SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Jilet Gibi Bir Dudağa Kırk Dakikamızı Veriyoruz"

Ünlülerin ve moda çekimlerinin en çok aranan make-up artist’lerinden Alp Kavasoğlu aynı zamanda ODTÜ’lü bir felsefeci ve sosyolog. Bu kadar yetenekli bir adamı bulmuşken lafı uzatmadan dosdoğru konuya girmekten kaçınmıyorum. Soracak çok şey var!

Alp, genç kızlar makyajı artık annelerinden öğrenmiyor galiba?

Aynen öyle, o devir kapandı. Genç kızlar artık blogger’larda ne görüyorlarsa onu yapıyorlar. Makyaj konusunda gayet netler.

Sosyal medya etkisi yani? Peki birine yakışan şey ötekine de yakışır mı?

Maalesef, son zamanlarda herkes birbirinin aynı şeyleri yapıyor, kontür yapma ve kaş kalınlaştırma, buna en yaygın iki örnek. Öyle pompalanıyor ki bu tarz örnekler, özellikle kontür işinde ipin ucu çok kaçıyor, pek çok kadın “daha fazla, daha fazla” derken, kendilerine hiç yakışmayan, güzelliklerini örten makyajlarla geziyorlar.

Yaşa göre makyaj var mı sahiden? Olmalı mı?

Elbette var. Her şeyden önce yaşa göre baz var. “Kırışık” dediğimiz şey çok oynak bir doku. Cildimiz, kırışmaya başladığında makyaj için tehlikeli olmaya başlıyor. İşte burada yapılan çok yaygın bir hata var, o da göz altlarına concealer, yani aydınlatıcı sürdükten sonra üstüne pudra uygulamamak. Concealer’ın dokusu yağlıdır. Gözlerimizi aydınlatsın diye sürdüğümüz bu ürün, pudrasız kalırsa kırışıklıklarımızın içine doluverir, ve işte orada bütün makyaj biter!

Oysa, makyajı sabitleyen en önemli üründür pudra, bizim için makyajın mucizesidir.

Göz çevresinde kırışıklıkları olan kadınlar ne yapmalı?

Her şeyden önce botoks yaptırsınlar! (Kahkahalar)



Estetiğe nasıl bakıyorsun?

Çok sıcak bakıyorum. İnsanlar aynaya baktıklarında kendilerini mutsuz eden bir yer görüyorlarsa, elbette gidip estetik yaptırabilirler. Mutlu olmalı insan. Hayatta en önemli şey bu.

Modeller için de geçerli mi bu görüşün?

Modellerde iş biraz değişiyor açıkçası, estetik operasyonlar geçirmek kariyerleri için büyük bir risk haline gelebiliyor. Bir modelin burnu kötüdür, yaptırır, çok güzelleşir fakat bir de bakmışsın bütün kariyeri bitmiş. Artık çok güzel olabilirsin ama bütün havanı kaybetmiş olabilirsin. İnce bir çizgi var, dikkat etmek lazım.

Güzellik kavramı gittikçe değişiyor, dönüşüyor sanki?

Kesinlikle öyle. Artık dünyada doğal güzelliğe dönüş var. Uluslararası tasarımcıların defilelerine bak, bu çok açık ve net görülüyor. Artık insanlar doğal güzelliğin peşinde. Genel yargının çirkin kabul ettiği şeylerin de güzel olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Mesela vitiligo hastası bir model var, Chantelle Brown-Young, derisinin yarısı siyah, yarısı beyaz, derisinde pigment kaybı var. Sırf insanların olumsuz tepkisi yüzünden zamanında okulunu yarım bırakmış, fakat şimdi bütün dünyayı peşinden koşturuyor. Böyle enteresan örnekler çok var artık, mesela artık dişlerin bozuksa, dünyanın en ünlü modeli olabilirsin.



Bizde de bir değişiklik var mı?

Biz henüz o tarafa gelemedik diyebilirim. Hala estetik operasyonları abartıyoruz. Daha güzel olalım diye çok yanlış uygulamalar deniyoruz. Halbuki, dediğim gibi dünyada artık sen sadece yüzünle ve vücudunla değil, başka ne ile, başka hangi özelliğin, meziyetin ile başarılı olabiliyorsun, buna bakıyorlar. Hayatta neyi başardın, nasıl güçlü kaldın? Kozmetik markaları ve güzellik sektörü artık kadını güçlendirmeye, özgüven aşılamaya çalışıyor. İşler çok değişti.



Biz Türkler çok mu makyaj yapıyoruz? Nedir bizim makyaj alışkanlıklarımız?

Biz, ortada bir yerdeyiz. Bir tarafımız Avrupalıyken bir tarafımız Doğulu. Orta Doğu’ya gittiğin zaman inanılmaz makyajlarla karşılaşıyorsun. Aşırı makyaj yapıyor kadınlar, makyajda her şey çok fazla. Avrupa ve Amerika’ya baktığındaysa her şey yumuşuyor ve çok doğal, gündelik makyajlar prim yapıyor. Biz, hem Avrupalı olmak istiyoruz, yani hem o doğallığı istiyoruz, ama aynı zamanda Akdenizli olduğumuz ve gözler bizde çok önemli olduğu için elimiz Arap makyajlarına da çok gidiyor.

Neden bizde gözler bu kadar önemli?

Türk kadını göz makyajını çok seviyor, dikkat edersen bizde dudak makyajı çok yoktur. Hep gözleri vurgularız.

Dudak makyajı da riskli bir şey, değil mi?

Nereye gittiğine de bağlı. Mesela ben gelin makyajında dudak yapmam. Neden, çünkü ben o dudağı muhteşem bir şekilde yapacağım fakat sen onbeş dakika sonra onunla öpüşeceksin, bununla öpüşeceksin, pasta yiyeceksin, güzelim dudaktan eser kalmayacak! Kaldı ki kırmızı ruj çok zordur. Bir kere mutlaka simetrik olacak! Ve ben henüz Türkiye’de simetrik kırmızı dudak boyayabilen bir kadın görmedim.

Bir kırmızı dudak kolay çıkmıyor, diyorsun?

Bir kırmızı dudak için çekimlerde kırk dakikamızı veriyoruz.

Peki, nedir çekimlerde gördüğümüz jilet gibi kırmızı dudakların sırrı?

Önce kalem çekeceksin, kalem muhakkak şart. Daha sonra dudak kaleminin üstüne ruju süreceksin. Bu işlemin simetrik olmasına yüzde yüz dikkat edeceksin. En son da bir kapatıcı ile dudak kenarlarını temizleyeceksin. İşte ancak o zaman jilet gibi bir kırmızı dudak çıkar ortaya!



Her kırmızı herkese olur mu?

Olmaz. Sarı yani sıcak tenli kadınlar, içinde mavi tonlar olmayan, sıcak kırmızıları kullanmalı, turuncuya yakın kırmızıları seçmeliler. Soğuk tenliler ise mavi alt tonlu daha soğuk kırmızıları tercih etmeliler.

Sıcak kadın mı, soğuk kadın mı olduğumuzu nereden bileceğiz?

Damarlarınıza bakacaksınız. Kolunuzun içini çevirin ve damarlarınıza bakın. Sıcak tenlilerin damarları yeşil, soğuk tenli kadınların damarları mavi görünür. Ve aslına bakarsan, bu bütün hayatınızı etkileyecek bir ayrımdır, çünkü giydiğiniz kıyafetleri de buna göre seçmelisiniz. Örneğin sıcak tenli bir kadın lacivert bir kıyafet giyerse, o kıyafet üstünde onun değilmiş gibi durur.

Yani her kadın kırmızı ruj sürebilir?

Eğer doğru sürerse ve doğru vurgularsa, evet, her kadın kırmızı ruj sürebilir.

Herkes ne yapamaz? Soruyu tersten sorayım.

Herkes her rengi giyemez. Mesela allık, pembe allık istediği kadar moda olsun, eğer sen sıcak tenli bir kadınsan, pembe allığı giydiğinde seni görmezler, allığını görürler.

