SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

10 Gün Susabilir misiniz ?

Vipassana #1 *10 günlük sessizlik meditasyonu.

Çok kaçmak istiyoruz değil mi? Gürültülerden, konuşmalardan, şehirlerden, bazen en sevdiklerimizden, üstümüzdeki iş yüklerinden, sosyal baskılardan, hiç durmayan zihnimizden, kendimizden! Şöyle her şeyi kapatıp, sosyal medyayı bırakıp, bizi her ama her gün daha da üzmeyi başarabilen gündelik haberleri bilmeden; sessiz, sakin, doğada, her şeyi bırakmış olabilmeyi zaman zaman diliyoruz. Yer yarılsa da içine girsem, bir süre çıkmasam, kimseyi görmesem, kimse de beni görmese, kaybolsam… Hepimiz diyoruz galiba, en azından çoğumuz; çünkü anlatacağım vipassana organizasyonuna dünyanın farklı ülkelerinde, son 3 yıldır katılmaya çalışmama rağmen ancak sıra geldi. Öylesine bir yoğunluk, öylesine bir talep, öylesin uzun bekleme listesi.

Nedir?

Bir meditasyon tekniğidir. Kendi kendini, nefesini, hislerini gözlemlemeyle kendini dönüştürme yoludur. Kelime anlamı, olanı olduğu gibi görmek demektir. Hindistan temellidir. Dinlerden, inançlardan bağımsızdır çünkü ne tanrılar vardır, ne de ritueller. Tüm insanlığın ortak noktası, yaşam aracımız, “nefes” yöntemin temelini oluşturur.

10 gün sürer. Program yoğundur. Sabah 4:00 kalkış, akşam 10:00 yatış saatleridir. Arası vakitte detayına girmeyeceğim bir şekilde; kendi pratik zamanların, eğitmene soru sorabileceğin bir saat, grup meditasyonuna ayrılmış dilimler(burada teknik bilgiler paylaşılıyor, o gün nasıl bir yöntem izlemelisin bu anlatılıyor.), sabah kahvaltısı, öğlen yemeği ve beş çayı servisleri, her öğünü takiben bir saatlik boş zamanın vardır. Boş zamanın vardır ama elinde araç olarak yine kendinden başka hiçbir şeyin yoktur, zira girişte bütün elektroniklerini(telefon, bilgisayar, ekitabın, tabletin, müzik çaların, usb çalarını vs) kitabını, günlüğünü, kalemini teslim etmektesindir.

Sessizlikten kasıt sadece dille yaptığın bir eylemden öte zihninde uyaran yaratmadan, kendini gözlemlemeyi bozacak dış uyaranlardan uzaklaşabilmeyi kapsar. Bu nedenle hiçbir aktiviteye izin verilmez. Yoga yasaktır, koşmak yasaktır, spor yapmak yasaktır. Dediğim gibi sadece elinizde gözlemlemek için kendiniz varsınızdır. Yemek, yıkanmak, uyumak dışında tek yapabileceğiniz yürümektir.

Göz göze gelmez iletişim kurmazsınız. Herkes aynı amaç için orada olduğundan, selam vermemeniz, gülmemeniz, günaydın iyi geceler dememeniz kabalık oluşturmaz, durum tam aksidir.

Kadın erkek ortak alanları ayrıdır. Yoganın da ilk basamağı olan 5 ahlak kuralı(yamalar) bu süreçte uygulanmaya çalışılır. Bunlardan biri cinsel aktiviteden, uyaranlardan kaçınmaktır; diğerleri öldürmekten, çalmaktan, yalan konuşmaktan ve uyuşturucu ve sarhoş edici maddelerden uzak durmaktır.

Yemekler vejeteryan, vegan aralığındadır. Açıklaması; bol sebze, meyve, bakliyat yenmektedir. Meditasyon yapan, dua eden, sadece gönüllü çalışan, sen 10 günlük inzivanda yemekle falan uğraşma diye senin yerine kendi pratiğinden, dinlenmesinden vazgeçen yüce gönüllü insanlarından elinden çıkan yemeklerdir bunlar. Tadına dahası şifasına laf ettirmezler.

Genellikle 2-3 kişi paylaşımlı odalarda konaklanılır. Bu konuyla ilgili ayrıca notlarımı paylaşacağım ama o senin dışındaki bir iki kişiyi öylesine pek çok seversin!

Dünyanın neresinde gidersen git aynı şekildedir; yöntem, eğitim her yerinde aynıdır. Kurucu Goenka’nın ses kayıtlarıyla oturumlar gerçekleştirilir ancak sorularımız için bir de eğitmen vardır.

