Yetişkinlerin dünyası deyince aklına iyi bir şey gelen var mıdır acaba? Hani sanki büyüyünce ulaşacağımız bir mertebe gibi sunarız çocuklara da, orada o çocuğu ne beklemektedir? Kazandıklarının kaybettiklerin yanında devede kulak olduğu, güya ‘özgür’ olacakken çok daha tutsak olduğun, bir de üstüne hayal gücünü kaybettiğin bir dünya. Belki o dünyaya katlanabilmek, o düzeni sürdürebilmek için gereklidir zaten, çocukluğun zengin hayal kurma yetisinin zayıflaması. Kaybetmeyenler ise kabına sığamıyor, yazarak, çizerek, film yaparak hayallerinden bir dünya kurmaya, unuttukları çocukluklarını insanlara hatırlatmaya çalışıyor. Bir kişi hatırlasa, o umuda tutunsa kâr.
62. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nden en iyi film ve yönetmen (Seyfettin Tokmak) dahil yedi ödülle dönen “Tavşan İmparatorluğu”nun bu kadar çok sevilmesinin en önemli sebeplerinden biri bu diye düşünüyorum. Başkarakteri Musa’nın (Alpay Kaya) olanaklardan yoksul ama hayallerden
62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Seyfettin Tokmak’ın yönettiği “Tavşan İmparatorluğu” yedi ödülle geceden en çok ödülle dönen film oldu. Altın Portakal’da En İyi Kadın Oyuncu Leyla Tanlar seçilirken Yetkin Dikinciler de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı
Film festivallerinin ödül gecelerinden sonra çoğunlukla şöyle bir tartışma başlar, özellikle jüri ödülleri bir filmde toplamışsa, bir film için ‘geceye damgasını vurdu’ başlıkları atılabiliyorsa: Festivallerin olabildiğince çok filmi teşvik etmek, bunun için de ödülleri paylaştırmak gibi bir sorumluluğu var mıdır? Tam da bir cevabı olmayan ama “Film yapmak bu kadar zor bir iş iken” mutlaka dile getirilen bir konu.
Antalya Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde düzenlenen 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin cumartesi akşamı Cam Piramit Fuar ve Kongre Merkezi’nde yapılan kapanış töreninden sonra da böyle oldu. Ömer Vargı başkanlığındaki
Kutsal ne kadar ilginç bir kavram. Nitelemek için kullanıldığı şeyi dokunulmaz hale getiriyor. Zaten sözlük anlamları arasında “Dokunulmaması, karşı çıkılmaması ya da bozulmaması gereken” de var. “Tapılacak, yolunda can verilecek olan” ya da “Tanrıya adanmış, tanrısal olan” gibi daha iddialı anlamlarının yanı sıra. Ve biz şu anda bir mesleğin kutsallığını tartışıyoruz. Soru şu: Oyunculuk kutsal bir meslek midir? Oldukça anlamsız bir konu olmasına rağmen her yeni isme uzatılan mikrofonla kartopu gibi büyüyor ve gitgide tuhaf bir tablo çıkıyor ortaya. Sanki birisi oyuncu olunca canlandırdığı bütün meslekleri de yapabiliyormuş, dolayısıyla ‘her şey’ olabiliyormuş gibi bir şey. Böyle bakarsan neredeyse ‘kutsal’ olacak, evet.
Konunun başına gidersek, görünüşe göre fitili ateşleyen Berna Laçin’in X hesabından yazdığı “En bariz estetikli bir oyuncuya mahallenin fakir kızını oynatmak kimin fikriydi acaba?” cümlesi olmuş ve kastettiği “Sahtekarlar”daki Hilal Altınbilek imiş. Bu paha biçilmez bir
Yıl 1984 idi, Egemen Bostancı’nın işlettiği Şan Tiyatrosu’nda ‘Gençlik Konserleri’ olurdu. Birkaç yıl sonra Ortaoyuncular’ın “Muzır Müzikal”i oynanır ve tehditler alırken yanıp (yakılıp) kül olacak olan Şan Tiyatrosu. Biz son günlerini yaşamış olduk ucundan. Birini dün gibi hatırlıyorum, gündüzdü, akşam olsa zaten gidemeyiz, anne babalarımız tarafından kapıya bırakılıp kapıdan alınma yaşındayız. Konser de Turhan Yükseler Orkestrası eşliğinde MFÖ, Nilüfer, Johnny Logan konseri. Johnny Logan 1980’de “What’s Another Year” şarkısıyla Eurovision’u kazanarak bizde kendi ülkesinde olmadığı kadar büyük sükse yapmış bir İrlandalı müzisyen. Nilüfer’le birbirlerinin gözüne bakarak “Endless Love” söylüyorlar, kıyametler kopuyor. Ama bizim için asıl kıyamet ilk kez sahnede izlediğimiz MFÖ (O zaman daha Mazhar Fuat Özkan) ile kopuyor. O yıl çıkan “Ele Güne Karşı” kaseti walkman’lerimizin bir numarası çünkü. “Nasıl da
“Kimi görmeye izin veriyoruz? Kim sahnede ve toplumda konuşabiliyor? Dünya sana var olma hakkını çoğu zaman tanımıyorsa ‘olmak’ ne demektir?” İKSV tarafından düzenlenen 29. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Perulu topluluk Teatro La Plaza’dan izleyeceğimiz “Hamlet”in yazar ve yönetmeni Chela De Ferrari oyunun seyirciye sordurmasını istedikleri soruyu böyle ifade ediyor, Milliyet Sanat Ekim sayısında Ferdi Çetin’e verdiği röportajda.
