tatlıya bağlar bazen de akışına bırakıp kırgınlıklarımızı konuşmayız bir süre sonra bir şekilde rahatlama ve huzur bulma ile karşımızdakini affeder hayatımıza devam ederiz. Peki tanıdığınız tanımadığınız bir çok insanı affederken kendi hatalarınız ve suçlamalarınız için kendinizi affediyor musunuz?

İnsanlar her zaman kendilerine başkalarına olduklarından daha acımasız davranırlar yaşanan tüm olaylar bir şekilde kafanızda son bulup olumsuzlamalar biterken kişinin kendi yaşantısı ile ilgili olumsuz otomatik düşünceleri devam eder.

Olumsuz otomatik düşünce; kişinin duygu ve düşüncelerini etkileyen bilinçli bir yargılama süreci olmaksızın oluşan ve kişiyi derinden etkileyen zihinsel işlevlerdir. Bir olay gerçekleştiğinde beynimizde hemen otomatik bir düşünce oluşmaktadır. Bu otomatik düşünceye önce içsel konuşmalarımız sonra da diğer algı sistemlerimiz eşlik eder. Siz fark edin ya da etmeyin olumsuz otomatik düşünceler dönen çarklar gibi birbirini harekete geçirerek kişinin kendisiyle ilgili ya da hayata bakış açısıyla ilgili algısını bozarak bir etiket edinmesini sağlar.
Kötü bir gün geçirdikten sonra kendinizi dinlediğinizde iç sesinizin pek çok şey söylediğini fark edebilirsiniz.

“Çok kötü bir gün, zaten her günüm böyle geçiyor, tüm kötü şeyler beni buluyor, dünyanın en şanssız insanıyım, talihsizlik yakamı bırakmayacak, ben lanetlenmişim…”

Tüm bu düşünceler özellikle kendimizi sorguladığımız zaman olan akşam saatleri ardı ardına gelir ve kendinizi affetmenize izin vermezler. Ne kadar olumsuz şey varsa kendinizi inandırmaya çalışır. Bu düşünceleri tetikleyen ise çocukluğumuzdan gelen kalıp düşüncelerdir. Kalıp düşünceler (şemalar); kişinin kendisiyle ilgili değer ve kalıp yargılarından kaynaklı oluşur. Örneğin çocukluğunda sürekli etrafındaki kişilerle kıyaslanmak gibi olumsuzlamalara maruz kalan birisi kendisiyle ilgili “değersizim” ya da “yetersizim” kalıbını kendisine etiketleyebilir.

Olumsuz düşünceler kişinin kendisini affetmesini zorlaştırırken sürekli olumsuz inançları kendine etiketlemesine sebep olur. Kişi eğer kendisiyle ilgili bu olumsuz otomatik düşünceleri fark edip onların hangi kalıp düşüncelerini tetiklediğini bulabilirse gelen etiketlemeleri kabullenmeyip daha pozitif bir bakış açısıyla kendini algılayabilir. Kişinin bunu tek başına başarabilmesi güçlü bir iç görüye sahip olabilmesiyle mümkündür. Eğer farkındalığınız düşükse ve şemalarınızın farkında değilseniz bu durum yaşam kalitenizi ciddi anlamda engelleyeceği için bir psikologtan danışmanlık alıyor olmanız hayat kalitenizi ciddi anlamda düzeltecek ve kendinize olan bakış açınızı pozitife çevirmenizi sağlayacaktır.

Uzm. Klinik Psk. Dilek ÇELEBİ ÇELİK

Yazının devamı...

Kötü Anılardan Kurtulmanın Formülü

İnsanlar hayatları boyunca birtakım problemler ile yüzyüze gelirler. Bu problemlerin bazıları halledebilir nitelikteyken çoğu hayatımızı etkiler niteliktedir. Hayatımızı etkileyen bazı olaylar bizde travmaya neden olabilmektedir.

Travma; kişinin ruh sağlığı açısından önemli, etkili ve derin bir yaralanmaya sebep olan bir durumudur. Kişiyi korkutan, çaresiz hissettiren olaylar kişide uzun süren travmalara yol açar. Travma deyince herkesin aklına genellikle deprem, sel ,yangın, tecavüz vs. gibi büyük travmatik olaylar gelir.

Ancak gelen danışan portföyüne baktığımız zaman, bu insanlar hangi sorunla (depresyon, panik atak, kaygı bozuklukları, fobiler, özgüven eksikliği, öfke kontrolü vs.) gelirse gelsin aslında altında yatan çözülmemiş birtakım anılar sonucunda bu sorunu yaşıyor olduğunu söylememiz mümkün. Geçmişte yaşanmış ve çoğu zaman unuttuğumuzu sanıp aslında bastırmış olduğumuz bu kötü anılar kişi için çoğu zaman kanayan bir yara gibi olabiliyor.