Hepsi ücretsizdir. Başvuru aldıkları sitede şöyle yazar; “Bu inziva size önceki öğrencilerin hediyesidir.” Daha naif ve güzel bir anlatımı olabilir mi? Bağışlarla yürüyen bir organizasyondur. 10 günlük konaklamanız, aldığınız eğitim ve yemekler için bağışta bulunabilirsiniz, ancak ve ancak 10 günü tamamladıktan sonra. Eğitime katılmadım ama sistemi beğendim bağışta bulanayım, yok, yapamazsınız. Ancak temel eğitimi aldıktan sonra destekçi olabiliyorsunuz.

Katılım başvurusunda bulunmak, tekniğin detayını okumak, kurucusu Goenka’yı tanımak için Türkiye Vipassana resmi sitesini ziyaret edebilirsiniz, bu konuda çiçek açma zamanınız geldiyse başvuruyu da buradan yapabilirsiniz :) (https://www.dhamma.org/tr/about/vipassana)

Benim vipassana tecrübelerimle yazı devam edecek.

Bhavatu Sadhu Mangalam * Bütün canlılar mutlu olsunlar.
Mukta
Kolombiya - Ocak 2016

Yazının devamı...

Merhaba diğer evim, bir diğer evim, dünya evim!

Hindistan’dan döndüğümde, ben dahil hepimiz, “çok dayanamaz 3-5 aya tekrar gider bu müge” diyorduk ama hayat öyle değil tabi… Nereye gidiyorsun acaba! Kurlardan sebep bilet fiyatları bile ikiye katlamış ki, bu benim için gidememekte oldukça yeterli bir neden. :) Neyse üstünden yıllar geçti, rota farklı ama Asya Asya’dır bana diyerek, ilk durak Tayland’a atabildim kendimi. Zaten bir eğitim hedefim de vardı, boşuna burası değildi yani.

Hindistan’a gittiğimde ilk defa bir Asya ülkesine gittiğim için, her şey çok ama çok farklı gelmişti bana. İlk birkaç gün bir şeyler çekip yazıp paylaşmaya çalışmıştım ama hem farklı çok şey vardı hem de asla gözümle gördüğüm, kalbimle hissettiğim gibi olmuyordu aktarmaya çalıştıklarım. Ben de pek bir şey paylaşmadan oralardan alabildiğim her şeyi kendi içime akıtmayı tercih etmiştim. Bu sefer hemen pes etmemek niyetindeyim zira üstümde çok baskı var. Gidemeyen bizlere bir ses bir soluk ol, gitmek isteyenlerimize de yol göster diyorlar. Peki; elden geldikçe, bilmiş bilmiş bilirkişi gibi değil, ancak benim yaşadıklarım, bilebildiklerim, görebildiklerim kadar dedim.

Öncelikle vizeyle uğraşmayı hiç istemiyordum, üzerimde uğraştığım başka başka devlet işlerim vardı o sıra. Bangkok bileti aldım, o sıralar 90 gün vizesiz kalınıyordu ve fakat nedendir bilmem, ben bileti aldıktan sonra, 2015in bir ayında, Tayland Türkiye için değişiklik yapıp vizesiz bordo pasaportun kalış süresini 28 güne indirmiş. Bir niyet ettim; aman alayım iki aylık turist vizesini buradan, belki oralarda daha uzun kalmak isterim belli mi olur diye, ama İstanbul Tayland Konsolosluğu’na saldırdılar, o sırada vize işlemleri durduruldu. Kısmet dedim, alamadan devam. Bu tip vize prosedürleri çok sık değişiyor, ben Tayland’dayken bile iki kere değişti, günceli hep ama hep teyit etmek gerek bana sorarsanız, rota çıkarıp bir şeylere heveslenmeden önce.

Ee vizem yok, dönüş biletim zaten yok, sadece Bangkok’ta üç günlük hostel rezervasyonum var, bir de masaj okuluyla eğitimlerine katılacağıma dair yaptığım bir yazışma ama kim takar tabi. Kuala Lumpur üzerinden, Malaysia Airlines ile uçacağım. Gel gelelim Check-in’i bile geçemedim, İstanbul Atatürk havalimanında takıldım daha düşünün. Dönüş biletiniz olmadan işleminizi yapamıyorum dedi. Dedim; dur, daha bu aşamaya var, pasaportu verdiğimizde ülkeye girerken soracaklardı onu :) Yok, dedi; ülkeye girerken sorun olursa dönüş biletinizi biz karşılamak zorunda kalıyoruz; o yüzden vizesiz ülkelere her uçuşta pasaportları biz de buradan kontrol ediyoruz. Neyse, diğer aşamada olabileceğini bildiğimden hazırlıklıydım. Asya’da ucuz uçuşlar düzenlediğini bildiğim Airasia’dan bir yakın uçuş aldım; Bangkok-Kualalumpur. Sorun çözüldü, Tayland’dan ayrılacağımı görmek onlara yetiyordu. Bilet 40 dolar gibi bir şeydi bu arada. Ve geldim.