Öncelikle bu bildiğimiz “Hamlet”lerden farklı bir yorum, hatta ‘yazan ve yöneten’ sıfatından anlayacağımız üzere Shakespeare’in metninden serbest bir uyarlama. Ve sahnede her biri Hamlet olan sekiz Down sendromlu oyuncuyu izleyeceğimiz bir yorum.
Bunun aklınıza getirdiği bütün ilk çağrışımları bir yana bırakın. Bu bir sosyal sorumluluk projesi değil, “Bakın onlar da oynayabiliyorlar” gibi bir yerden yola çıkmıyor, tam tersi Chela De Ferrari’nin uzun süredir sahnelemek istediği “Hamlet”e nasıl bir yorum getireceğini oyuncuları belirlemiş. 2024 yılında
Bir zamanlar karnelerde yer alan ‘hâl ve gidiş’ notunu hatırlıyor musunuz? Onun kırık gelmesi pek kolay bir şey olmadığı gibi başınızın ciddi belada olduğunu da gösterirdi. Belli ki gemi azıya almışsınız, öğretmen de durumu velinize bildirmeye karar vermiş. O gidiş gidiş değil yani.
Profesyonel müzik hayatlarının süresi yarım asra yaklaşan Gündoğarken’in üyeleri Gökhan ve Burhan Şeşen’in bu serüveni daha dinleyiciyle buluşmadığı yıllardan başlayarak anlattıkları müzikli gösteriye “Hâl ve Gidiş” adını vermelerinin de bu notla ilgisi var. Onlar “Matematiğiniz, Türkçeniz kırık da gelse çalışır düzeltirsiniz. Ama hâl ve gidiş kötü gelirse fena” diyen bir babanın çocukları. O yüzden de anlattıkları evet, müzikle ilişkileri. İlk enstrümanları, ilk yaptıkları besteler, çocukken dinledikleri müzikler, onları etkileyen müzisyenler ve o günden bugüne onlara el veren ustalar.
Ama bir yandan da iyi insan olmayı, ‘ahlaklı’ insan olmayı, başkalarının hakkını yememeyi, yerlere
Ailede bir kayıp olur, anne ya da baba ölümü… Cenaze için kardeşler memlekette, doğup büyüdükleri evde toplanır. Bu buluşmalar genellikle “Ah ne güzel günlerdi, birbirimizi de pek özlemişiz, ne iyi oldu buluştuk” diye sarılıp öpüşerek sonuçlanmaz. Bir şekilde geçmiş hesapların açılması, çocukluk yaralarının kabuklarının kaldırılması, her birinin farklı hatırladığı ortak geçmişin izlerinin halının altından orta yere dökülmesi kaçınılmazdır sanki. Ve çoğunlukla bakarsın aslında hiçbir şey “bildiğin gibi değil”. Böyle olur ailelerde ya, kan bağıyla en yakın oldukların seni en az tanıyanlardır çoğunlukla.
Dünya sinemasında bu konuyu işleyen pek çok film görmüşüzdür. Vuslat Saraçoğlu’nun bu hafta nihayet gecikmiş olarak gösterime girebilen filmi “Bildiğin Gibi Değil”in de konusu böyle. Üç kardeş; büyükten küçüğe Tahsin (Serdar Orçin), Yasin (Alican Yücesoy) ve Remziye (Hazal Türesan) babalarının
Kurtuluş’ta küçük bir meyhane. Şen Meyhane. Eski adıyla Şeniz Meyhanesi. Acaba nereden icap etmiş bu isim değişikliği, onu birazdan öğreneceğiz. Oyunun gizemlerinden biri de bu. Ama daha önemlisi o gece bu meyhanede bulunan dört kadının ortak noktası nedir ya da kimdir? Ortada bir cinayet var mı? Varsa ölen kim? Öldüren kim? Ceset var mı? Silah nerde? Sorular, sorular…
Okan Bayülgen’in Dada Salon Kabarett’sinde başlayan “Kanlı Kabare”, seyirciyi bu soruların izinde eğlenceli ve gizemli ve evet, adından anlaşılacağı gibi ‘kanlı’ bir geceye davet ediyor. “Aşk var. İhanet var. Kader birliği, kıskançlık, tutku, intikam ve şarkı var” diyor tanıtım metninde. Bir de hayatlarında çeşitli – ya da aynı – erkeklerden darbeler almış dört kadın.
Erkek karakter(ler) olayların tetikleyici unsuru olarak geri planda hatta çoğu zaman sadece isim olarak yer alıyorlar ki bu genelde kadınlara uygun görülen bir roldür, kabareyi sunarken yazarı ve yönetmeni Okan Bayülgen’in söylediği gibi gerçekten