Bir kadın kapıdan girdiğinde ona “Ne kadar güzel makyajın, ne güzel rujun var” deniyorsa, bu büyük bir hatadır. Bunun yerine “Ne güzel bir kadın” denmesi gerekiyordu.

Biz bu yüzden makyajda her zaman harmoniyi vurgulamaya çalışıyoruz. Kadını bir bütün olarak güzel göstermeye çalışıyoruz. Doğru allık, doğru ruj, doğru renkler, bunların hepsi bir bütün ve uyum içinde olmalı.



Yapılan en yaygın üç makyaj hatasını sorsam?

*En yaygını makyaja yüzden başlamak. Makyaj her zaman gözden başlar. Çünkü yüzü bitirip göze geçtiğinde mutlaka eller oraya buraya sürülür ve makyaj kirlenir. Mesela far düşer, göz altları kirlenir hatta bazen mosmor olur.

*İkincisi, “full coverage”, yani cildi tamamen kapatmak. Bazılarına bunun hiç de güzel olmayacağını ne kadar söylersen söyle, kabul etmiyor. Halbuki bakıyorsun, kadının teni görünmüyor!

Eskiden çok modaydı, insanlar gelip "porselen makyaj" isterlerdi, bir insan neden tabağa benzemek istesin ki? Yüz, düz bir alan değil ki, yüz 3 boyutlu bir şey. Bırakın, insanlar cildinizi görsünler, “Kadın ne fondöten sürmüş!” demesinler.

*Bir de “Sculpting” yani kontür mevzusu var ki, üstüne çok fazla hata yapılıyor. Sculpting, yüzü 3 boyutlu görmek demek. Yani, yüzü dümdüz bir ekran gibi yapmaktansa, yüzün doğal şeklini en iyi haliyle ortaya çıkarmak. Bunu da ışık oyunlarıyla yapıyorsun. Nasıl ki, kilo aldığın zaman siyah giyersin, zayıfladığında beyazları çekersin, yüzde de aynı şey geçerli. Yüzünde az göstermek istediğin yerleri daha koyu, ön plana çıkarmak istediğin yerleri daha açık yapmalısın. Burada da en büyük hata renkleri kullanırken yapılıyor. Sıcak tonlar kontürde kesinlikle yasak. Bir şey gölgede kaldığında koyulaşır, rengi soğur, gölgedeki renkler sıcak kalamaz. Dolayısıyla, elmacık kemiklerimizi belirginleştirirken sıcak kahveler, turuncular değil, aksine yeşile çalan soğuk kahveler kullanmalıyız.

"Çok kapatmayın" diyorsun ama sivilceleri nasıl kapatacağız?

“Spot healing” diye bir şey var, “nokta atışı” diyoruz. Biz zannediyoruz ki ne kadar kalın fondöten sürersek o kadar kapatıcılık sağlayacağız. Hayır, tam tersi. Mantıken, üstünü kapattığımız şey yükselir, dolayısıyla daha da görünür hale gelir. Dolayısıyla, yüzümüzde kapatmak istediğimiz lekeler ve sivilceler varsa, önce cildimizi incecik bir kapatıcıyla kapatalım, sonra daha kalın bir kapatıcı ile yalnız sorunlu bölgelere nokta atışı yapalım.



Çok merak ettiğim bir konu daha var, Make-up Artist ve Makyöz aynı şey mi? İçerik, çalışma alanı ve yaratıcılık olarak arada fark var mı?

Dünyada böyle bir ayrım yok fakat bizde make-up artistler ve makyözler var. Make-up artistliğin içinde “art”, yani sanat var, yaratıcılık var. Belki de üniversitede estetik ve sanat okuduğum için sanatın ne kadar büyük ve bitmeyen bir şey olduğunu biliyorum, bu yüzden ben kendime hiçbir zaman “make-up artist” demem, “make-up artist olmaya çalışıyorum” derim.

Bu iş sadece eyeliner çekmekle olmuyor. Kuaförde makyaj yaparak make-up artist olunmaz. Çünkü o işin içinde sanat yok, seri üretim var. Sürüyorsun, çıkıyor, sürüyorsun, çıkıyor…

Çok fazla ünlüyle çalışıyorsun. Bugüne kadar makyaj yaptığın en güzel kadınlar kimler?

Elçin Sangu örneğin, bebek gibidir. Tuba Ünsal ve Merve Boluğur en iyi cilde sahip ünlülerdendir. Hat olarak mesela Merve’nin yüzü çok iyidir.

Bir de yeni bir kanalın var.

Evet, YouTube’da çok sevdiğim Make-up Artist arkadaşım Fezi Altun ile “Siz Kimsiniz?” isminde bir kanal açtık, hem makyaj ve güzellik tüyoları veriyoruz, hem de beraber çalıştığımız ünlü dostlarımızı sohbetimize ortak ediyoruz.

Son olarak, senden kıymetli bir tavsiye istiyoruz.

Kadınlara en büyük tavsiyem, kendi güzelliklerini ortaya çıkarsınlar, kendilerinden "başka bir şey" yaratmaya çalışmasınlar.

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

Makyaj: Alp Kavasoğlu

Yazının devamı...

Tanıştırayım, o bir IRONMAN

İnsanın haftanın 6 günü, saat 05:00’da kalkıp koşması için bence çok iyi bir nedeni olması lazım. Peki bir insanın hem koşup hem bisiklete binmesi, üstüne de yüzmesi ve bunların hepsini aynı anda ve çılgın mesafelerde yapması için ne olması lazım? Ironman, yani Demir Adam olması lazım!

Ömer R. Gencal, Türkiye’deki sayılı Ironman’den biri. Buluşacağımız günü iple çekiyorum, çünkü kafamda deli sorular var. Bir insan durup dururken neden Ironman olmak ister? Haydi istedi diyelim, nasıl olur?

Gencal, baba, eş, aynı zamanda bir bankanın Genel Müdür Yardımcısı, çok da meşgul bir insan. Bunca hayhuy içinde bu nasıl bir enerji, nasıl bir motivasyondur?

Ironman’ler ne yer, ne içer, deli midir nedirler, sağlam kafa nasıl sağlam vücutta bulunur, hepsini konuştuk.

Keşke tüm patronlar Ironman olsa!

Ömer Bey, "Ironman" nedir, kime denir?

Ironman, triatlon sınıflandırmasında uzun mesafe olarak adlandırılan spor branşına verilen isim. Bu klasmandaki mesafeler 3.8 km yüzme, 180 km bisiklet ve 42.2 km koşu. Bunların hepsini bir arada yapan ve klasmanı 16 saatlik süre içinde tamamlayan kişiye de “Ironman” deniyor.

Türkiye'de kaç tane Ironman var?

Sayısı kesin olmamakla birlikte, Türkiye’de 150 tane Ironman olduğu tahmin ediliyor. Triatlona olan ilginin her geçen gün artışı bu sayının artışına neden olan en önemli unsur.

Diğer Ironman'lerle görüşüyor musunuz? Ironman olduktan sonra sosyal çevreniz değişti mi?

İstanbul’da antrenman alanı oldukça kısıtlı. Türkiye gibi 78 milyon nüfusa sahip bir ülkede de 150 kişi son derece az. Böyle olunca ister istemez aynı hedef için koşan insanlar birbirlerini belirli ortamlarda buluyor. Sosyal medya da bu buluşma platformunu oluşturması bakımından son derece ideal bir yer. Bu koşullar altında diğer Ironman’lerle görüşüyoruz, fikir alışverişinde bulunuyor, birbirimize yardımcı oluyoruz. Dolayısıyla evet, sosyal çevrem değişti, diyebilirim.

İnsan bir anda Ironman olmuyordur herhalde, nasıl başladınız?

Hayatımda spor ilkokuldan beri var aslında. Önceleri yüzme, sonrasında sutopu ile devam ettim. Profesyonel kariyerimin ilk üç yılına kadar da lisanslı bir sutopu oyuncusu olarak devam ettim.