11 saat Malezya, 3 saat bekleme ve kısa bir uçuşla. Uçakta o kadar çok şey veriyorlar ki yemek için ve ben geçtiğimiz aylardaki karışık süreçlerimden, üstüne de bu uzun uçuştan o kadar yoruluştum ki, sonraki iki günü hostelde sadece su içerek ve uyuyarak geçirdim. Hatta verdikleri çok ama benim yiyebildiğim az olduğu için yiyemediklerimi çantama attım ve güncelerce yedim diyebilirim. Ama doyurucu yemek servisleri, ilgili hizmetleri ve ucuz bilet politikalarına rağmen kaza oranları yüksek olduğu için bu havayolu hakkında pek iyi konuşulmuyormuş.

Bangkok’a indiniz, burada hem taksiler hem tuktuklar var. Tuktuklarla hem pazarlık gerekiyor hem de o egsozu solumaya benim bünyem izin vermiyor artık. Taksilerin taksimetresi var ve Türkiye’deki gibi biniyorsun açıyorlar, ne yazıyorsa veriyorsun. Her yerde hemen turist kafasına bürünüp, lan bizi ayakta götürüyorlar mı bunlar diye triplere girmeye hiç gerek yok bence. Pembe, yeşil değişik renkteki taksilerle uygun, klimalı, sakin bir biçimde havaalanından ilk ulaşım işinizi halledebilirsiniz.

Bangkok benim için yoğun bir eğitim öncesi kısa süreliğine dinlenme noktasıydı diyebilirim. Bundan sebep o kısa sürede ancak bir yoga dersine katılabildim. Süzme safi asana yani poz dersi; bir saat boyunca o asana senin bu kol dengesi benim koşturmaca. Kimse yapamıyor ama olsun deneyelim de gülelim tadında. Çoğunlukla Thai yani kendi dilinde, çok az da İngilizce konuşabilen bir eğitmendi ama pozları görünce hem sıkıntı olmuyor hem de Hatha yoga dersiydi zaten, yani bildiğim yerden ama daha çalışmadığım chapterlardan gelmişti başlıklar :) Ve dahası ben son 5 aydır mata düzenli çıkmadığımdan, ertesi gün kendimi, kaslarımı, nerelere atsam bilemedim. Derse 500 tbaht yani 40TL verdim.

Ve yine her zamanki gibi şansıma, benim için çok verimli bir yerde kalıyordum; çok merkezi Silom Caddesini kesen Hint sokağında, daha doğrusu en büyük Hindu tapınağının bulunduğu bir sokakta. Dolayısıyla sokakta Hint restoranlarından, daha Hint tarzı yoga stüdyolarına kadar her şey vardı. Bazı bireysel eğitmenler, sağ olsunlar, hostele broşürlerini bırakmışlar, ücretsiz meditasyon gruplarını duyurmuşlar. Hemen gittim tabi; güzel insanlarla tanışmak hep çok güzel.

Yemek konusunu başka bir başlık için arıyorum ama ben Asya mutfağını çok sevdiğim için olsa gerek, konuyu kısaca korkulacak bir durum yok merak etmeyin diyerek geçmek istiyorum. Kimse artık hiçbir yerde aç kalabilemez zira her yerde her şey var; hele global düzenin hakim olduğu turistik başkentlerse söz konusu olan varış noktalarınız.

Gezilecek tapınaklarla ilgili hem gitmeden ondan bundan duyduklarım vardı aklımda, hem daha önce gitmiş bir arkadaşımın detaylı Bangkok dosyasını okumuştum hem de internet falan tabi. Ama ben genelde yürüyüş ayakkabılarımı giyip kendimi sokaklara atmasını, bilmeden denk gelmeyi, keşfetmeyi, turistik veya değil beğendiklerime zaman ayırmayı severim. Sadece şöyle bir şey var ki gidince öğrendiğim; bazı tapınaklar ücretliymiş, pek tabi ki turistik geziler olduğundan ama tapınak yani… Ben hiç para vermedim, zira turist değilim. Eğer turist gibi görünmezseniz yani sıcak diye en kısa kot şortunuzu ve askılınızı giymezseniz kimse bir şey sormuyor. Kaldı ki ben esmerim Asya’da pek parladığım söylenemez, aralarında kaynıyorum. Onlar gibi giyinmeyi benzemeyi de oldukça seviyorum. Hindistan’da ikinci ayımda Hintliler benimle kendi dillerinde konuşmaya çalışıp Hintli sanıyorlardı, işiniz çok kolaylaşıyor bence. Dahası, cami, kilise, tapınak, biliyorsunuz hepsinde aynı şey geçerli; turistsiniz diye kimse kutsal alanına o kıyafetlerle almıyor zaten. Kesin durdurulursunuz. Uzun ve kapalı kıyafetleriniz olmalı yanınızda. Ki bence bu yurdum insanlarının öyle giyinmesi sadece din, etnik veya sosyal bir durum değil, baya hava durumunun da bir sonucu. Güneş öylesine kavurucu olabiliyor ki, şemsiye ve uzun kollu giymek tabi ki tente etkisi yaratıyor, bir minik serinlik. Dahası; alt sınıf, çalışan sınıf gibi esmer görülmeyi istemiyorlarmış. (Bkz önceki yazı; https://blog.milliyet.com.tr/gundeme-paralel/Blog/?BlogNo=510112 )

