İlk bilgisayar programını 10 yaşındayken yazmış bir insanın 20’lerine geldiğinde ‘uyumsuz’ olması, sosyal ilişkilerinde ‘başarısız’ şaşılacak bir şey mi? Hiç değil
Böyle bir insanın dünyanın en büyük ‘arkadaşlık’ sitesini kurması ilginç gerçekten. Gerçi, değil mi ki sanal alem bize gerçek hayatta mahrum kaldıklarımızı sunuyor, aslında bu da çok anlaşılabilir bir durum. Hele hele David Fincher’ın hayranlık uyandıran filmini izledikten sonra daha da anlaşılır hale geliyor.
Önce şunu söyleyeyim: Herkesin bildiği bir hayat öyküsü ancak ‘Se7en’ gibi, ‘Dövüş Kulübü’ gibi filmler yapmış bir adam tarafından böylesi gerilimli, merak uyandıran bir maceraya dönüştürülebilirdi. ‘Sosyal Ağ’ günümüzün en büyük fenomenlerinden
facebook’un doğuş hikayesini anlatmakla, onu yaratan sıra dışı genç adam, Mark Zuckerberg’i tanıtmakla kalmıyor, basbayağı soluk soluğa
izleniyor.
Film, parlak Harvard öğrencisi Zuckerberg’in nasıl bir sosyal hayat acemisi olduğunu görmemizi sağlayan bir sahneyle açılıyor. Kız arkadaşıyla bir pub’da oturan genç adam üst üste dangalaklıklar yaparak kendisini terk ettirmeyi başarıyor. “Sen inek olduğun için kız arkadaşın olmadığını sanacaksın ama sebep hıyarın teki olman olacak” diyerek çekip gidiyor kızımız.
Ve böylelikle hem ciddi bir intikamı (sutyen ölçüsü gibi bir takım mahrem bilgilerin internet blog’undan dünyaya ifşa edilmesi) hem de mazide kalan unutulmaz kadın olmayı hak etmiş oluyor. Zuckerberg hızını alamayıp o gece okulun en güzel kızlarının - oğlanlarının oylamayla belirleneceği
facemash.com sitesini kuruyor. Bu iş için okulun veri tabanını hack’lediği ortaya çıkınca da önce okuldan uzaklaştırma cezası alıyor, sonra da Harvard’a özel bir arkadaşlık sitesi kurmaya hazırlanan ekipten iyi bir iş teklifi.
Fakat filmin sloganından da anlaşılacağı gibi (‘Birkaç düşman edinmeden 500 milyon arkadaş kazanamazsınız’) Zuckerberg, pek bir etik kaygı taşımadan adamların fikrinden aldığı ilhamla facebook’u yaratıyor, onları da bir süre oyaladıktan sonra yarı yolda bırakıyor. Tabii ki facebook.com’un açılmasıyla da yer yerinden oynuyor.
O an itibariyle de adamımız şöhretin, popülerliğin, kızların ilgisinin tadını çıkarmaya başlıyor. Biri hariç...
Marc Zuckerberg’i oynayan Adam Eisenberg çok başarılı. Ama izleyicinin gözü ister istemez Napster’ın yaratıcısı Sean Parker’da müthiş bir gönülçelen üçkağıtçı portresi çizen Justin Timberlake’de kalıyor...
Kendime bir mektup yazdım...
Yedi yaşındayken oturup 30 yıl sonraki halinize mektuplar yazsaydınız neler söylerdiniz acaba? “Sevgili kendim,” diye başlayarak nelerden söz ederdiniz? “Hayal ettiklerimizi başardın mı?”, “Nasıl birine dönüştün?”, “Hangi mesleği seçtin?” “Aşkı buldun mu?” Her şeyden önemlisi de, “Beni unuttun mu?”
Yönetmen Yann Samuel’i ‘Cesaretin Var mı Aşka?’dan hatırlıyoruz. Çok sevimli, oyunlu, tatlı bir filmdi. Bu hafta gösterime giren ‘Aşka Fırsat Ver’ de öyle.
Kahramanımız, Sophie Marceau’nun oynadığı Marguerite. Ama kendisine Margaret adını vermiş. Mutsuz çocukluğunu, geldiği kasabayı, taşrayı unutmak için... Çelik gibi bir iş kadını olmuş. Toplantıdan toplantıya koşturan, vakitsizlikten üstünü başını arabada değiştiren, sağa sola emir veren ‘başarılı’ bir kadın.
Ama işte bir doğum gününde, o unutmak istediği eski dosttan, yedi yaşındaki Marguerite’den mektuplar almaya başlıyor ve bütün dengesi alt üst oluyor. Çocukluk hayalleri, aslında kim olduğu, ne olmak istediği ve o küçük kızdan ne kadar uzaklara düştüğü bir bir dank ediyor kafasına...
Dediğim gibi, fantastik tarafları olan çok tatlı bir film. ‘La Boum’un küçük yıldızı olarak tanıyıp beraber büyüdüğümüz Sophie Marceau’yu izlemek de bizim kuşak için çocukluktan mektup almak gibi bir şey...