Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Son dönemin en popüler etkinliklerinden biri, Dot’un yeni oyunu ‘Dövüş Gecesi’ne gitmek... Hatta geçen cuma tiyatronun kafesi Popup’ta Nuri Harun Ateş ile birlikte DJ’lik yaparken gözlemlediğim kadarıyla tekrar tekrar gitmek...
Çünkü seyircinin oylarıyla şekillenen oyun, çok farklı şekillerde devam edip, her seferinde başka bir finale ulaşabiliyor.
Böylelikle her gittiğinizde başka bir oyun izlemiş gibi oluyorsunuz. Ama sanırım her sefer finalde aynı şokla, rahatsızlıkla ve sıkıntıyla çıkıyorsunuz salondan: Kendinizden memnun olmayarak. Çünkü finaldeki fotoğraf sizin suratınıza ne olduğunuzu gayet acımasız bir şekilde vuruyor. O gece orada ‘çoğunluk’ kimdi, görüyorsunuz.
Ve siz kişisel olarak kim olursanız olun, kazanan ‘çoğunluk’ oluyor...
Ben oyunu provada izlemiştim ama seyirciyle beraber nasıl değişeceğini tahmin edememişim. Hatta kendi tercihlerimin de nasıl değişeceğini tahmin edememişim... Çok öğretici ve düşündürücü bir deneyim oldu.

HER ADIMDA DEĞİŞİYOR
Mert Öner‘in oynadığı sunucu açıyor geceyi... Sonra kendilerini seçtirmek için kıyasıya ‘dövüşecek’ olan beş adayı görüyoruz karşımızda: Ece Dizdar, Tuğrul Tülek, Pınar Töre (ya da onunla dönüşümlü oynayan Gizem Erdem), Serkan Altunorak ve İbrahim Selim. Ve sadece onların yüzüne bakarak bir seçim yapmamız isteniyor. Elimizde küçük aletlerimiz var, onların düğmesine basarak seçimimizi yapabiliyoruz.
Bu arada “Madem ki ben de bu oyunun bir parçasıyım, büyük bir rahatlıkla hiç susmadan ve yüksek sesle konuşabilirim” diyen enteresan bir seyirci grubuna denk geldiğim için, seçimlerin neye göre yapıldığını da rahatlıkla izleyebildim.
Kızlar, beş adaydan en yakışıklısı olduğunu düşündükleri Serkan Altunorak’ı, erkekler de aynı sebeple Ece Dizdar’ı seçtiler tereddüt etmeden.
Bu ilk seçimden sonra adaylar konuşmaya, kendilerini tanıtmaya başlıyorlar ve işler her adımda değişiyor. Serkan ve Ece ikinci elemede en az oyu alıyorlar, misal.
Kendisine kimin oy vereceğini değil, mümkün olan en fazla oyu almayı hedefleyen İbrahim ile “Beni böyle seven sevsin, gerisi de nefret etsin” diyen dobra Pınar en alt sıradan öne geçiyorlar bu sefer. Ama bir yandan kadınların hiç gönlü razı değil Serkan’ın oyundan çıkmasına.
Ayrıca bu ‘kapsayıcı, ılımlı, ortalama’ duruşuyla İbrahim’in temsil ettiği aday onlara başbakanı hatırlatıyor, yine konuşmalardan anladığım kadarıyla. Hafızalarında meşhur balkon konuşması kalmış olmalı...

GERÇEKTE NEYİ SEÇİYORUZ?
Neyse, oyunu aşama aşama anlatıp tadını kaçırmayacağım...
Tek söyleyeceğim, enteresan bir ‘seçim’ deneyimi o gece orada, tam da 30 Mart arefesinde yaşadığımız...
Binlerce de soru bırakan, kafalarda... Biz gerçekte neyi seçiyoruz? Bize sunulan adaylardan beklentimiz ne? Neden oy veriyoruz mesela, filancaya? Onu tanıyor muyuz? Bizim adayımız mı sahiden, yoksa kötünün iyisi mi? Bilmiyoruz... Ya da onun seçilince neye dönüşeceğini?
Bir önemli anı var oyunun; oyunu bozma ihtimalinin doğduğu... Onu da ancak altı kişi değerlendiriyor... Ve söz haklarını kaybettikleriyle kalıyorlar. Bir de geri kalanlar tarafından salondan çıkarıldıklarıyla... Biz de kendimizle başbaşa kalıyoruz. Kazanan ‘çoğunluk’la. O ana kadar sorulan sorulardan bir sonuç çıkmış, seyircinin kim olduğuna dair ve bu her gece değişiyor...
Biz kimiz bu gece?
Ağırlıklı olarak kadınız, bir ilişkimiz var, ortalama 34 yaş civarındayız, orta sınıfız, ırkçıyız ve kendimize benzemeyenlerin gitmesini istiyoruz. Memnun muyuz kendimizden?