Peki; genel olarak giyilecekler konusuna gelecek olursam; ilk söylemek istediğim, yine kendimden yola çıkarak, sıcak iklime gidiyorum diye en ince giyeceklerinizi alırken aman diyim kalın şeyler almayı unutmayın. Şey değil bakın şeyler! Ben üşürüm ve klima sevmem. Gündelik yürüyüşlerime çıkarken fark ettim ki çantam ağır ne var bunda dedim, bir uzun kollu bluz, bir hırka birde şal vardı. Misal; şu anda trendeyim ve ayağımda trekking botlarım, üzerimde polarım dahil 4 kat var, boynumda buffım, şalımı da dizime örttüm. Kapalı her-ama-her alan, dışarısı çok sıcak olduğu için, son gazda soğuk. Çok soğuk! Onlar alışmışlar, kuzeyden gelen turistler de pek memnun görünüyorlar ama bana zor. İki önüme sevgilisiyle oturan İspanyol hanım kızım da şortlu bacaklarını neresine soksa, sevgilisinin eline neresini verse şaşırdı, çünkü bir ince şalı var yazık. Diyesim; taşıması yıkaması kurutması kolay olan kalın kıyafetlerinizden ortaya bir karışık alın ve yakınınızda tutun.

Ayrıca, ben şahsen normalde de böyle giyiniyorum ama özellikle gezerken şalvar ve yarım kollularımla çok rahat ediyorum buralarda çünkü tapınak tapınak geziyorum. Ve dediğim gibi aralarında kaybolmak kolay oluyor, bana kendimi daha iyi ve güvende hissettiriyor; turistim yanımda paralar pasaport taşıyorum diyen ampülüm sönüyor sanki. Yoksa tahmin edersiniz ki bu ülkelerde şortunun kısalığı sana bir isim yapıştırmalarına neden olmuyor, istediğiniz kadar rahat giyinebilirsiniz. Az eşyayla seyahat etmeyi, gittiğiniz yerlerden bir şeyler almayı seviyorsanız da hiç çekinmeyin, boş çantayla yola çıkın, aradığınız her şeyi üçte biri hatta belki daha ucuz fiyata bulabileceksiniz, yeni cicilerle eve dönersiniz, kesin!

Ve son olarak; Bangkok, hatta Tayland, tek bir kadın olarak, herhangi bir saatte dolaşmak için, seyahat etmek için çok uygun bir tercih, çok rahat.

Aşkla. Om.
Mukta Müge.

(12 Ağustos 2015 Çarşamba * Bangkok-Chiangmai treni)

Yazının devamı...

İlk Asya Yolculuğumdaki adamdı * Bir vize alma hikayesi

Yoga yapıyordum bir süredir, hatta eğitmen bile olmuştum. Ama sonra tamamen güzel tanışıklıklar sayesinde, Ankara ziyaretlerimin birinde, Hindistan’dan gelen Guruji ile tanışmış, bir hafta sonu grubunda kendime yer bulmayı başarmıştım. Şans tamamen. Ve çok bambaşka yaklaşımlarından, öğretilerinden, benim üstümde bıraktığı etkilerinden tam anlamıyla büyülenmiştim! Oradaki tecrübelerim apayrı bir yazının konusu.

Neyse, akabinde hemen Hindistan İndore şehrinde bulunan ashrama yani Guruji’nin terapi enstitüsüne gitmeye karar verdim. Gerekli yazışmalar, ayarlamalar, ödemeler derken o senenin yazı için işlemleri başlattım. Sıra gelmişti vizeye. Şimdi hala öyle mi emin değilim ama o sırada söylenen Hindistan’ın bireysel başvuru kabul etmediği, bir acenta üzerinden işlemlerin yürütülmesi gerektiğiydi. Benim hikayemde de bu şarttan dolayı birisiyle yapıyoruz işlemleri.

İki ay kalacağım, ödemem yapılmış okula, uçak gidiş dönüş biletim alınmış, okulda konaklayacağıma dair bir yazım dahi var ve başvurduk biz turist vizesi için. Tam üç buçuk saat konsoloslukta bir fiil bekledikten sonra işlemlere başladılar, parmak izi falan. Ön gişe çalışanları, Hintliler pek tatlılar; yoga eğitimi falan dediğinde iyiden iyiye bir samimiyet ki şahane! Neyse ben çok heyecanlıyım. Evraklarımın olduğu, pek özenle hazırlayıp şansa yer bırakmadığım dosyam detaylı incelenmek üzere arkaya elden ele gönderildi; azıcık sert bakışlı bir amcaya.