Travma iki şekilde oluşur;

Büyük ”T”ler: kaza, şiddet, tecavüz, deprem, sel gibi doğal afetler…

Küçük “t”ler: yetersizlik, başarısızlık, kıyaslanma, dışlanma, ihmal edilme, terk edilme, aşağılanma, cinsel taciz... vb.

Yaşadığımız travmaların hepsi bizde birtakım sorunları (depresyon, OKB, panik atak, fobiler, anksiyete bozuklukları vs.) ortaya çıkarıyor.


EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing)’de amaç, bizim için duygusal yoğunluğu fazla olan, travmatize olduğumuz anılarımızı yeniden işleyip duyarsızlaştırmaktır. Açılımı göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme olsa da, aslında pek çok unsuru kapsayan bir yeniden işleme terapisi metodolojisidir. Bu metod görsel, duyusal ve işitsel olarak danışanın bilgi işleme sistemini harekete geçiren çift yönlü dikkat uyaranından birini alıyor olmak terapinin işlevsel olması için geçerlidir.

Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz:

Kırılan bir bardağın parçalarını toplarken elinizi kestiğinizi düşünelim. Elinizdeki kesiği vücudumuz zaman içerisinde onaracaktır. Ancak yaranın içine cam kırıkları girmişse bu kesik bir şekilde kapansa bile canınız acımaya devam edecektir. Yaşadığımız her şey beynin kendini onarma işlevinin harekete geçmesi ile onarılır. Fakat travmatik bir olay olduğunda, aynı yaradaki cam kırıkları gibi beyin kendini onaramaz ve yaşadığımız travma ile ilgili anılar sanki yap-bozun birer parçalarıymış gibi, dağınık halde gelir. Beyin onarma işlevini yerine getiremediği için anıyı birleştirmekte, sıralamasını yapmakta güçlük çekeriz.

EMDR terapisi ile hedef, o yaranın içinde bulunan cam kırıklarını tek tek temizleyip yaranızdaki acıyı hafifletmek ve beynin kendini onarma işlevini harekete geçirmeyi sağlamaktır. Acıyı yok ederek ve beynin onarma işlevini aktive etmekle beraber travmatik anı kişiyi eskisi kadar rahatsız etmemeye başlar ve anı normalleşir.

Travmaya maruz kalan bireyler, normal şartlarda umursanmayacak uyaranlara karşı aşırı derecede duyarlı davranabilir ve en ufak uyaranla irkilebilir. Aşırı telaşlı, kaygılı, huzursuzluk içinde, olayı hatırladıkça tedirgin olabilir. Fizyolojik olarak ellerde titreme, ağlama ve diğer psikosomatik belirtiler görülebilir. Travmayı net hatırlarken diğer olaylara karşı dikkatsiz ve ilgisiz olabilir. Bu sürede aşırı unutkanlık görülebilir. Travmanın en tipik belirtisi olayın sık hatırlanması ve hatırlandıkça yeni baştan yaşanıyor gibi hissedilmesidir.

EMDR, kişinin kendisi ile ilgili olumsuz inanç geliştirmesi ile oluşan, bilgi işleme modeline dayanan, sekiz aşamalı bir yaklaşımdır. Kişinin geçmişte yaşamış olduğu zamanlara ait anıların çözülmesini sağlamak, kişinin kendi iç görünü ortaya çıkarmak, anı ile ilgili bileşenleri yeniden düzenlemek, mevcut stres faktörünü tetikleyen uyaranın duyarsızlaştırılmasını sağlamak ve en önemlisi gelecekte daha iyi işlev gösterilebilmesi için uygun tutumların becerilerin ve arzu edilen davranışların yerleştirilmesi sürecidir. EMDR Terapisi beynimizdeki anı ağlarına erişerek travmatik olan anıları belirleyip o anılarla çalışarak anıya olan bakış açımızı normalleştiren bir seviyeye çekmemizi sağlar. Terapi süresince kişinin bilinci açık ve her şeyin farkındadır.

EMDR, Bu durumu şöyle bir örnekle anlatacak olursak:

Çocukken okulda öğretmeninizin size bir soru sorduğunu varsayalım. soruyu bilemediğinizde öğretmeninizin kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra başka bir arkadaşınızı kaldırdığını düşünelim. bazılarımız için çocukken yaşammış olduğu bu anı önemsiz ve gülüp geçilecek bir anı algısına sahipken bazılarımız içinse durum bugün baktığında hiç de öyle gelmeyebilir. bugünkü siz olarak dönüp hatırladığınızda size hala “yetersizim/başarısızım/...” gibi bir düşünceyi hissettiriyorsa bu sizin yaşamış olduğunuz duruma bağlı algı değişikliği yaşadığınızı, negatif inanç geliştirdiğinizi gösterir ve bundan sonraki tüm yaşamınızda bu travmanın yarattığı o olumsuz inançları taşıyacaksınız demektir.

