Delirdiğimin düşünülmesinden korkmasam, bugün size “Mayıs ayı bitmeden kendinize bu ülkeden - bu dünyadan - bu keşmekeşten iki saat izin verin” derim. Bir hikaye dinlemeye gidin. Bana göre son yılların en iyi anlatıcılarından, dil cambazlarından Özen Yula anlatsın, siz dinleyin... Sekiz yüzyıl öncesinden, iyi saklanmış sırlar arasından çıkıp gelsin, bir de üzerine şiirle anlatılsın. Çağ dışı biliyorum, ama deneyin...
Yazıp yönettiği ‘Şems!... Unutma!...’ oyununun prömiyerinde sahneye çıktı Özen Yula. “Alkışlamayın” dedi, “Alkışlanacak bir şey söylemeyeceğim...” Ve izleyeceğimiz oyuna dair bir şeyler söyledi. 1 saat 40 dakika sürecekti. Arasız olacaktı. Mümkünse cep telefonlarımızı sessize almamalı, tamamen kapatmalıydık. Facebook’ta neler oluyor bilmeden, twitter ana sayfasını yan gözle tarayıp sahnede, salonda, yan koltukta neler oluyor ele güne duyurmadan 1 saat 40 dakika durmalıydık. Ve ‘eğer mümkünse’ kendimizi metne bırakmalıydık...
Ne yalan söyleyeyim, huzursuzlandım biraz. 1 saat 40 dakika kıpırdamayacak olmaktan, cep telefonumunu ışığını toptan kesecek olmaktan, izleyeceğimin besbelli fazla tempolu bir şey olmayacağını bilmekten... Nasıl bir hıza alışmışsak ‘duramıyoruz’ bir türlü.
Fakat ışıklar söndü, arkada görünmeyen fırçalar usul usul hareketlendi, iki ebru sanatçısı boyamaya başladılar avluyu. Müzik girdi sonra. Yok, öyle ‘müzik girdi’ denip geçilecek bir şey değil, Jehan Barbur girdi, anlatıcı ‘Tavus Hatun’ kılığında. Albümlerini dinlemiş olabilirsiniz, bir konserde izlemiş olabilirsiniz, bu sefer nasıl inanılmaz bir sahne yaratığı olduğunu, her söylediğini doğrudan ruhunuza nasıl aktardığını göreceksiniz. İnanılmaz bir ses, inanılmaz bir anlatıcı...
Sonra zaten şiir girdi, ben teslim oldum. Ve gerçekten o
1 saat 40 dakikanın nasıl geçtiğini anlamadım. Sakindi, huzurluydu, su gibi akan bir metindi.
Mevlana ile Şems’i anlatmış Özen Yula. Daha doğrusu geride bıraktıklarını... Arkada dansçıların canlandırdığı silüetler dışında Mevlana ile Şems’ten iz yok. Ama Mevlana’nın oğulları Alaeddin (Sinan Tuzcu) ile Sultan Veled (Teoman Kumbaracıbaşı) var, karısı Kerra Hatun (Sema Keçik) var, evlatlığı Kimya (Beste Bereket) var. Bir de kasabaya gelip sırları deşmeye kalkan yabancı ki o da Yetkin Dikinciler. Böyle bir ‘tarife hacet yok, isimleri yeter’ oyuncu kadrosu...
Cihan Yöntem’in koreografisi, Cenk Erdoğan ile Jehan Barbur’un müzikleri... Bütün bunlar kesmediyse aşk, tutku, cinayet, intikam... Daha ne olsun? Mayıs’ın 19’undan sonra Cevahir Sahnesi’nde, ‘unutmayın’!
‘Hırçın Kız’a mektup...Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali başladı. Bu yılın onur ödülü, sinemamızın en şahane ‘cadı’larından birine, Derya Alabora’ya verildi. 1983’te evlendiği eşi Uğur Yücel’in bu vesileyle yazdığı yazıysa bizi bizden aldı. Birini neden sevdiğinizi unutmamak, hayatınıza kattıkları için teşekkür etmek ne kadar önemlidir, hatırladık bir kez daha... Birazını paylaşmak istiyorum...
“30 yıl önce tanıdım onu” diye başlıyor yazı. Konservatuar öğrencisi Derya Alabora’nın ‘Hırçın Kız’ çalışmak için ona gelişiyle... “Utangaç, güzel bir kız olarak hatırladım sonrasında onu ama deftere yazmamıştım. Demek yıllarım bu Hırçın Kız’la geçecekmiş. Bilmiyordum” diye anlatıyor o günleri Yücel.
“Başından fışkıran deli kızıl saçları, çilleri... Güzel sevda... Suskunluğunun altında şelaleler akan tutkulu aşık delişmen kızlar gibiydi. Anne olduktan sonra da durup oturmadı aslında” diyor, ‘eğlenceli, anaç, düşkün dostu, adaletli’ karısı için...
Yazının tamamına yer yok ama finali şöyle: “Kekik kokulu adaların rüzgarlı tepelerinde başını bağrıma yaslarken yüreğimin titrediği gencecik çilli kırmızının aşk üzerine yazdığımda koyu bir ilhamla yeri bâki. Canımın ta içi oğluma her sarıldığımda ciğerime dolan bahar kokusunda da.
Bir yerlere kaybolursam ruhum dolu, oğluma ilelebet hasret, ona minnet ve şükranla giderim bu dünyadan. Hırçın Kız’a...”