Cem Özer’in Altın Portakal’ın açılış törenine giderken kameralara yaptığı konuşmayı alkışlamak geldi içimden. Kolunda bir siyah bantla gelmiş Özer törene, Timuçin Esen’e yapılanları protesto etmek için...
Son derece haklı, bunun ötesinde de medeni bir protesto eylemi. Aman efendim bizim arkadaşların çok gücüne gidiyor bu durum, derhal kameralarını, fotoğraf makinelerini yere indiriyorlar. Ne demek bu? “Biz de seni çekmiyoruz o zaman”.
Enteresan bir “Seni biz var ettik” inancı hakim ya bütün ünlülere karşı... Karakoldan çıkarken Timuçin Esen’in arkasından “Adam mı oldun lan…” diyen paparazzinin durumu da aynı. “Seni yazdık, çizdik, bir hiçtin, şöhret sahibi yaptık, bunun bedelini hayatının her anını bize satarak ödemen gerekirken bir de nankörlük yapıyorsun…”
Ama içkiliydi…Cem Özer “Ona yapılanlar Cem Garipoğlu’na yapılmadı…” diyor. O kadar doğru ki… Benim yüzüm kızarıyor Timuçin Esen’in yerlerde sürüklenişini her gördüğümde. Uğur Yücel’in yere kapaklanışını sonra… Levent Kırca’yı, Teoman’ı, Nejat İşler’i, Nurseli İdiz’i… Bütün o yolları kesilip çileden çıkarılan insanları…
Kendilerini de “Ama o da alkollüydü” diye savunuyorlar. Cem Özer de “Adam gece kulübünden çıkıyor. Kütüphaneden çıkarken alkollüyse o haber” diyor o da gene son derece haklı olarak.
Ve ayrıca bu “O da alkollüydü” durumu gittikçe daha tehlikeli bir hal almaya başladı. Olacak tabii, gece eğlenmeye çıkmış, kimseyi taciz etmemiş, alkollü halde direksiyon başına geçmiyor, paşa paşa evine dönmeye çalışıyor.
Alkol batağı…Kabahati ne? Bu ülkede içki yasaklandı da bizim haberimiz mi yok? Nedir bu iki kadeh içene yapılan “Alkol batağına sürükleniyor” muamelesi?
Bu tacize, isterlerse alınsınlar ama bu ‘teröre’ tez zamanda bir çare bulunması gerekiyor. İnsanlar dışarı çıkıp bir yere gitmeye korkar oldular. Ne zaman yollarının kesileceği, gözlerine ışık tutulacağı, oralarından buralarından çekiştirileceği belli değil. Buna kimsenin hakkı yok. Bu işi yapan arkadaşlara da sözüm: Bu yanılgıdan tez zamanda kurtulun, siz tanrı değilsiniz, kimseyi siz yaratmadınız, ünlü olmaları hayatlarının size ait olduğu anlamına gelmiyor.
Mesleğinin adını utanmadan taşımak isteyen gazetecilerin de, özellikle magazinle uğraşanların, takım psikolojisini bırakıp adaletli bir noktada saf tutması gerekiyor. İçme, eğlenme, hatta dağıtma özgürlüğü herkese gerekebilir günün birinde…
Güvenlik görevlisi baskısı altında…Pazar günümüzü plastik sanatlara vakfettik bu hafta. İstanbul Modern önce, kalan dar vakitte de Bienal’e giriş... Çok etkileyici işler gördük sahiden.
Ve fakat, müzede ziyaretçi başına düşen güvenlik görevlisi sayısını biraz fazla bulduğumu, sürekli gözetim altında insanın gördüklerinin keyfini çıkarmakta zorlandığını söylemek isterim.
Paris’teki, New York’taki müzeler hep yaşar ya hani... Gidersin, bütün gününü geçirirsin istersen, arada gider kahveni, şarabını içer gene gezersin, yere oturanlar, uzananlar vardır, oradaki sanat hayatın bir parçasıdır, dokunduğun bir şeydir.
İstanbul Modern de öyle büyük ölçüde. Ama sürekli birileri sen birden heykellerden birini parçalayacakmışsın gibi davranınca tuhaf oluyor.
Ben Serkan Özkaya’nın “Pastacı Yamağı” heykeline bayıldım mesela. Tökezleyip elindeki yumurtaları düşüren bir çocuk ve etrafa saçılan yumurtalar. Yumurtalar iplerle tavandan sarkıtılmış durumda. Biz bir heyecan gittik yanlarına, anında üniformalı bir uyarı: “Dokunmayın!” Peki…
Ardından Sarkis sergisi, girişte bir masa var, üzerinde türlü ıvır zıvır. Herkesin kendisinden bir parça bıraktığı, notlar yazdığı bir iş. Ama gene üniformalı arkadaşların gözü üzerinde. Ola ki masadan bir makas, düğme filan yürütebilirsin… Geriliyor insan.
Nitekim birisi masaya “Güvenlik görevlisi baskısı altında sanata hayır!” yazmış. Üzgünüm ama ben de katılıyorum. Birileri güvenlik görevlilerine ziyaretçileri sanatla baş başa bırakıp sadece gerekli durumlarda müdahale etmelerini söylerse şahane olur…