“Çağıracağız seni” dediler, “git bekle…” dediler bir de. Hani olur ya, hepimiz biliriz o duyguyu, herkesin işi, dosyası, onayı, sevgilisi, neyi kimi bekliyorsa gelir içeriden tıkır tıkır, seninki çıkmaz, görünmez bir türlü o kapıdan. Alır bir dert, sarar bünyeyi derininden bir stres o andan itibaren! Kesin bir terslik var, belli dersiniz… Neyse velhasıl böyle oldu. Hintli amca kapıdan el etti, “sen bir gel” diye. Ağlamaklı sezercik gibi olmuştum çoktan, girdim içeri.


Dedi ki; “Bak, sana bugün vize vermiyorum.” Ben o sırada zaten bitmiş, kalbim durmuş, okeye dönüyordum ki tahminim bu durum yüzümden çokçana belli oldu. Devam etti; “dediğimi anladığından emin değilim, sana bugün vermeyeceğim dedim, hiç vermeyeceğim demedim, tamam mı, önce bunda bir anlaşalım.”

Haa tamam peki dur amca bir nefes alayım o zaman. “Evet ama neden?” dedim.

“Bir okula gidiyorsun anladığım, iki ayını verebilecek kadar zaman, emek, para ayırmışsın ama turist vizesiyle başvurmuşsun.

“ Ee evet nolmuş” der gibi bir malak bakış attım. “Öğrenci vizesiyle başvurman gerekirdi, başvurunu yinelemen lazım, haftaya tekrar başvuru yap” dedi, dedim hooop! Ben öğrenci değilim ki, o defteri kapatalı çok oldu. İnsanın aklına hemen üniversiteden de mi bir şey almam gerekecek, diploma falan, öğrencilik bağlantıları, bütün o prosedürler geliyor. Her Türk kadını gibi kanırtayım bakayım, zorlayım şartları, bir çirkefleşeyim, bir oluru var mı bakayım dedim ama yok, ‘bu şekilde vermem’ dedi. “Peki!” dedim, ne diyeceğim ki başka :)

Sonra; bana baktı ve uzunca süre her anlattığımda, düşündüğümde gözlerimi doldurup, tüylerimi diken diken yapan cümleleri şöyle sıraladı; “Bak çocuğum; böyle yolculuklara çıkarken niyetimizi doğru koymalı, işlerimizi bu doğrultuda yapmalıyız, yolumuzdan sapmamalıyız. Sen bir eğitime gidiyorsun sözde ama turist vizesiyle başvuru yapıyorsun. Olacak iş mi bu? Eğer bu şekilde gidersen gezer gezer gelirsin, eğitim karman bozulur. Okulundan bir yazı daha iste, okul olduklarına ve orada eğitim alacağına dair, öğrenci vizesine başvur, beni bul, pazartesi öyle vereceğim vizeni, şimdi var git yoluna!” dedi.

Dedim, amca beni ret edeceksen böyle ret et! Gözlerim doldu, her anlatışımda hala çok ama çok etkilenirim. Düşündüm; siz hepiniz mi yogisiniz, hepiniz mi gurusunuz, rehbersiniz bize, hepiniz böyle mi yaşıyorsunuz, nasıl bir öğretiniz, kültürünüz var! Çok şükür o amcaya. Sadece Hindistan gezime değil, tüm hayatıma dokundu söylediğiyle. Eşime dostuma tüm anlattıklarıma rehber oldu. Sizlere de olsun, niyetlerinizi önce güzel belirleyin sonra sapmayın, vardır bir hayır ters gidiyor gibi görünen işlerde bile…

Ve gittim, amcanın dedikleri zihnimde. Kaldığım süre boyunca tapınaktan çıkamadım bile, gezmedim, gezemedim :) Başka bir Hindistan gezisine artık! Ve iki ay sonra ben, ben olarak gelmedim tabi. Hayatımda o noktadan sonra hep Asya olsun istedim, evimdi, çok sevmiştim. Ve evet, çoğu yoga yapmıyordu ama yogayla yaşıyorlardı, gündelik sözleriyle davranışlarıyla öğretiyorlardı.

Aşkla. Om.
Mukta Müge


(12Ağustos2015,Çarşamba.
Bangkok Chiangmai Treni - 17:00)

Yazının devamı...

