Gazete yazılarını ‘okuttuğuna’ inandığımız en önemli unsurdur başlık. En fiyakalı, en çarpıcı başlığı atmak da gazeteciliğin şanından. Başlık ve spot tamamsa, yazımızın ‘satışını’ garantiledik demektir.
Bu yüzden ufak tefek çarpıtmalardan, röportaj yaptığımız adamın sözünde aynı kapıya çıkacağına inandığımız kimi değişikliklerden de kaçınmayız üstelik. Yazıyı okuyan ‘aslında’ ne demek istediğini anlayacaktır ne de olsa... Okursa tabii...
Tam da bu yüzden korkarım ben başlıklardan. Çarpıcılığına kapılarak attığınız o başlık, yapışır yazanın da yazılanın da üstüne. Çoğu gazete okuru sayfaları gözüyle şöyle bir tarayarak çevirir, sonunda da aklında bir tek başlık kalır... “1 ay delilerle yaşadım” diyen bir Sumru Yavrucuk mesela...
Deliler!
Gözlerime inanamadım Hürriyet’te bu başlığı gördüğümde. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”nde sekiz sene şizofren bir kadını oynamış, bu rolle bütün oyunculuk ödüllerini toplamış bir oyuncu olarak Prof. Dr. Bengi Semerci’nin TRT’deki programına katılmıştı Yavrucuk. Ve role hazırlanmak için bir hastaneye başvurduğunu, 1 ay kadar gidip gelip şizofreni hastalarının arasında bulunduğunu anlatmıştı.
Sonuç? “Ödüller kazandım ama 1 ay delilerle yaşadım.” Benim bir okur olarak nasıl gözlerim yuvalarından uğradıysa, Sumru Yavrucuk da fenalık geçirmiş bu başlığı görünce doğal olarak. Hatta birkaç gün sonra Kelebek’te çıkan yazısından anladığımız kadarıyla Cengiz Semercioğlu da.
“Sabah gazetede başlığı görünce, sanki o başlığı atan biz değilmişiz gibi de ağzımız açık kaldı...” diyor: “Deli mi??? Nasıl attık bu başlığı biz dedik... Üstüne de Sumru Yavrucuk’un mail’i geldi; “Ben böyle bir şey demedim” diyen... Valla biz de demek istemezdik. Ama basiret böyle saçma şekilde bağlanıyor bazen...”
‘Güvenilmezim ben’
Semercioğlu’nun yazısının çıktığı gün tesadüfen Sumru Yavrucuk ile beraberdim. Bu ‘saçma basiret bağlanması’ ona epey pahalıya patlamış durumda. Şizofreni hastalarıyla ilgili toplumdaki önyargılardan söz ederken onlara ‘deli’ der duruma düşmekten duyduğu rahatsızlık bir yana, üstüne bir de “Böyle bir şeyi nasıl dedin?” diye soran eşe, dosta, tanıdığa dert anlatma çabası... Bir gazeteci olarak nasıl teselli edeceğimi bilemedim onu. “Boşver, okuyanlar inanmamıştır zaten” mi deseydim?
Böyle böyle “Gazeteciyim” demek “Güvenilmezim ben” anlamına gelir oldu farkında mıyız? Sanırım daha ilginç, daha parlak, daha çarpıcı olma uğrunda gözümüzü kapatıp bağlayıverdiğimiz basiretimizi ‘açık tutmaya’ daha çok özen göstermeliyiz...
Kırık dökük hikayeler
“Ne olacak bu 30’u geçmiş kadınların hali?” temalı filmlerden biri daha denebilir-di “Broken English” için. Türk izleyicisi için uygun görülen “Aşkın İngilizcesi” adını tercih etmiyorum, Marianne Faithfull’un o müthiş şarkısının adı dururken. İyi ki “İtalyanca Aşk Başkadır” diye bir film tuttu, artık her dilde aşktan söz edebiliriz...
Neyse, filme dönelim, kızımızın adı Nora, yaşı 30 ile 40 arasında bir yerlerde, tabii ki pek çok kadın gibi bütün dertlerine deva olarak aşkı görüyor. Bir kere çıktığı, birlikte olduğu adamı sevgilisi sanıyor ve sürekli hüsrana uğruyor. Amanın ne ‘beynelminel’ konuşmalar, davranışlar, arızalar... İnsan kendini iyi hissediyor, yalnız değiliz, dünyanın her tarafında durum benzer...
Sihirli değnek
Bu tipik bir Hollywood filmi olsa, Nora aşkı bulur ve hayatında yolunda gitmeyen ne varsa her şey sihirli değnek dokunmuş gibi yoluna girerdi.
Ama “Broken English” efsane John Cassavetes ile muhteşem Gena Rowlands’ın kızı Zoe Cassavetes’in filmi. Nora rolünde de bağımsızlar kraliçesi Parker Posey var. Hal böyle olunca incelikli diyaloglar, zeki espriler ve çok olağan, bu yüzden de bu kadar çarpıcı sahnelerden oluşuyor.
Evet, Nora bir yerlerde kırık dökük İngilizcesiyle bir Fransız prens buluyor bulmasına ama...
Amasını anlatıp filmin tadını kaçırmak istemem, sadece aşkı tüm eksiklerini tamamlayan, insanı bütünleyen bir mucize gibi değil, ancak kendi kendinden hoşnut olduğun, hayatına sahip çıktığın zaman yaşanabilecek bir mükafat gibi sunduğunu söyleyebilirim.
Öbür türlüsüne ne ad verilir bilemiyorum... Duruma göre ‘zaaf’ belki, ‘ihtiyaç’ ya da ‘bağımlılık’... Ama aşk değil... Aşk için iki tam ve özgür ruh gerekiyor çünkü...