Fakat, profesyonel hayatın yoğunluğu dolayısı ile daha sonra amatör bir sporcu olarak devam kararı aldım. Bu da beni ilk önce bir fitness salonuna, daha sonrasında dağ bisikletine ve ormana, sonrasında da ormanda koşulara yönlendirdi.

Bir gün bir arkadaşımın “Madem bunların üçünü de yapıyorsun neden Ironman olmuyorsun?” diye sorması üzerine bu konuya eğildim. Önce kendime Ironman’lik yapabileceğim bir şehir, daha sonra bir tarih belirledim. Sonrasında Ironman olmak için hangi antrenmanları nasıl yapmam gerekeceği konusunda çeşitli kaynaklara başvurdum.

Hangi antrenmanı ne zaman ne sıklıkta yapmam gerektiği ile ilgili bilgi edinerek kendime bir plan çıkarttım. Beslenme alışkanlığım uzun yıllardır bir sporcu gibi olduğundan bu konuda farklı bir beslenme uygulamama da gerek kalmadı diyebilirim.

Haftada kaç saat antrenman yapıyorsunuz?

Haftanın 6 günü günde ortalama en az 1 saat 30 dakika antrenman yapıyorum. Bu süre, yarışmanın zamanlamasına göre artarak devam ediyor ve yarışa 2-3 hafta kaldığında yavaş yavaş azalıyor.

Nelerden fedakarlık ediyorsunuz?

Fedakarlık ettiğim en bariz şey uyku. Fakat uzun yıllardır, okul çağlarımdan beri bu tempoyu bırakmadığım için uyku benim için hep geri planda kalan bir şey. Ne kadar sağlıklı olduğu konusu tabi ki şüpheli. Ailemle geçireceğim zamandan da biraz çalıyorum ister istemez ama eşim bu konuda en büyük destekçim. Kızım İrem beni her konudaki olgunluğuyla şaşırttığı gibi bu konuda da bana büyük tolerans gösteren en büyük destekçim. Kısaca evdeki hanımefendilere çok büyük teşekkür borçluyum.

Çok zor iş! Bunca motivasyonu kendinizde nasıl buluyorsunuz?

Bu aslında bir hayat felsefesi. Edinilmesi için sanırım çocukluktan itibaren kişiliğin şekillenmeye başladığı dönemlere gitmek gerekiyor. Psikolog veya konunun uzmanı değilim ama samimi olarak bu soruyu kendime daha önceleri sorduğumda verebildiğim tek cevap “geçmişten gelen disiplin” oluyor. Herkesin kendisine rol model olarak belirlediği ve etkilendiği kişiler vardır. Benim rol modelim babam. Hayatın tüm zorluklarıyla mücadele etmiş ve başarılı olmuş, bunu yaparken kendi imkanları ile hobiler edinmiş, sporu yine kendi imkanları ile bir hayat tarzı olarak benimsemiş bir kişi. Bana hem baba, hem yol gösterici bir lider, hem de arkadaş olmuş bir insan. Bunları yaşarken ve bu süreçten geçerken de ister istemez kendinize bir hayat felsefesi çiziyor ve buna göre hareket ediyorsunuz. Bu yol haritası da sizi mutlu kılmaya yetiyor ve motivasyon kendiliğinden geliyor.

Bu kadar sıkı disiplin gerektiren bir sporla uğraşmak insanın bedenini de ruhunu da dönüştürüyordur?

Sporun hormonal dengeyi nasıl düzenlediği ve değiştirdiği ile ilgili bilimsel çalışmalar günümüz gerçeği. Daha da ötesi, psikolojik araştırmalar gösteriyor ki, insan kendini güvenli hissetmediği zaman bile vücuduna numara yapabiliyor, güvenli hissediyormuş gibi bir duruş sergileyebiliyor ve böylece güven hormonu salgılıyor. Yani, beynimiz hormonlarımızı düzenleyebiliyor. Spora bu denli vakit ayırmak da beni daha soğukkanlı, toleransı yüksek, stresle daha kolay başa çıkabilen bir birey haline getirdi.

Çok iyi görünüyorsunuz, formunuzu nasıl koruyorsunuz? Bir Ironman ne yer, ne içer?

Çok teşekkür ederim. Yediğime içtiğime daha önce de söylediğim gibi uzun zamandır dikkat ediyorum. Profesyonel bir sporcu kadar olmasa bile, protein ve karbonhidrat alımında zamanlama benim için çok önemli. Spor sonrası kaybedilen su ve mineralleri tekrar alabilmek ve kas gelişimini sağlayabilmek amacıyla sabah kahvaltılarını mutlaka protein açısından zengin ve lifli besinlerle yapıyorum. Öğle yemeklerini yine protein veya karbonhidrat ağırlıklı bir menü ile geçirmeyi tercih ediyorum. Akşam yemeklerinde salata veya çok hafif bir zeytinyağlı yemek geneldeki tercihim.

Ironman olmak aile yaşantınızı nasıl etkiledi?

Ironman olmaya kadar geçen sürede genelde hafta sonu sabah saatlerinde ailemle geçirdiğimiz vakitleri onların da hoşgörüsüne sığınarak biraz çaldım diyebilirim. Ama gerek eşim gerekse kızım Ironman olmam dolayısı ile ne kadar mutlu olduklarını her fırsatta ifade ediyorlar. Hatta kızımla planımız, o 19 yaşına geldiğinde, bir Ironman organizasyonuna beraber katılarak beraber Ironman olmak.

Tüm bu idmanlar, ev ve profesyonel yaşantınız arasında vaktinizi nasıl düzenliyorsunuz?

Spor insanı disiplin altına alan, planlama yapmayı organize olmayı sağlayan yegane olgu diyebilirim. Verimli çalışarak işinizi zamanında tamamladığınızda boş zaman geçirmek yerine bu zamanı sporla değerlendirirseniz “spora zaman bulamıyorum” bahanesini de bir tarafa itmiş oluyorsunuz. Benim için oldukça erken kalkmanın da bu düzenin en önemli parçası olduğunu söylemeliyim.

Size “deli” diyen oluyor mu? Ne diyor, eş dost, arkadaşlarınız?

Şaka ile karışık deli diyen, benim aslında bir insan olmadığımı, bir android olduğumu söyleyen çok arkadaşım var. Kısa bir anımı anlatayım dilerseniz. Beraber antrenman yapmak için haberleştiğimiz gruplardan birinde “Sabah bisiklete çıkan olur mu?” sorusuna “Ben” diye verdiğim cevaba karşı taraftan “İnsan soruyoruz, android değil” karşılığı gelmişti.

Tabi bunlar işin şakası. Çok takdir aldığımı, bunu nasıl başardığımı soran çok arkadaşım oluyor. Hatta beni ilham alarak spora başladıklarını, daha iyi hissettiklerini söyleyen arkadaşlarım da çok.

Aynı zamanda bir şirkette üst düzey yöneticisiniz. Ironman olmak, tüm bu disiplin işinize nasıl yansıyor, yönetim anlayışınıza, insan ilişkilerinize nasıl yansıyor?

Sporla çocukluktan beri haşır neşir olmanın bende yarattığı en büyük etki ekip olmanın ve o ruhla çalışmanın ne kadar önemli olduğudur. Benim açımdan Ironman olmaya kadar geçen süreç ve o sonuca ulaşmak ve bunu hayatımın bir parçası haline getirmek şu noktalarda hem özel yaşantım hem de iş hayatıma büyük katkı sağlıyor:

*İyi bir vizyon ve bakış açısı ile bir hedef koymak.

*Stratejik yaklaşmak, planlama yapmak ve gerektiğinde taktiksel kararlarla yolunda gitmeyen şeyleri düzene koyabilmek.

*Hedeflediğin şeye ulaşmak için odaklanmak ve disiplinli çalışmak.

*Performansını doğru ölçmek ve aksayan noktaları düzeltmek.

*İyi bir ekiple, kol kola ve beraber çalışmak ve hep birlikte bu performansı artırmak için birbirine destek olmak.