Gündeme Paralel

Türkiye gündemi oldukça yoğun ve tatsız, biliyorum. Ama konunun az kenarından dolanıp size, bize neler yaptıklarını minik gündelik bir örnekle anlatmak isterim. Bize bir şeyler yapıyorlar biliyorsunuz, reklamlarla, söylemlerle, medyayla, ellerinde ne araçları varsa acımadan, birlik olup, bizlere, biz hiç farkında olmadan, bilmediğimiz bir şeyler yapıyorlar, yönlendiriyorlar, sürüklüyorlar. Biz de dünden hazır mıyız nedir yoksa zaten uğraşacak çok derdimiz varda kendi beynimizi, bedenimizi, dahası cebimizi, hayatımızı önemseyecek, düşünecek zamanı bir şekilde kendimize ayıramıyoruz, bilemiyorum.

Şimdi, batılı malum beyaz, hatta beyaz adam diyorlar hani. Beyazın elli tonu tadında takılıyoruz. Sonra bu beyazlar kadınlı erkekli, bazı dayatılmış güzellik algıları uğruna ve hatta acınası bir biçimde cilt kanseri olma pahasına, saatlerini güneşlenerek geçirebiliyorlar. Bronz olabilmek adına önce bir kıpkırmızı ciğer gibi oluyorlar yani, bazen acı bile çekiliyor bu uğurda ilk bir iki gün. Yetmedi diyelim bu doğal güneşlenme çabası, ya da bir şekilde güneşe çıkılamadı, bulunamadı, gidilemedi, yeterince bronz olunamadı, daha da fazlası istendi. Çözümü mevcuttu, yine aynı beyaz adamların bazıları soruna çözüm getirmişlerdi, tutmaması söz konusu değil zira insanlar cilt kanseri olmayı göze almışlar diyorum, kimyasal kullanmaktan mı korkacaklar, lütfen! Türlü türlü kozmetikler, solaryumlar ve benim bilemediğim yöntemlerle bronz olmaya, güzel olmaya, seksi olmaya, çekici görünmeye çalıyoruz, öyle olduğumuzu düşünüyoruz çünkü buna çok güzelce inandırılmışız.

İşte bütün Asya’da, benim şu anda yazımı yazdığım Tayland’da durum tam tersi. Halk birlik ve beraberlik içinde kendini beyazlatmaya çalışıyor. Böyle bir şeyden haberdar olmadığım için çok inanılmaz geldi başlangıçta, ta ki işte aksinin de var olduğunu hatırlayıncaya kadar. Bütün kremler, losyonlar, temizleyiciler, cilt bakımları, güneş kremleri yani aklınıza gelebilecek bütün kozmetik ürünleri cildi beyazlatıcı bir madde içeriyor. Onların motivasyonu bambaşka tabi, esmer olan koyu tenli olan çalışan sınıfı, alt sınıf. Ve evet bir statü, sınıf atlama olarak, güzel beyazlara yaklaşabilmek için yapıyorlar.

İşin özü şu, olduğumuz gibi olamayalım şu hayatta. Hep ama hep başka şeylere ihtiyaç duyalım, hep gereksinimlerimiz olsun. Hep bir yarım kalmışlık, çoğunlukla geç kalmışlık, ama en önemlisi asla dolduramayacağımız eksiklik hislerimiz olsun. Asla tam olamayalım, tam hissetmeyelim. Yanımızdaki o kişi olmadan korkularla dolalım, yarım hissedelim. Bedenimizden, halimizden hiç ama hiç memnun olmayalım, uzunsak kısalara kısaysak uzunlara özenelim, hem de onların sıkıntılarını hiç bilmeden. Kıvırcık saçlıysak düz olmasını isteyelim, çok düzlerse pırasa gibi ne bu böyle diyip kıvırcık dalgalı olmayı deneyelim. Renk konusuna hiç girmeyelim, onu hep değiştirelim zaten.

İster kozmetik gibi daha önemsiz görünen gündelik bir konu olsun ister politika gibi içinde yaşadığımız ülkeyi etkileyen görece önemli sayılabilecek bir konu olsun önemli değil. Toplumlarımızda, içine doğduğumuz ülke neresiyse artık bizimle, beyinlerimizle, düşüncelerimizle, zevklerimizle, algılarımızla oynuyorlar, bizi etkiliyorlar, mutsuzluğa sürüklüyorlar. Öyle ya kendimizi tam hissetsek ne alırız ? Olduğumuz gibi olsak, olabilsek, bize ne satabilirler ? Tam olsak, aslında tamız da tam olduğumuzu fark etsek neyimizi değiştirmek isteriz ki? Ama o zaman bu yüzyılın kapitalist çarkları nasıl döner ki? İstemezler ki tam hissetmemizi bizim. Hatta buna rehberlik eden stüdyoları komik gerekçelerle kapatmaya çalışırlar, görünürdeki neden hep basittir, tütsü yakıyormuşsun derler ama alttan alta meditasyon yayılsın ve insanlar kendilerini, özlerini bulsunlar, sahip olduklarıyla çok mutlu olabileceklerini görsünler istemezler.