Acı veren anılar, onlardan kaçınıldığı sürece rahatsızlık verme güçlerini korurlar. Terapi sırasında acı veren anılarla, oldukça güvenli bir ortamda karşılaşılır, kişi anının vereceği duygusal yoğunluğa hazırdır ve bu şekilde onun üstüne gider üstesinden gelmek için harekete geçebilme şansını bulur.


EMDR, sadece seans içinde değil seans sonrası da sizi olumlu yönde etkilemeye devam eden hızlı ve etkili bir terapi yöntemidir. Kötü olay çalışılmaya başlandığı ilk seanstan bir sonraki seansa kadar işlemlemeye devam eder. Eğer travmanızın altında başka travmalar yatmıyorsa, bir sonraki görüşmede travmatik anı ile bağlantılı kendiniz ile ilgili olumsuz inancınız azalmış oluyor, kaldığımız yerden devam ediyoruz ve kişi sonunda o anıya karşı duyarsızlaşıyor, anının aklınızdaki görüntüsü flulaşıyor ve artık, o anı aklınıza geldiğinde öncesinde hissettiğiniz o çarpıntılar, ağlamalar, bedensel belirtiler, duygular vs. gelmiyor oluyor.


EMDR geçmişinizi silemez ya da unutmanızı sağlayamaz ama, o geçmişte yaşadığınız ve sizin için travmatik olan anının/anıların olumsuz etkilerini azaltabilir, ortadan kaldırabilir. EMDR, anı ağlarınızdaki travmatik ve kangren anıları düzenleyip yeniden kan akışı sağlar ve böylece beyinde kangren olmuş travmatik olayların işlenmesini sağlar.


Uzm. Klinik Psk. Dilek ÇELEBİ ÇELİK


Yazının devamı...

Hayatımızdaki Narsistler...

Çağımızın kişilik yapılanması olarak bilinen “narsisizm” Yunan mitolojisinden sudaki yansımasını gören ve bu yansımasına yani kendisine aşık olan ve bir ömür boyu ulaşamayacağı bu aşkın peşinde aşkını (kendisini) izleyerek ömrünü tüketen Narkissos’dan gelmektedir.

Mitolojiye göre; Narcissos doğduğu gün, kahin Tressias uzun ve mutlu bir hayat süreceğini bunun için yapması gereken tek şeyin hayatı boyunca kendisini görmemesi olduğunu söyler. Narcissos büyür tüm genç kızların ilgisini çeken ve kendine aşık eden bir delikanlı olur fakat o hiçbirine yüz vermemekte ve ilgilenmemektedir. günün birinde peri Echo, aşık oldu ve Narcissos ona da yüz vermedi. Aşkı karşılıksız kalan Echo üzüntüden zayıfladı ve hastalandı. Bunu gören diğer periler tanrılardan öç almasını istedi ve tanrılar kabul etti. Bir gün av sonrası göl kıyısına su içmek için giden Narcissos, sudaki yansımasını gördü ve öylece bakakaldı kendisine aşık olmuştu. Hikayenin bundan sonraki kısmı iki farklı mitolojik hikaye olarak ayrıldı bir mit kendisine kavuşmak için suya bağırmış ve sonunda bitkin düşüp ölmüş ve bedeni bugün “Nergis” diye bilinen çiçeğe dönüşmüştü derken; bir diğer mit ise,kendisine aşık olup oradan ayrılamadığını tıpkı Echo gibi gün gün eriyerek oracıkta öldüğünü söyler.

Narsisizm kavramı, en temelde insanın kendisinden, hayatından ve bu dünyadaki varoluşundan haz veya acı duymasıyla ilintilidir.

Narsisizmin temelinde kişinin kendine saygı sevgi ve güven duymakta büyük problemler yaşaması olmakla beraber kişi bunun farkında değildir. Narsisistik kişinin hayattaki yaşam amacı dünyada ve çevresinde değer ve saygı görmek, takdir edilmek ve bunun böyle olduğunun onayını almak adına sürekli ispat çabasında bulunmak, kendini iyi ve sevilebilir olduğunu hissetmek için mükemmel görünmeye çalışmaktır. Yaptıkları herşey ilgi ve takdir toplamak içindir. Hayranlık kazanma uğraşıları da karakteristik özellikleridir.