Bu saydıklarım hem iş hayatında hem de spor hayatında başarılı olmak için birbirleriyle örtüşen yegane noktalar. Günün gelişen şartlarına bağlı olarak da bu bahsettiğim noktaları zenginleştirmek mümkün tabi. En son değindiğim nokta, bir yönetici olmaktan çok bir lider vizyonu ile yapılan yaklaşım. İyi liderler ekiplerinin de performansının artmasına ön ayak olan liderlerdir diyerek kısa da bir mesaj vermiş olayım.

Ekibiniz bir Ironman ile çalışmaktan mutlu mu?

Kendilerine sorduğumda enerjisi yüksek, pozitif, toleransı yüksek, hoş görülü bir insanla çalışmaktan mutluluk duyduklarını söylüyorlar. Bana yaklaşımlarından ben de öyle hissediyorum ama bunu belki de başkalarının onlara sorması lazım.

Şimdiye kadar kaç yarışa katıldınız? Sırada ne var?

2 Ironman yarışına katıldım. 2014 yılında Barselona’da ilk Ironman 140.6’yı 12 saatlik bir süre sonunda tamamladım. İkinci yarışım bu yıl Türkiye’de ilk defa düzenlenen Ironman 70.3 yarı Ironman oldu. Antalya bu heyecanı umarım önümüzdeki yıllarda Ironman 140.6 için de sporculara tattırır. Son olarak da 37. Avrasya Maratonunda full maraton koştum. Sırada yine bir Ironman var. Barselona organizasyonu gerçekten müthişti. Seneye yeniden Barselona Callela’yı planlayabilirim diye düşünüyorum.

"İyi ki Ironman olmuşum." diyor musunuz?

Tek kelime ile cevap vermek isterim “Kesinlikle!”

*

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

Yazının devamı...

Yes Chef!


Bahanelerin asla kabul görmediği çok az yerden biri, mutfak. Mutfağa girerken mızmızlığını, ağırkanlılığını, duygusal iniş çıkışlarını kapının dışında bırakacaksın.

Yanına sadece disiplini, emeğini ve hevesini alacaksın. Savaşa gider gibi geceni gündüzüne katarak gireceksin mutfağın kapısından. Bunları ben değil, Cordon Bleu Amerika’dan onur derecesiyle mezun olan Eğitmen Şef Berke Kurtbay söylüyor.

Berke Şef’in hikayesi filmlerdeki gibi; 16 yaşında ailesiyle beraber Amerika’ya taşınıyorlar, henüz lisedeyken saati 10 dolara bir İtalyan restoranına girip bulaşıkçılık yapmaya başlıyor. Birkaç sene sonra ailesi Türkiye’ye geri dönerken Berke Amerika’da kalıyor.

İtalyan restoranının yanında bir de Subway’de çalışmaya başlıyor. Ama gözü hep profesyonel mutfakta; alevler, bıçaklar, tavalar havada uçuşur, millet birbirine bağırırken o daha fazla mutfaktan uzak kalmak istemiyor. Günlerden bir gün restoranın ızgaracısı gelmeyince şef diyor ki, Geç bugün ızgarayı sen yap! Üç hafta sonra Berke, restoranın ızgaracısı oluyor.

Nasıl karar verdin şef olmaya? Kendin mi istedin?

Kendim istedim. Zaten küçüklükten beri elim hep yatkındı, çok hevesliydim, evde pilavları hep ben yapardım. 16 yaşımdan beri Amerika’da pek çok yerde çalıştım, ızgaracılık, tavacılık yaptım. 22 yaşımda bu mesleği sevdiğime, bu işten kopamayacağıma kesin kanaat getirdim ve okulunu okumaya karar verdim, Le Cordon Bleu’ya girdim.

Sence bu işte okul okumak şart mı?

Okul, hem şart hem değil. Eğer bu işi hakikaten ileriye dönük bir meslek olarak düşünüyorsanız, vizyonunuzu ve füzyonunuzu geliştirmek için okul gerçekten çok önemli. Ve inanın bana bir yerde mutlaka karşınıza çıkıyor, mesela ben bulaşıkçı olarak başladım fakat bu işi kariyer olarak sürdürmeyi düşündüğüm vakit, okulun bir ihtiyaç olduğunu anladım. Yanı sıra, ülkemizde çok yetenekli alaylı aşçılar da var, elbette okul şart değil. Önemli olan kesinlikle ve kesinlikle araştırmayı bırakmamak. Alaylı pek çok şef tanıyorum, araştırarak, çalışarak kendilerini öyle geliştirmişler, öyle yerlere gelmişler ki. Dolayısıyla, okul da yetmiyor. Bizim mesleğimizin ucu bucağı yok. “Ben herşeyi biliyorum.” diyen bir şefe asla güvenmeyin, bu işin sonu yok.

Peki, bu çeşitlilik içinde mutfaktaki düzen nasıl sağlanıyor? Mesela sen Amerika’da okumuş, çalışmışsın, başka bir aşçı başka yerden gelmiş, okullusu var, alaylısı var, düzen nasıl sağlanıyor?

Mutfakta konuştuğumuz ortak bir dil var. Dünyanın neresine gidersen git, bu dil değişmez. Tabii ki kültür farklılıkları ve alışkanlıklar her zaman olur, olacak. Mutfaktaki hayatı, dengeyi ve düzeni Executive Şef, yani en tepedeki şef belirler.

Bu işi yapmak için gerçekten çok hevesli, azimli olmak mı gerekiyor?

Gerçekten de tam olarak öyle olmak gerekiyor. Ben ilk 7-8 yıl boyunca günde hiç durmadan 12-14, hatta 16 saat çalışıyordum. Sabah bir restoranda, akşam başka bir yerde çalışıyordum. Okurken de çalıştım. Bir de çok önemli bir şey var; bizde diplomayı aldım, “tamam, ben oldum” diyemiyorsun. Hemen bir yere gelemiyorsun. Diploma elbette çok önemli ama basamakları teker teker azimle, sabırla tırmanmak gerekiyor.

Hiç vazgeçmek istedigin oldu mu?

Oldu. Olmaz mı, hem de çok oldu. İlk başlarda insan kendini sıkışmış hissediyor, çünkü o kadar çok şef var ki. Kendini kaybolmuş hissediyorsun, fakat dediğim gibi, araştırmayı geliştirmeyi, profesyonelliği elden bırakmazsan, sonradan gerçekten emellerine ulaşıyorsun.

Bildiğim kadarıyla hala dünyada şeflerin çoğu erkek. Mutfağın çok çetin bir yer olmasıyla ilgisi var mı bunun? Kadınların azlığı doğal bir seleksiyon mu, yoksa erkeklerin bu işte bir parmağı var mı? Ayrımcılık var mı?

Bu gerçekten hassas bir konu. Bir tarafta, mutfakta çalışmak gerçekten hem fiziksel hem ruhsal bir güç gerektiriyor. Bir kadın için 12 saat, 14 saat ayakta kalmak gerçekten zor olabilir. Öte yandan, ben inanılmaz yetenekli kadın şeflerle çalıştım, hepsi de benden daha enerjiklerdi. Beni çok zorladılar. Dünyada parmakla sayılacak kadar az kadın şef var fakat hepsi de bu işte çok iyiler.

Bizde de kadın şefler var mı?

Var elbette, bizde de var. Şimdi artık, çok daha fazla. Aşçılık okullarının açılmasıyla insanların hevesi arttı. Eskiden, kadınlar gidip bir restoranda çalışmayı düşünmüyorlardı bile. Şimdi şeflik bir meslek haline geldigi için kadın şeflerimiz de erkek şeflerimiz de arttı.

Instagram’da bu yemek işi çok tutu. Herkes deli gibi yemek fotoğrafı paylaşıyor. Ne diyorsun bu patlamaya?