Yoganın yazıya dahil olduğu yer işte burası olur. Diyorum ya bedensel terbiyeler çok önemli ama hayatımıza yansıtmadıkça yogayı, hep bir yetersiz. Yoga yapmadan yoga yapmak diye bir şey var, asana yapmadan yogayla yasamak. Ben bulmadım, hocalarımdan öğrendim, Hindistan’daki insanların öyle yaşadığını gördüm, sonunda ben de yapabildim ondan yazıyorum. Bunları görebilmek! Bizlere ne yaptıklarını önce fark edebilmek! Sonra buna izin verip vermemek! İşte bu bizim elimizde.

Yazının devamı...

Zamanla Tanışırız ama Önce Tanışalım

Merhaba. Biz gezginlerin sorularıyla tanışalım!

Şunca zamandır çok sürüklenmek istedim, hatta sürüklemek de istedim ama hep Türkiye’de yaşadım. Şimdilerde tek bir yere ait hissetmiyorum kendimi, şuralıyım demek gelmiyor içimden. O yüzden oradan buraya sürüklenirken, hiçbir şey yapmadım, sadece hayatın beni taşımasını bekledim. Zaten bazen hayatlarımız alt üst olurken ne yapabiliyorduk ki, ancak yoga hocalarımızın dediği gibi tanık olmak ve izlemek geliyordu elden. En öncelikli arayışımızdır, söze dökünce kolay görünmesin gözünüze, hayatınıza yaşadıklarınıza anlamlar yüklemeden, değiştirmeye, sözde iyileştirmeye çalışmadan dışarıdan biri gibi hayatımızı izlemek. Kenarda dursun sıkça önümüze gelecek bir konu.

Mukta Müge. Evet, iki adım var biri annemle babacığımın 32 sene önce verdiği, güzel mi güzel bir çiçek ismi, severek taşıdım. Avrupalılar daha kolay telaffuz ediyor çünkü aynı isim Fransa’da yaygınca kullanılıyor, yolda tanıştığım Avrupalılarla bu ismi kullanmam gerekebiliyor. İkinci ismimse, ki gördüğünüz üzere, ilk isim olarak, öncelikli olarak kullanıyorum; Mukta! 2013’te Hindistan’da Gurumun inisiasyonum sırasında, çalışmalarımda, manevi hayatımda, meditasyonlarımda, önümdeki yollarımda destek olsun, kapılarımı açsın diye verdiği isim, Mukta; özgürleşmiş olan, serbest kalan. Asya insanı Müge’yi okuyup söyleyemiyor zaten, o yüzden iki isimli olmak güzel.

İstanbul’dan geliyorum. Nereye gidiyorum hiç bilmiyorum aslına bakarsınız. Haziran 2015 idi, evimi, işimi kapattım, eşyalarımı sattım, bağışladım, dağıttım, ailemi dostlarımı bıraktım, tek yönlü bir bilet aldım; gidebildiğim kadar, hayatla dolabildiğim kadar dedim ve tabii ki bir kez görüpte aşık olduğum Asya’dan başladım. Önce Bangkok sonra Chiang Mai şehrine geldim. Tam bir aydır buradayım, evimi tuttum, bisikletimi kiraladım, iş aramaya başladım bile, bir süre daha da buradayım. Zira dönecek evim bile yok! Ya da artık bir eve bile ihtiyaç duymuyorum, her yer evim diyebiliyorum. Ev tanımı, başımın üstündeki dört duvar olma tanımından çoktan geçti; sevdiğim insanların yanı evim mesela, yoga matımı serebildiğim yer evim mesela, çok evim var ama hiçbiri benim değil.

Yoga yaparım ben, 2009’da solunum yolu sıkıntılarım ve siyatik ağrılarım sayesinde başladım. O zamanlar bilinen bir holdingin otomotiv ayağında çalışıyordum; kurumsaldım, standartlara uygundum, daha çok anlayanım vardı. Hepimiz aynıydık çünkü. Sonra daha çok ve daha da çok yoga yaptım, eğitimler eğitimleri takip etti. Yogayla yaşamaya başlayınca paylaşması da kendiliğinden geldi. Yoga öğretmeye başladım. Yoganın hareketlerini de sevdim tabi, içinde yaşadığımız bedene iyi bakmayı, sınırlarında dolaşmayı, hissetmediğim kaslarımla tanışmayı ve dahasını ama en çok hayatlarımıza dokunuşunu sevdim. Şu biricik hayatlarımızda her şeyimizi kaybetmeden, kanser gibi bir büyük hastalığa yakalanmamıza gerek kalmadan, hayat bizi bırakmadan bizim onu bırakabilmemizi, yoganın bize yol göstermesini sevdim en çok. İstediklerimizi yapabilmek için yoganın el pençe divan beklemesini sevdim. Bu yolda kapı olmayı sevdim. En çok hayatlarımızı nasıl sadeleştiririz onu anlattım derslerimde. Sadeleştikçe, aza sahip oldukça büyüdüğümüzü, genişlediğimizi, paylaşacak daha çok şeyimiz olduğunu, sınırlarımız zincirlerimiz değil, aşkımız sevgimiz olduğunu göstermeye çalıştım çünkü bunları birebir yaşadım. Çok dersler verdim kısa zamanda, çok şükür isteyen çoktu, zamanıydı, yoruldum ama söylenmedim, bol bol ders verdim. Çoğunlukla Hamile yogası dersleri verdim. Şimdi vermiyorum, bir süre veremeyeceğim, ama çok özledim belli mi olur belki zamanı yakıdır yeni öğrencilerle buluşmanın.

