Genelgeçer doğrulara göre yaşamıyorsan, hareketlerini ‘başkaları ne der’e göre ayarlamıyorsan, gece geziyor, içki içiyor, bu hayata ayık kafayla katlanamıyorsan-hele hele kadınsan-potansiyel bir su testisisin, er geç kırılacaksın ve bu kimseyi üzmeyecek, şaşırtmayacak. Ölüne bile saygı duymayacaklar, çünkü su yolunda kırıldın...
Kalbi doğuştan kırık Amy Winehouse’un gencecik ölümünü, belli ki beş kuruşluk değer vermediği dünyaya daha fazla tahammül edemeyişini, basınımızda çok yakın zamanda yaşadığımız diğer ‘su testisi’ vakasıyla kıyaslıyor değilim tabii. Defne Joy Foster’ınki bambaşka bir hikayeydi. Benzeyen ve insanı çileden çıkaran, arkasından yapılmaya cüret edilen yorumlar. Ortada kayıp gitmiş bir insan hayatı varken, birilerinin bundan ders çıkarmaya, parmak sallayarak “Su testisi su yolunda kırılır!” diye öğüt vermeye kalkışması.
Yargılamak haddimiz değil
Herkesin hayatı biricik, bu gül bahçesine hiç benzemeyen hayata dayanma gücü de, sabrı da, kırılganlığı da kendine göre. Sen her şeye rağmen dört elle yaşama sarılabilirsin, daha ünlü, daha zengin, daha daha daha fazla olmak seni mutlu edebilir. Bir başkası için bunların hiçbir anlamı olmayabilir ama. Yalandır hepsi. Amy Winehouse için böyleydi. Çok üzgünüm ama 27 yılda arkasından “Su testisi su yolunda kırıldı” diyebilen Yonca Evcimik’ten çok daha fazla insan hayatına dokundu. Belki bu ona yetti, belki fazla geldi. Bilmiyoruz, bilemeyiz. Kaldı ki yargılamak haddimiz değildir. Saygı göstermek, susmayı becermek isabet olur.
KONGRE MERKEZiNiN OTOPARKINDA BiR GECE
“Yeni düzenlemelerden sonra ancak alışmaya başladık, Açıkhava’ya konsere gitmenin, oralarda park etmenin, dönüşte tüneller arasından ezilmeden yürümenin yollarını bulabiliyoruz. İstanbul Kongre Merkezi otoparkı hele, hayatımızı epey kolaylaştırıyor.” diye düşünmekteydim... En son Sezen Aksu konserine kadar...
Her Sezen konseri gibi uzadı bu da. Doymak bilmeyen seyirci-onlara kıyamayan Sezen Aksu ikilisi biraraya gelince öyle 12’de vedalaşmak pek mümkün olmuyor. “12’de inmek zorundayız, polis gelip götürüyor” diyor, dinletemiyor. Hep beraber ‘Şikayetim var, cümle yasaktan/Dillerimi hakim bey, bağlasan durmaz/Gelsin jandarma, polis karakoldan/Fikrim firarda, mahpusa sığmaz’ı söylüyor herkes hep bir ağızdan, durum bu.
Labirentte kaybolduk
Biraz da sonrasında oyalanınca neticede haddimizi aşmış, saatimizi şaşmış olarak çıkıyoruz Açıkhava Tiyatrosu’ndan. O da nesi, ortalık zifiri karanlık. Neredeyse otoparkı seçemeyeceğiz. Halbuki arkadaşım park ederken sormuş, “Açığız” cevabını almış. Köftecilerden yardım istiyoruz, acaba açık mıdır otoparka inen asansör? Kimi “Oradan” diyor, kimi “Orası kapalıdır buradan diyor”, neticede çıkıyoruz bir şekilde, gayet görkemli bir bina olan kongre merkezinin önüne. O kapıyı deniyoruz, yok, öteki, olmuyor. Ne bir bekçi, ne bir güvenlik görevlisi, ne de bir ışık.
Umutsuzca oradan oraya koştururken karanlıkların içinden bir adam çıkıyor: “Otoparka mı geldiniz?” Çok şükür... “Ne bu karanlık?” diyorum, “Enerji tasarrufu var” diye cevap veriyor. Ciddi mi şaka mı belli değil. Herhalde kapıya bir ışık konabilir, millet düşüp kafasını kırmasın diye. “Asansörlerin yerini biliyorsunuz değil mi?” diyor, bende bir korku. “Asansörde kalırsak herhalde ölürüz” diyorum, “Biri bizi bulana kadar.” “Yok canım, bina dolu” diyor ve ben şakacı bir kimseyle karşı karşıya olduğumuzdan emin oluyorum, çünkü sahiden bir ölüm sessizliği ve karanlığı hakim binaya.
Aklımda bütün o kat otoparklarında geçen cinayet sahneleri, bir an önce yeryüzüne çıksak diye dua ederek bir şekilde yolu buluyoruz ya, bir daha tövbe. Sen böyle dört başı mamur bir bina yap, otoparka iki görevli nöbetçi bırakma. “Kapatıyoruz 12’de” deyin bari, niye açıkmış gibi yapıyorsunuz?