Umuyorum ki, insanlar paylaştıkları yemekleri sadece ben nereye gittim, ne yedim diye değil, gerçekten tadıp beğendikten sonra paylaşıyorlar. Ama bundan prim yapmak, “like” almak amacıyla yapıyorlarsa, üzgünüm, bu benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü fotoğrafta şahane görünen bir yemek gerçekte çok kötü de olabilir, bu yüzden Instagram’da yanıltıcılık çok var, her şey tamamen görsele, bize gösterilene dayanıyor, aslını bilemiyoruz.

Herkesten aşçı olur mu?

Herkesten aşçı olur tabii ki, neden olmasın. Gerçekten emek istiyor, uzun bir yolculuk istiyor bu iş ama katlanabilirseniz herkesten aşçı olur. Kadın erkek farkı da kesinlikle yok burada.

Pekala, bu kadar zor, gecelerin gündüzlere karıştığı bir işte para var mı?

İlk başta hiç para yok. Gerçekten çok ama çok çalışmak gerekiyor. Bir mühendis gibi mezun olduktan iki sene sonra belinizi doğrultamıyorsunuz. Bu yüzden çok fazla çalışıp çok az para kazanmaya hazırlıklı olmak lazım. Fakat illa ki gün geliyor, iyi paralar kazanmaya başlıyorsunuz.

Sizin mesleğin tepe noktası nedir?

Bence bizde bir son yok. Ben artık koca bir restoranın şefiyim, diye durmayacaksın, yine araştırmaya geliştirmeye devam edeceksin. Ben hala yurtdışından yayınlar, dergiler getirtiyorum, yeni tarifler deniyorum, izliyorum, öğreniyorum. Bir şef olarak hayatın boyunca restoranın menüsündeki aynı 20-25 kalem yemeği yapamazsın. Zaten bu şekilde meslekte de tutunamazsın.

Bu meziyetlerini kullanarak bir kızı etkilediğin oldu mu?

Bu soruya “hayır”la cevap veremeyeceğim. (Kahkahalar) Çünkü mesleğimiz gerçekten ilgi çeken bir meslek. Bir ortamda, Ne iş yapıyorsun?, dediklerinde, Şefim, dediğim zaman bütün gözler bana dönüyor, insanlar merak ediyor, sorular soruyorlar. Ama hiçbir zaman öyle filmlerdeki gibi mutfağın içine bir anda beyaz ışıklar içinde uzun boylu, sarışın bir kız gelmiyor.

Nedir bu “Yes Chef!” mevzusu?

“Yes Chef!”in arkasında çok fazla şey yatıyor. Belirli bir yere gelene kadar “Yes Chef!” demeyi öğrenmeniz gerekiyor. Amerika’da çok mühim bir şefle çalışıyordum, tavada ördek yapıyorum, geldi, ördeği bir yana, tavayı bir yana fırlattı, Senden hiçbir şey olmaz!, dedi. Çok oldu bu. Üstüm başım yağ olurdu. “Yes Chef!” derdim ve yemeği yeniden yapmaya başlardım.

Anlatmak istediğim aslında şu: Mutfakta her zaman için baştaki adamın, şefin dediği olur, onun yanlışı, sorgulanması olmaz. Bunu yediremeyen çok insan olur. Burada önemli olan o şefin sana gerçekten ve hakkıyla bir yemek yaptırmak istediğini bilmen. Güvenmek ve yılmadan devam etmek lazım. Sizden birşey istendigi zaman “yok öyle değil, böyle, yapamadım edemedim, yarın yaparım” diyemezsiniz, “Yes Chef!” deyip devam edeceksiniz. Şefin sizden duymak istediği yegane cümle budur. Dolayısıyla önünüzdeki yemeği layıkıyla, profesyonelce yapmanızdır.

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

Yazının devamı...

Nefret de mi Mezara Kadar?

Mine Kırıkkanat, dünkü Cumhuriyet yazısında eski sevgilisi Çetin Altan hakkında bir veda yazısı yazmış. Acılı. Hesaplaşmalı.

Altan’la Kırıkkanat’ın ilişkisini bilemem. Yan tutmamınsa mümkünü ve anlamı yok. Ne yaşadıklarını, birbirlerini ne çok sevip, nasıl sevmediklerini bilsem bile olmaz.

İki insan. İki dünya. Bir yandan dünyalarını paylaşıyorlar, bir yandan içinde yalnız kendilerinin gezindiği koyu, ıssız arka bahçeleri var. Hatta o bahçelerde bazen kendilerinin bile farkında olmadıkları karanlık huyları, alışkanlıkları, kaygıları… Hangi dip köşedeki ağacın köküne tutunup saklanmışlar, kim bilir.

İnsandan bahsediyoruz. Senden, benden.

Ben Çetin Altan’ı çok sevdim. Yıllardır okuyorum, bıkmıyorum, üstüne bir de, Ne güzel yazmış, oh be! diyorum. Ama dün Mine Hanım’ın Altan’ı yere vuran yazısını okuyunca hiç şaşırmadım. Kırıkkanat eski sevdiğine hala öfkeli:

“Çetin Altan, yaşamına giren kadınları ödül ve ceza olarak algıladı. Aslında kadınları sevmezdi, ama onların sevgisine muhtaçtı!” demiş.

Bu ithamdan sonra Çetin Altan’ı suçlayanlar, zaten’le başlayan cümleler kuranlar çok olmuştur. Yazılarıyla, siyasi hayatıyla, bizim gördüğümüz (aslında görebildiğimiz kadarıyla) geçmiş yaşantısıyla ilgili ne kıyaslar yapılmıştır. Öyle ya, Kırıkkanat’ın da dediği gibi üstat ya çok sevilirdi, ya hiç.

*




Bense bu okkalı sözün ardından yine o iki insanı düşünüyorum:

İki dünyayı.

İki dünyanın içindeki çalkantıları, coşkuları, tercihleri, kararsızlıkları, korkuları, ümitleri, hayalleri…

Sonra geçmişlerini.

Yapamadıklarını, edemediklerini, birbirine tutturamadıkları şeyleri.

Yarım kalanları.

Hasretlerini. Beklentilerini.

Kendi dünyamı düşünüyorum sonra.

Dünyamı dünyam yapan her şeyi.

Annemin, babamın, kardeşimin, sevgilimin, dostlarımın dünyasını düşünüyorum.

Hepimiz o kadar farklıyız ki.

Hepimiz o kadar farklı heveslerle, işlerle meşgulüz ki.

Bazen çok başarılıyız, bazen tam tersi.

Fakat hayatın işaret parmağıyla gözümün içine soka soka gösterdiği bir şey var ki, o da:

Hiç kimse harika bir yazar diye müthiş bir aşık değil. Olmadı.

Kimse, çok başarılı bir bilimadamı diye dünyanın en iyi babası değil. Olmadı.

Kimse, dev bir şirketi yönetiyor diye vefalı evlat değil. Olmadı.

Kim, üst üste üç gol birden attı diye dünyanın en iyi insanı olabilir? Olmadı.

Bunlar dışardan bakan bizler ve hatta en yakındakiler tarafından hep beklendi, olmadı.

Olmayacak da.

Çünkü hiç kimsenin iyiliği ve mutluluğu, becerileri ve başarıları ile ölçülemez. Sevgisi de öyle. İsterse işinde gücünde on madalya, onbeş ödül, bir sürü takdir belgesi almış olsun.

Eğer siz de kendinize, bu kadar başarılı bir kadın/adam olduğum halde hala neden mutsuzum, diye sorup duruyorsanız, bundan hemen vazgeçin.

Oysa cevap ne kadar basit. Belki de gözümüzün önünde olduğundan göremiyoruz:

Çünkü özel hayatlarımızda başarıya yer yok.

“Başarı” dediğimiz şey yalnız evin, dört duvarımızın dışında kovalanmak için var. Aşkta, annelikte, babalıkta, evde, dostlukta, hayırlı evlatlıkta başarı diye bir şey yok. Olamaz.