Yakın çevremin “ferrarisini satan bilge“ mi olacaksın başımıza, 30undan sonra yapılması gerekenler listesinde senin bu saydıkların yok, hani eşin çocuğun kariyerin arkadaşların yatırımların olacaktı, yaşlanıyorsun ya güvenceler vs söylemleri arasından, biraz gülümseyerek; benim ferrarim yok ki ancak scooterını satan yogi olabilirim belki, ya da illa yogayla ilgili bir sıfat verilecekse guru olabilirim mesela ama gızgurusu diyerek geri adım atmadım isteklerimden J Yoldayım çok şükür, yanımda arkamda kalbimde bütün sevdiklerimle ama tek başıma. Yalnız değil dikkatinizi çekerim; yalnızlık hissiyle tek başına olmak hissi tamamen farklıdır birbirinden. Tek başıma hem de bir kadın olarak evet, Türkiye’ye gelinlikle barış yürüyüşü yapmadığım sürece başıma kötü bir şey gelmeyeceğine inancım sonsuz samimi olmam gerekirse. Üzücü ama böyle olduğunu hepimiz biliyoruz.

Neyse, bir de sarıyı severim ben mesela en çok. Güneşi, sıcağı, limon ağacını, mangonun sarı olgununu, mısır ekmeğini, sarı bisikletimi, nergis çiçeğini, mevsimlerden sonbaharı, sonbahar fotoğraflarını, ülkemin sıcak sarı sarı güneyini ve hatta ağaçları bile en çok ülkemin ekim kasım aylarında sarı giyindiklerinde severim. Hindistan’ın sarı dal çorbasını, trafik ışıklarının olduğumuz yerde kalakalmamızı ya da koşmamız, hızlanmamız gerektiğini söyleyen kırmızısını yeşilini değil, ne zaman geleceği tam belli olmayan sonraki adımı hazır beklememizi söyleyen aradaki, dengedeki sarısını severim. Velhasıl ondandır ki sarıyı, güneşi takip etmeye başladım bir süre önce. Hem gezgin hem yogiyim artık. Okuyacaklarınız da bundan ibaret olacak aslında. Ben nereye gidersem siz de oraya, bir planım yok, daha çok insanımız, daha dolu dolu hayatımız, birbirinden çok farklı yogamız olsun sadece, şimdilik tek dileğim bu! Ve yine baştan bilelim ki ne yazarım, ne hoca, ne çok iyi bir fotoğrafçı. Ha evet sorarsanız blog yazıyorum, instagram hesabım var fotoğraflar yüklüyorum, öğretiler paylaşıyorum. Ama artık bunları kim yapmıyor ki değil mi J ya da yapınca herkes uzmanı, en iyisi mi oluyor? Hmm herkesin uzmanlığı kendinin olsun! Konunun uzmanlarından acemi adımlarım, sözlerim, paylaşımlarım, eksikliklerim için baştan af dileyip; Hoş buldum Milliyet Blog okuyucuları!

Yenilerin yanında eski dostları da selamlamam gerekirse, biliyorum dersler yokken bir yaz gününde düştüm yollara. Öğrencilerim, stüdyosu olan dostlarım, hamile yogası dersi organize etmek için bekleyen hastane çalışanı arkadaşlarım, kadın doğum muayenehanesi sahiplerim, gebe kalıp ders almak isteyenlerim, doğum yapıp bebeklerinden ayrılabilecek duruma gelenlerim, tatilini bitirip şehre geri dönenlerim yani eski yeni bütün öğrenci ve eğitmen dostlarım, Eylül’ün gelmesiyle yazmaya sormaya başladınız: “Evet Mukta, tatilin ne zaman bitiyor, biz döndük haydi derslere başlayalım, nerede olacaksın bu sene?” Yazım sizlere de cevap olur umarım.

Yoga yollarımız, pratiklerimiz aşk ve şifa dolu olsun.

Güneşe doğru, biz bize doğru, ışık dolu günlere doğru sakin adımlarla ilerleyelim beraber.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.