Kendi klinik görüşüm ve çevremde tanıdığım tüm terapistlerle ortak görüşüm narsist erkeklerin oranının daha yüksek olduğu şeklinde olmakla beraber; kadın narsistlerin kendilerini dış görünüm, birlikte yaşadıkları insanlar ya da kendi konumları ya da çocuklarının durumları ile ilgili alanlarda kendilerini ortaya koyma yönündedir. Kadın ve erkek narsistlerin ortak yönleri ise dikkat odağı olmaya doymak bilmez ihtiyaçtır. Bu durum narsist kişinin empatik ve vicdan sahibi olabilmesini kısıtlar.

Narsist bireyler genellikle terapiye kendileri ihtiyaç duydukları için gelmezler bunun sebebi kendilerini mükemmel, kusursuz ve her şeyi bile olarak görmeleridir. Terapiye ancak mahkemelik olduklarında mahkeme yönlendirmesiyle, eşleri çileden çıkıp boşanma kararı ya da ilişkide mola kararı verdiklerinde ya da iş yerlerinde patronlarının sıkıştırması sonucu yardım almayı kabul ederler.

Narsist insanlarla yaşayan bireyler ise; her zaman kendilerini engellenmiş, küçük düşürülmüş, aşağılanmış, çaresiz, yetersiz, değersiz ve öfkeli hissederler. Özellikle narsist eşleri olanlar yıllar önce aşık olduğu nassist bireyle başedecek gücü kendinde bulamazken onlardan ayrılacak durumla başedecek enerjiyi de bulamazlar ve aslında en çok terapiye gelen grupta mağduriyeti yaşayan gruptur.


Uzm. Klinik Psk. Dilek ÇELEBİ ÇELİK

Yazının devamı...

Yaşadığımız Toplumsal Travmalardan Nasıl Kurtulacağız?

Son zamanlarda hepimizin maruz kaldığı terör olayları, şehitlerimizin kaybı, patlamalar, savaş ve diğer yaşamış olduğumuz, maruz kaldığmız ya da şahit olduğumuz tüm durumlar… tüm bunlar beni bir travma terapisti olarak biraz daha bu konuyu yazmayı itti. Ciddi anlamda bir travmalar ülkesi olup çıktık.

Peki bu kadar çok travmalarla içli dışlı olmuşken travma geçirip geçirmediğimizi nasıl anlayacağız?

Travma; ani ve beklenmedik şekilde gelişen, günlük rutini bozan, dehşet, endişe, korku ve panik yaratan, kişinin maruz kaldığı an ve takip eden sürecinde anlamlandırma süreçlerini bozan durumlara verilen genel isimdir.

Travmaya maruz kalan bireyler; fiziksel zarara maruz kalmış ya da maruz kalanlara şahit olmuşsa böyle bir durumda aşırı derecede korku, çaresizlik, dehşet hissederler. Kişiler travmalara doğrudan maruz kalabildiği gibi dolaylı yoldan da maruz kalabilir. Her iki durum da kişide aynı süreci oluşturabilir. Yani siz yaşanan toplumsal bir terör olayına, bir doğa olayına ya da travma etkisi oluşturacak herhangi bir sürece dahil olarak travmatize olabileceğiniz gibi; yaşanmış olan süreci birisinden dinlediğiniz ya da televizyon, gazete, internet vs. haber organlarından izlediğiniz zaman da travmatize olabilirsiniz.

Travma; kişinin içsel ve dışsal güvenlik algısını yok edeceği için kişinin kendini güvende değil şeklinde, tehlikede ve çaresiz hissetmesine sebep olur. Bu sürece maruz kalıyor olmak anlamlandırma sürecini bozacağı için yaşanan olay kişi tarafından belirli bir sıralamada hatırlanamaz. Yaşanan travmanın hemen ardından aşırı uyarılmışlık ya da tam tersi bir durum olan uyuşma hali, duygusal tepkisizlik, dalgınlık, kayıtsızlık, kişinin kendine yabancı hissediyor olması (depersonalizasyon) ya da etrafında olup biten her şeye karşı gerçek değilmiş gibi bir algıya kapılıyor olması (derealizasyon) gözlenebilmektedir. Bu semptomların önemli bir çoğunluğunu en az 2 gün, en çok 30 gün yaşıyor olma durumu Akut Stres Bozukluğu iken; 1 ayı geçen durumlarda kişiler Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanısı açısından değerlendirilir.

Psikolojik yardım için başvuran travma mağduru insanların, akut stres bozukluğu evresini yaşayanlar daha sık yardım başvurusunu kabul ederken; TSSB evresine geçenler yardım başvurularına yakınlarının ısrarı ya da kendi istekleri ile gelebilir ve genellikle travmayla yüzleşme evresinde de terapiden kaçma eğilimi gösterebilirler.

PEKİ TRAVMA YAŞAYAN BİREYLER NE YAPMALI?

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.