Sevdiklerimizin dizinde, koynunda ancak mutluluk peşinde, huzur peşinde koşabiliriz. Koşmayız bile, oracıkta dururuz. Ne bir şey kovalanır, ne ölçüm yapılır. Huzuru, mutluluğu, sevmeyi ve sevilmeyi hiç bir başarı parametresi ile ölçemeyiz.

Biz ancak hissettiğimiz kadar, hissettirdiğimiz kadar varız, böyle var olacağız.

Çetin Altan harika bir yazardı yazar olmasına. Büyük de bir düşünürdü bana kalırsa. Ama sevdiği kadına kendini kıymetli hissettirememiş olabilir. Mine Kırıkkanat’ın yazısının sonuna tokat gibi yapıştırdığı cümle çok sahici. Çok vurucu.

“Sevmekten sonraki en büyük mutluluk, aşkını söyleyebilmektir.” Andre Gide

Arka bahçemde oturup ben, bugün hep bunu düşündüm.

Fotoğraf: Vuslat Erkmen

Yazının devamı...

Karanlıkta Aradım Çetin Altan'ı

Üniversitedeyim o zaman. Çetin Altan’ın aklına, kalemine vurulmuşum. Tekrar tekrar okuyorum kitaplarını. Makalelerini, hele romanlarını . . .

En çok, Kadın, Işık ve Ateş, bir de Bir Avuç Gökyüzü romanı. Ufak kütüphanemde bir Altan rafım var.

Karar verdim, Çetin Altan’la konuşacağım. Yıl 2003 olmalı, 21 yaşındayım, ODTÜ’de Felsefe okuyorum. 118’den üç tane Çetin Altan numarası buldum. Heyecandan elim ayağım tutmuyor. İkinci numarada telefonu Solmaz Hanım açtı:

Merhaba ben Vuslat, Çetin Abi ile görüşebilir miyim? dedim.

Çetin evde değil, yarın yine arayın.

Yarın oldu, akşamı zor ettim. Salonun ışığını yakmadığımı hatırlıyorum. Karanlıkta aradım Çetin Altan’ı.

Alo, dedi.

Çetin Abi merhaba ben Vuslat, dedim, Ankara’dan arıyorum. Seni çok seviyorum, bütün kitaplarını okudum.

Merhaba Vuslat, dedi, kahkaha attı, teşekkür etti.

Çetin Abi ben seninle tanışmak istiyorum, dedim.

Gel Vuslat! dedi. Gel, ama geleceksen Cuma günlerinden birinde gel. Evinin adresini yazdırdı bana.

Peki, dedim, fakat erkek arkadaşım da size çok seviyor, o da gelebilir mi?

Erkek arkadaşını da al gel Vuslat! Ve yine kahkahalarla kapattı telefonu.

Ne kadar şaşırmıştım. Adam hiç tanımadığı iki genci evine davet edivermişti.

Ertesi hafta Perşembe günü aradım: Çetin abi, biz yarın geliyoruz.

Saat ikide evinde buluşmak üzere sözleştik. Yanına giderken beyaz gömlek giydiğimi hatırlıyorum.

Kapıyı çaldım. Evin içinde sesleri duyuldu, geldi, açtı, güldü, sarıldık. Ayakkabılarımızı çıkarıyoruz,

Ne yapıyorsunuz ulan! dedi, Cami mi burası? Girin içeri!

Salona doğru yürüdü, elimdeki pasta kutusunu görmüştü, Mutfak sol tarafta, dedi, tabak çatalları da bulursun oradan, istersen şarap da aç.

O gün Çetin Abi’yle saatlerce konuştuk, adam bir ayaklı kütüphaneydi, bilgeydi, anıları derya denizdi. Sanat, edebiyat, mimari, siyaset, toplumbilim . . .

Karşımızda memleketin bütün karanlığını tek başına ezip geçiyordu. Ama gösterişsiz. Ama öyle su gibi yapıyordu ki bunu. Kahkaha atarken durup onu izliyordum. Bütün bedeniyle gülüyordu, sarsılarak.

*

Yıllar sonra en sevdiğim yazarın en sevdiğim kitabındaki başkarakterin Çetin Altan’dan esinle yazıldığını okuduğumda hem çok şaşırmıştım, hem de hiç. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki köşe yazarı Celal Salik’ten bahsediyorum, o tüylerimizi diken diken yapan yazıları yazan zehir gibi köşe yazarından. Pamuk, çok sonraları itiraf etmişti bunu, hem zaten Çetin Altan’dan başka kim vardı ki insanı okuduğu kağıda böyle çakarak yazan?

“Mutluluğun tılsımı sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektedir” diyen, çok büyük acılar çektiği halde hala ve hep aşktan, sanattan ve ışıklı güzel günlerden bahseden bir Çetin Altan geçti memleketten.

Şimdi biz, sırf bu yüzden bile karartmayız enseleri, çünkü umut işte böyle güzel adamların dilinden döküldüğünde kovalanır.

Yazının devamı...

Eyvah, Karım Boksa Başladı!



Geçtiğimiz aylarda vizyona giren Son Şans (Southpaw) filminde ünlü bir boksörün birdenbire dağılan hayatını ve küllerinden doğuşunu izledik.

Jake Gyllenhaal, Rachel McAdams ve Forest Whitaker'ın başrollerini paylaştığı film hakikaten çok sürükleyici, çok güzeldi. Ağlattı da. IMDB puanı yüksek bir Hollywood yapımı. Bizde de çok sevildi.

İzleyicilerin büyük çoğunluğu, boksör Billy Hope'un başına gelen onca kötü şeyden sonra yeniden hayata dönüşüne, umudun hep var oluşuna odaklandı. Bunda filmin orjinal isminin "Son Şans" olarak dilimize uyarlanmasının da payı olduğunu sanıyorum.

Bir çırpıda her şeyini kaybeden Hope’un yeniden ringlere dönüşü gerçekten muazzam. Umut temasının işlenişinde bir sorun yok, tam da Hollywood’dan beklediğimiz hareket. Gel gelelim, bana göre filmin çok daha can alıcı bir noktası var ki, o da öfke yönetimi.


Öfke mi? Yoksa En Sevdiğini Kaybetmek mi?

Billy Hope, çok başarılı bir boksörken sıradan sayılabilecek bir atışmayı görmezden gelemeyip, öfkesine yenik düştüğü için hayatta en sevdiği insanı kaybediyor.

İşin aslı Hope, kendi öfkesinden, öfkelendirilmekten beslenen bir boksör. Önce yüzü kan revan içinde kalana dek dayak yiyor, sonra atağa geçiyor.

Öfkeyle yatıp kalkan, öfkeyle karar alan bir adam. Çok tanıdık değil mi? Günlük hayatta ne çok yaşıyoruz. Trafikte, sokakta, evlerimizde, işyerlerimizde ne çok görüyoruz; öfkesini ve mevcut gücünü kontrolsüzce başkalarının üzerinde kullanıp, sonradan bin pişman olan, başına iş alan ve etrafına zarar veren nicelerini biliyor, duyuyoruz.

Tam da burada, şu dillere pelesenk “kontrolsüz güç, güç değildir” mevzusunda bir boks hocasının görüşlerini merak ettim ve antrenör Furkan Kayış’a ulaştım. Furkan Hoca ile güç, kontrol, denge ve kadınların boks yapması üzerine konuştuk. Yanı sıra, iki saat süren fotoğraf çekimi süresince boksun ilk adımlarını ciddiyetle öğrenmiş olabilirim!


Furkan Hocam kaç senedir boksun içindesin?

13 yıldır boksun içindeyim, Feriköy Spor Kulübü, BJK’de boksörlük yaptım. Son 2,5 senedir de boks antrenörlüğü yapıyorum.

Neden boks?

İnsanların bedensel güçlerini saldırı için değil, mental bir dengeyle birlikte kendilerinin farkına varabilmeleri ve kendilerini kontrol edebilmeleri için kullanmalarına yardım etmek istiyorum.

En baştan, klişelere son vermek üzere, şunu bir açıklığa kavuşturalım: Boks nedir, ne değildir?

