Can Tanrıyar’ın Kelebek yazarı Onur Baştürk’e Bebek’in ortasında tokat atması, atabilmesi ürkütücüdür. Bir öfkesi var belli ki... Belki yazdığı yazıdandır, belki özel bir husumettendir, sebebi her ne olursa olsun ürkütücüdür.
Ama sonrasında yaptığı açıklama attığı tokattan da fena bana kalırsa. Şöyle diyor Tanrıyar: “Adını bile bilmediğim biri karşımda gay hareketleri yapıp, dil oynatınca ve daha sonra da bana doğru gelince bir tokat attım.”
Gay hareketleri!
Muhteşem bir tanım: ‘Gay hareketleri’! Ne kadar her şeyi hafifleten bir mazeret değil mi? Ve bu durumda son derece haklı bulunmayı bekliyor belli ki.
Neden olmasın, en vahşi cinayetlerin bu mazeretle aklanabildiği bir ülkede yaşıyoruz, bir tokatçıktan ne olacak?
Delikanlılığımıza halel getireceğine inandığımız bir davranış karşısında her yol mübah bizde. “Tokat atmayıp da okşasa mıydı?”, önümüze sürülen soru bu. Öyle ya, sadece iki seçenek var böylesi bir durumda, adamcağız da ‘namuslu’ olanı seçmiş...
Hal böyleyse biz kadınların günde kaç kişiyi dövmemiz gerekiyor diye düşünüyorum, ama tabii durum farklı. Bizde gölge düşürülecek bir ‘delikanlılık’ yok.
Burası Teksas
Ayrıca “Abartmayın” diyor, “Abi olarak bir tokat attım”. Şefkatli de aynı zamanda. Delikalılığın şanından, karşısındakine ‘doğru yolu’ döve döve göstermek. Hem sever, hem döver onlar.
Herhalde Onur Baştürk’ten beklenen de bu hayat dersi için teşekkür ederek köşesine çekilmesi, bundan böyle hareketlerine dikkat etmesi.
Yanlış anlaşılmasın, ben Can Tanrıyar’ın açıklamasının doğru olduğu varsayımıyla yazmıyorum bunları. Bir şiddet eyleminin böylesi bir mazeretle sıradanlaştırılabilmesiyle, benim derdim.
Her an, her alanda, ‘abi’lerin tepesini attırmayagörün, ‘cennetten çıkma’ dayak olanca haklılığıyla ve de yasallığıyla karşınızda.
Bu ‘delikanlılık’ kisvesi altındaki zorbalık kültürü toplumumuzu tepeden tırnağa kuşatırken, ‘abi’ tokatları, yumrukları inmeye yer ararken hiç sormaya hacet yok. Evet, burası Teksas.
“Lale atlet elle”
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleyip bayıldığım “İki Dil Bir Bavul”u bir de annemle gördüm bu hafta sonu. Yeni mezun Denizlili bir öğretmenin Urfa’nın bir köyünde Türkçe bilmeyen öğrencilerle yaşadığı bir yılı anlatıyor film. Geçen defa kaçırdığım bir sürü detayı yakaladım, bir kez daha kutlamak istedim iki yönetmeni, Özgür Doğan ile Orhan Eskiköy’ü.
Maçka Gmall’daki sinemada günlük güneşlik bir cumartesi günü, çok umut verici bir seyirci kitlesi vardı. Muhtemelen hayatında Ankara’nın doğusuna geçmemiş, hiç oralar üzerine fikri olmamış, kafa da yormamış olduğu sohbetlerinden anlaşılan insanlar bir parça değişmiş olarak çıktılar o gün o salondan. Konuşmalarına kulak verdim özellikle. Kendilerini, kendi çocuklarını, kendi hayatlarını kıyaslıyorlardı Urfa Siverek’in Demirci köyünde yaşayan Zülküf’le, Rojda’yla... Turist gözüyle değil, içeriden bakıyorlardı belki ilk kez oralara. Ve anlıyorlardı halden...
Sinemanın gücü
Sinemanın gücüne şapka çıkardım bir kez daha. Dünyanın en başarılı hatipleri, en iddialı siyasetçileri dil dökse ulaşamazdı “İki Dil Bir Bavul”un izleyen üstündeki dönüştürücü etkisine.
Bu arada sınıfın duvarlarındaki detaylar da takıldı gözüme bu kez. Müfredatımızın nasıl içler acısı olduğunu görmeme yetti. Bir örnek vereyim: Bir panoya yapışık fişler vardı, hani okumayı öğrenirsin o cümlelerle... İki tanesini aynen aktarıyorum: “Talat ele alet al”, “Lale atlet elle”! Anladığım kadarıyla t ve l harfleri öğretilmeye çalışılıyor bu korkunç cümlelerle. Ama insaf yani, hangi dilde bu?