Pazar öğleden sonra metrodayım, Taksim’den Hacıosman yönüne gitmek üzere. Ne sakin bir gün, herkes oturuyor, sessiz sedasız gidiyoruz. Maça giden insanlar da var, üstlerinde formaları, ellerinde bayrakları. Ama gayet neşeliler, sakiniz yani.
Gayrettepe durağında birden kıyametler kopuyor. Bazıları Ultraslan forması giymiş bir grup giriyor içeri. Deliler gibi tepiniyorlar, bütün metro zıp zıp zıplıyor. Yetmiyor,
kapıları tutuyorlar, arkadaşlarını bekliyorlar. Hep beraber bekleşiyoruz metronun
içinde. Öyle bir-iki dakika değil, epeyce
bekliyoruz.
Pek kibar anonslar yapılıyor, “Arkadaşlar, kapıları tutup seferlere engel olmayınız lütfen” türünden. Kimse tınmıyor.
Galatasaray Lisesi’nde okumuşum, taraftar ve maç görmemiş değilim, fanusta büyümemişim, gazetecilik hayatımda pek çok farklı ortamda bulunmuşum, öyle kolay kolay şaşırmam da, korkmam da ama bu sefer korkuyorum!
“Kardeşim, işimiz gücümüz var, tutmasanıza aracı” derim, diyemiyorum. Kafama sopa mı yerim, bıçak mı belli olmaz...
Kimsenin sesi çıkmıyor. Kaldırıp gözümüzü yerden, bakmıyoruz bile.
Onlar babalarının evindeymiş gibi oraya buraya vurup ortalığı ayağa kaldırırken ve bizi yolumuzdan alıkoyarken çıtımızı çıkarmadan bekliyoruz.
Bir kişi Allah muhafaza turnikelerden atlamaya kalkışsa, üstüne çullanan görevlilerden eser yok. “Dağ başı mı kardeşim burası?” diye klişe bir soru vardır ya; evet, dağ başı burası!
4. Levent’ten sonra güzergah değiştirmeye karar veriyor metro. Seyrantepe’ye gitmeye. Anons yapıyorlar, “İnip bir sonrakini bekleyin” diye. Dinliyoruz. Her şey normal artık, şaşırmak yok. En çok vurup kıran kazanıyor.
BiTAKSi KULANIN, RAHAT EDiN
İlk çıktığında da yazmıştım, bitaksi diye bir uygulama var, icat eden cennetlik. İndiriyorsun akıllı telefonuna, günlük stres dozunu yarı yarıya azaltıyorsun.
Taksiye ihtiyaç duyduğun anda açıyorsun, hemen civardaki kayıtlı araçları tarıyor ve yarım dakika içinde size doğru yönlenen taksinin kaç kilometre mesafede olduğunu, plakasını, şoförünün adını görüyorsun.
Hemen ardından şoför seni arıyor, “Asu Hanım, ben şuradayım, geliyorum size doğru” diyor. Adını biliyor ama telefon numaranı görmüyor. Sen haritadan onun sana doğru gelişini takip ediyorsun ve birkaç dakika içinde taksin önünde.
Arabaların tamamı tertemiz, pırıl pırıl, sürücüleri dünya kibarı. “Orası yakın, burası sıkışık, gidemem” diyen, surat asan yok.
Bu tür iki şikayet alanı sistemden çıkarıyorlar çünkü.
Ayrıca istersen kredi kartıyla ödeme yapabiliyorsun.
Şoförler her aldıkları işten 10 liraya kadar 50 kuruş, 10-20 lira arası 1 lira, onun üstüne de 2 lira sisteme ödüyorlarmış. Buna rağmen kendileri de son derece hoşnutlar. Şu anda İstanbul’da 6000 kadar araç varmış bitaksi’ye kayıtlı.
Hararetle tavsiye ediyorum, paranızla rezil olduğunuz taksilere veda edin, bitaksi kullanın.
Belki diğerleri de biraz kendilerine çeki düzen verirler.
DUYGU AKLI YENER
Stephen Frears’ın İstanbul Film Festivali’nin açılışını yapan filmi, ‘Philomena/Umudun Peşinde’, her izleyeni farklı yönleriyle çarpıyor. Film, 1950’li yıllarda bir panayırda aşık olduğu delikanlıyla sevişip hamile kalan İrlandalı Philomena’nın 50 yıl sonra manastır tarafından el konulup evlatlık verilen oğlunun peşine düşmesini anlatıyor diye özetleyebiliriz.
Ona bu arayışına yardımcı olan gazeteci Martin ile Philomena arasındaki müthiş farklılıkları anlatırken; akıl ile duyguyu kıyaslayan bir film diyebiliriz ya da. Martin çok akıllı, çok entelektüel, bunların neticesinde çok da öfkeli. Philomena’ya iyi bir gazete hikayesi olarak bakıyor, onu dinlerken hangi başlığı çıkaracağını düşünüyor muhtemelen. Pek zeki bulmuyor kadını, sinirine dokunuyor o iyimser, her şeye şaşıran, herkese teşekkür eden hali.
Hikaye geliştikçe asıl bilgeliğin nerede olduğunu sorgulamaya başlıyor insan. Mutluluğun da tabii...
Hayat bilgisi kitaplardan öğrenilmiyor pek.
Ve bütün şaşkınlığı, ürkekliği, bakış açısına göre cahilliğiyle Philomena çok daha güçlü, o akıllı, bilgili, ‘önemli’ işler yapan Martin’den.
Bir de Judi Dench oynuyor Philomena’yı, daha ne olsun?