Boks, güç gösterisi değildir. Dört tarafı iplerle çevrili ringte hırsa yer yoktur. Hırs rakibe koz verir, hata yapmana neden olur. Güç ikinci plandadır.

Boks akılla yapılan teknik bir spordur; mantık, yürek, zeka işidir.




Sizin gibi yapılı adamların sokakta rahat yürümesi pek kolay olmuyordur, filmde izlediğimiz gibi laf atmalara, sataşmalara maruz kaldığınız oluyor mu?

Boks camiasında çok büyük harflerle konuşmak sıkça karşılaşılan bir durum olur. Basın toplantılarında, davetlerde, herhangi bir yerde karşılaşan boksörlerin birbirlerine laf atması normaldir. Fakat elbette ki, ring dışındaki bu abartılı konuşma ve davranışlar şova dayalıdır, egodur, işin, satışın bir parçası sayılır.

Fakat ringte durum çok başka. Ring, boksörün kendiyle baş başa kaldığı yegane yer. Yeri geldiğinde herkes, arkadaşların, sevenlerin, hatta antrenörün bile o 91 cm yüksekliğindeki çizginin dışında kalır. Egoların, hırsların değil, aklın teknikle zaferi kucakladığı yerdir ring. Boş laf, atışma yeri değildir.

Günlük hayatta, evet dediğin gibi bazen, yolda sokakta laf atmalara maruz kalınabiliyor. Benim başıma hiç gelmedi fakat gelen arkadaşlarımı biliyorum. İnsanlar anlaşılmaz bir hevesle seni sınamak istiyor, bakalım kaç kişiyi aynı anda dövebileceksin gibi.




Peki hocam, kontrollü güç nedir, kontrolsüz güç nedir? Öfke yönetimi hakkında öğrencilerine verdiğin tavsiyelerden bize de bahseder misin?

Öncelikle şunu söylemek istiyorum, insanları diğer canlılardan ayıran en önemli fark, akıl ve muhakeme yeteneği. Dolayısıyla bir insanın bu özelliklerini kullanarak başaramayacağı şey yok.

Her insanın güçlü olduğu yönler vardır. Kimisi fiziksel olarak güçlü, kimisi sanata yatkın, kimisi iyi bir hatiptir. İyi ve güçlü olduğunuz şey her ne olursa olsun burada önemli olan onu hep iyi olan için kullanabilmektir. Boksta da bu böyle.

Güçlü bir fiziksel yapıya sahip olmanızı insanlara zarar vermek için kullanmamalısınız. Benim öğrencilerime telkinim de hep bu yönde oluyor. Kavga acizliği gösterir, aklını kullanamayan birey kavga eder. Konuşarak çözülemeyecek bir sorunun öfkeyle ve kavgayla çözüldüğünü kim söyleyebilir ki?

Kontrolsüz güç kullanımı peşinden pişmanlık getirir. Karşındakine fiziksel, sana ise maddi, manevi zarar getirebilecek kontrolsüz gücü akıl süzgecinde tutsak etmek gerekir.

Boks, seri düşünüp hareket etmeye dayalı bir spor olduğu için insanları günlük hayatlarında da bu şekilde davranmaya teşvik ediyor. Kısacası anlık bir tehlike durumunda yapmanız gerekenlerle ilgili anlık hızlı muhakeme yeteneği kazandırıyor.




Boks dersi verdiğin pek çok kadın öğrencin var.

Evet.

Ve biliyorsun, Türkiye’de kadın olmak çok zor.

Çok…

Kadınların boks yapması konusunda ne düşünüyorsun, yani kendimizi savunmak için boksu öğrenelim mi?

Yakın bir geçmişte yaşadığımız kadınlarla ilgili üzücü olaylardan yola çıkarak çalıştığım spor salonunda bir kampanya başlattım ve 5 kadına ‘’tehlike anında kendilerini nasıl koruyabileceklerine dair tekniklerden oluşan’’ kısa dersler hediye ettim. Kadınlar aslında düşünülenin aksine son derece güçlü varlıklar. Konuya teknik şekilde cevap vermek gerekirse, erkeklerin kadınlardan sadece 25 kg daha fazla ağırlık kaldırabildikleri ispatlanmıştır. Bu da erkeklerin kütle yoğunluğunun fazla oluşundadır. Dolayısıyla, birçok kadının gözünü korkutan fiziksel üstünlük mevzusu düşünüldüğü gibi değildir. Ancak hep dediğim gibi gücü efektif kullanabilmek ancak akılla birlikte mümkün olacağından kadın ve erkek arasında çok belirgin bir farklılık yok temelde. Öğrencilerime derslerime geldiklerinde ilk söylediğim şey, şimdiye kadar bildikleri tüm ayarları sıfırlamaları ve güç, kontrol, mental verimlilik ve odaklanmayı maksimize etmeleri.

Boks gibi sporlar, insanın yalnız kendini savunmasına mı yarar? Öğrencilerin senle derse başlarken ne gibi düşüncelerle başlıyorlar, sonrasına değişen düşünceler oluyor mu?

Elbette klişelerle gelenler oluyor. Fakat, biz derslerimizde sadece bedenimizi eğitmiyor, aynı zamanda iç ve dış dengemizi de sağlamaya çalışıyoruz. İnsan vücuduyla birlikte mental düzeyimizi de geliştiriyoruz. Bu noktada tüm kadınlara boksu mutlaka en az bir defa denemelerini öneririm. Bir erkek olarak hemcinslerime de çağrım, eşlerini fiziksel olarak da güç kazanmaya teşvik etmeleri.

KÜNYE:

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

MACFit Fulya ve Barış Anlatıcı’ya teşekkürlerimle...

Yazının devamı...

Zeytin Çekirdekleri'nin İstanbul Heyecanına Davetlisiniz!

Ayvalık’ta bir süredir harika bir oluşum var, Ayvalıklı çocukları ve gençleri sanata ve spora teşvik etmek için tamamen gönüllü insanların belediye ile beraber yürüttüğü bir proje bu: Zeytin Çekirdekleri. Ve Çekirdekler YARIN, 23 Ağustos'ta İstanbul’da, Kadıköy’deler!

Hem Ayvalık’ın, hem de barışın ve canlılığın simgesi olan zeytini ve hatta çekirdeğini, çocukla, en naïf, en hevesli belki de dünyayla en barışık halimizle özdeşleştirme fikri ne güzel!

Zeytin Çekirdekleri, vatandaş, esnaf, okul yönetimleri ve özel sektor dahil pek çok Ayvalıklının canla başla emek verdiği, kendilerinden, zamanlarından ve ceplerinden katarak yürek koyduğu, Ayvalık Belediyesi’nin de “Öncü sosyal sorumluluk projemiz” dediği bir oluşum. Elbette, gönüllü eğitmenlik için yurdun dört yanından seferber olan işinin ehli, iyi insanları da unutmamalı.

İşin içinde öyle bir birlik beraberlik var ki, bu yüzden kısa zamanda çoluk çocuk kocaman mutluluklar elde ettiler, devam ediyorlar. Bireysel özgürlükleri gelişmiş, sanata, spora, çevreye duyarlı, barışı, huzuru koruyan bir toplumun çekirdeklerini büyütmek ve yaymak için çabalıyorlar. Kolay değil, çok çalışıyorlar.

Keman, viyolonsel, ritm, klasik gitar, yaratıcı drama ve dans dersleriyle korolar, çocuklara verilen eğitimlerden bazıları. Elbette eğitimleri çeşitlendirmek ve sürekliliğini sağlamak en önemli amaç.

Bu anlamda Kadıköy Belediyesi’nin de desteğini alan Zeytin Çekirdekleri’nin size harika bir haberi var:

Çekirdekler, yarın, 23 Ağustos Pazar günü ilk kez İstanbul’da konser verecek!

Kadıköy Belediyesi Çocuk Sanat Merkezi’nin desteğiyle İstanbul’a gelen 17 keman ve 5 çello öğrencisi yarınki konserleri için çok ama çok heyecanlılar. Ve hevesle dinleyicilerini bekliyorlar.

Kadıköy Belediyesi Çocuk Sanat Merkezi Keman Orkestrası öğrencileriyle ortak yürütülen konseri yarın saat 18.00’da Kalamış Atatürk Parkı’nda canlı canlı, kimbilir belki de gözleriniz dolarak izleyebilirsiniz.

Haydi İstanbullular, Ayvalıklı çocuklar sizi bekliyor!

Zeytin Çekirdekleri'ne Destek Olun:

Yurdun neresinde olursanız olun, uzmanlık alanınızla, gönlünüzle, emeğinizle Zeytin Çekirdekleri’ne destek vermek için Ayvalık Belediyesi’ne ulaşabilirsiniz.

Çekirdekleri Facebook’tan da takip edebilirsiniz.

Yazının devamı...

"Bizden geriye, kendimize sorduğumuz sorular ve gerisi gelmeyen anılar kalacak"

Olumsuz şartlar altında dayanabilme, ruhsal savunma eşiği ve yaşanan kayıpları kısa sürede giderebilme gücü anlamına geliyor “Resilience”

Mert Yavaşça’nın ikinci solo sergisinin ismi bu; Resilience.

Maslak’ta, Artnext İstanbul’da devam eden sergi, hafife alınmayacak denli zorlu bir süreci gözler önüne seriyor. Kaybedilen düşler, masumiyetin yitirilişi ve yozlaşmış öğretilerin esareti altında enkaza dönmüş bir ruhun mücadelesini anlatıyor. Fakat, eserleri görmeye, hissetmeye devam ettikçe düşünmeye, kendini de hesaba katmaya başlıyor izleyici.

Başka birinin hikayesine, acısına, boşlukta sallanışına öylesine bakmaktan çıkıp, kendine yönelmeye sevk ediyor insanı, Yavaşça’nın resmettiği hikaye.

Çok eğlenceli bir sergi değil bu Mert, pek çok yüzleşme, derin sorgu gerektiriyor. Zor iş. Nasıl tepkiler aldın?

Kendini hazır bilgiye alıştırmış ziyaretçiler için zor bir sergi. Belleğini sorgulamayan yahut bundan kaçan, yüzleşmek istemeyen kişiler kavramakta zorlandılar Resilience'ı. Beni en yakından tanıyanlar bile zorlandılar bu çalışmalar karşısında. Halbuki, çalışmalarımla ilgili oldukça anlaşılır ve kolay hazmedilir açıklamalar beklemek yerine, hatırlamak istemedikleri şeyleri çağırsalar, bir noktaya temas edebilecekler diye düşünüyorum. Bunun örneklerini de sergi açılışında yaptığımız sohbetlerde gözlemledim. Tedirgin oldular, ancak bu tedirginliklerini tam olarak ifade edemediler.

İlk serginde (Ruhumu Beklerken, 2013) ruh bir hatırlama ve hatırlamanın verdiği kaos içinde beklenirken bu kez, ruh yardıma gelmiş, bekleyenini kurtarmanın yollarını arar gibi . . .

İlk sergim'de hakim olan 'bekleyiş' zaman içinde dönüşerek ve etkisini kaybederek yerini, kendini arayışa kaptırmış endişeli bir özneye bıraktı. Kendimi tanımayı hedeflediğim bir sürecin ardından belleğime saplanmış kalıntıları ortaya çıkarmaya yönelik bir arayışa sürüklenmiş buldum kendimi. Yolun sonu kurtuluşa gitmekten öte yeni mücadelelere kapı aralayacak gibi görünüyor şimdiden. Belki eserlerime sinen tedirginlik bu öngörüden gelmektedir.

Resimlerin boyutlarının daha küçük oluşu, o sıkılmışlık ve buhran hissine denk düşer gibi sanki? Kasıt var mı boyutlarda?

Boyutların küçük oluşu, çalışmaların üretim süreçlerine hakim olan atak-oluşturma disiplininden kaynaklı diyebilirim. Büyük boyutlu çalışmalar bir ön hazırlık-eskiz disiplini gerektirir. Resilience'da böyle bir disiplini tercih etmedim. Refleksif düşünceyle kontrol edilen refleksif bir yaratım disiplininden bahsediyorum. Kendi üzerine analizler üreten bir öznenin, sonuç üstünde hakimiyet kurabilme güdüsüyle hızlandırdığı ve kısa zamanda sonlandırmayı amaçladığı çalışma disiplini gibi görebiliriz Resilience'ın ortaya çıkma sürecini. Bellekten koparılıp tüm hasarlarıyla, tekinsizlikleriyle kendine dönen imgeler üzerlerinde hızlı çalışmalar yapmayı gerektirdiler. Aynı görünümlerin büyük boyutlu yüzeylerde yaptığım denemeleri tatminkar sonuçlara götürmedi beni.

Sergide bir de sürpriz sayılabilecek bir tablo var, diğerlerine oranla daha büyük ölçülerde. Daha aydınlık ve hatta umut verici. Sanki ‘herşeye rağmen bir çıkış yolu hep var’ der gibi. Veya tam tersi, masumiyeti kaybetmeden hemen önceki güzel günlerin yansıması, bir düş de olabilir bu. Yine de umut verici bir düş sanki?

Sergiye koymaya son anda karar verdiğim bir eserden bahsediyorsun. İki erkek çocuğunu sırtları bize dönük gösteren kompozisyon. Biri diğerinin omuzuna elini atmış, bir yere bakıyorlar. Aslında bu kompozisyona dair insanlarda bahsettiğin türden aydınlık ve umut verici bir izlenim oluştu. Belki de serginin atmosferine küçük boyutlu işlerden yayılan gerilim bu tabloda etkisiz hale geldi bir anlamda izleyici için. Halbuki benim bu çalışmayı oluştururken hissettiklerim tam tersi yöndeydi. Hala da öyledir. Oradaki o temas, başka birine ihtiyaç duymanın getirdiği acizliği ve abartılan samimiyetin güvenilirliğini sorgulatan bir temastır benim için. Masumiyet uçup gitmiştir artık. Çıkar ilişkilerinin gün yüzüne çıktığı bu görüntünün benim için şiddetini arttıran bir diğer özelliği de, o iki çocuğun yüzlerini çok iyi bilmemdir belki de.

Eserlerinin sergilendiği galerinin lokasyonu da dikkat çekici. Düşünülmüş bir ayrıntı değildir muhakkak, geçen sene de aynı yerde açmıştın sergini. Fakat Maslak'ta göğe yükselen plazalarda kurtuluş bekleyen pek çok ruh var. Ve isteksizce bunun farkına varan.

Galeri mekanının konumu bu serginin oluşumunda herhangi bir rol oynamadı. Resilience'ın sergilendiği her mekanda yerini bulacak sorular barındırdığından eminim. Öte yandan, günümüzün biyopolitikalarla şekillenen baskıcı toplumlarında, bireylerin kurtuluşa muhtaç ruhlarının farkına varabilmeleri bile bir lüks artık bana sorarsan. Fark etmek sorgulamayı gerektirir. Konformist bir toplumda böyle bir sorgulamaya girişebilecek denli endişeye sahip bedenler en acı çekenlerdir. Zamanımızın azınlıklarıyız biz. Bizden geriye, kendimize sorduğumuz sorular ve gerisi gelmeyen anılar kalacak . . .

Mert Yavaşça’nın Resilience başlıklı sergisi Artnext İstanbul’da, 17 Nisan’a kadar görülebilir.

Görülmeli . . .

ARTNEXT ISTANBUL

Windowist Tower, Eski Büyükdere Cad. No: 26, Maslak, 34467 Istanbul

Galeri ziyaret saatleri: 11:00-19:00 / Pazartesi-Cumartesi

İletişim: + 90 212 999 3990

www.artnext.org

Görsel: Mert Yavaşça, “Resilience” |“İsimsiz”, Transfer Baskı Üzerine Yağlı Pastel, 2014, 8,3 x 17, 3 cm

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.