Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Hayvan sevmek hafif delilikle eşdeğerdir bu memlekette. Evinde kedin köpeğin varsa zavallı, yalnız bir kimse olduğuna, üstüne bir de sokaktaki hayvanlara karşı da hassassan insan sevgisinden yoksun olduğuna hükmedilir.
Kaybolan, pencereden düşen kedin için endişelenirsin, söylemeye utanırsın. Köpeğin ameliyat olacaktır, gözün saatte beklersin, kimseye anlatamazsın. Aklın işe giderken karşına çıkan, yağmur altında ıslanırken bıraktığın kedi yavrusunda kalır, zinhar itiraf edemezsin. İnsanlar ölüyordur, kayboluyordur, açtır, senin bir hayvan için üzülmen ayıptır!

‘Kafayı sıyırmış’
Israrlıysan, en hafifinden müstehzi bakışları, giderek “Zaten kediyle - köpekle kafayı bozmuş”, yani hafiften ‘sıyırmış’, akli melekeleri sakatlanmış muamelesini göğüslemek durumundasındır. Alakasız bir konuda takındığın tutum da gelir oraya bağlanıverir.
Başbakan Erdoğan’ın “Köpekleriyle yatıp kalkan yazarlar” temalı konuşmasına Bekir Coşkun’un kuçusu Postal cevap vermiş önceki gün. Ben kedileriyle yatıp kalkan biri olarak, Postal’ın dediğinin aksine, hayvan sevgisinin insan sevgisinin de teminatı olduğunu düşünmüyorum pek.
Her hayvanı severim, her insanı sevdiğimi iddia edemem. Ama sevmediğim insanın da yaşama - varolma hakkına, tercihlerine saygı duyarım. Bir köpeğin, bir kedinin yaşam hakkını savunduğum gibi de savunurum. Şimdi muhakkak “Bir insanla bir hayvanın hayatı nasıl bir tutulabilir ki?” diyenler olacaktır...

İnsanla kedi bir mi?
Hep bu durumda aklıma yıllar yıllar önce okuduğum bir yazı gelir. Sevgili Yıldırım Türker’in Radikal İki’de yazdığı yazılardan biriydi. Çok zaman geçti, yanılıyorsam bağışlasın, benim hatırladığım kadarıyla kaybolan kedisi Leyla’nın ardından yazmıştı ve kayıp anneleriyle bir duygu ortaklığı kurmuştu. Ve “Vay efendim, kediyle insan nasıl bir tutulur?” kısır tepkileriyle karşılaşmıştı.
“Canlıların hayatının değerini birbiriyle tartmaya başlarsan sonu gelmez” gibi bir cümle yazdığını hatırlıyorum bunun üzerine. Ve bu cümlenin bu konuda edilebilecek son söz olduğunu düşündüğümü. Bütün ayrımcılıkların da başladığı nokta tabii ki.
Ondan sonra artık falanca ırktan, filanca dinden, mezhepten, cinsiyetten, etnik kökenden olduğun için kendini üstün, mühim, ayrıcalıklı, doğuştan haklı hissetmeye başlıyorsun ve geçmiş olsun... Sonu gelmiyor.


Çok özel bir kitap...
Filmi beğendik, beğenmedik, yanlı, maksatlı, zamanlı, zamansız bulduk, üzerine günlerce, haftalarca tartıştık ve “Mustafa” fırtınası nihayet dindi. Şimdi elimizde filmin NTV Yayınları’ndan çıkmış bir kitabı var ve gerçekten tartışma kaldırmayacak kadar farklı, Can Dündar’ın önsözde söylediği gibi ‘sıradışı’ bir çalışma.
Büyük boy, ciltli bir koleksiyon kitabı bu ve her sayfayı çevirdiğinizde ayrı bir sürprizle karşılaşıyorsunuz. Resmi ve özel arşivlerden derlenmiş belgeler, Atatürk’ün kendi el yazısından mektuplar, yolladığı kartpostallar, sayfalarını çevire çevire okuyabileceğiniz küçük not defterleri, fotoğraflar, haritalar, gazete kupürleri...

El emeği göz nuru
Bir “Medeni Bilgiler” kitabı çıkıveriyor mesela sayfaların birinde karşınıza. Atatürk yine kendi eliyle yazmış okullarda okutulsun diye, sene 1931.
Hepsi bir bir sayfalara yapıştırılmış. Mektuplar zarflar içinde, çıkartıp okuyabiliyorsunuz. Aman ne oyuncaklı bir iş, bak bak bitmiyor. Her sayfasında ince bir işçilik, acayip bir el emeği var her şeyin ötesinde.
“Mustafa” kitabının sayfalarını çevirmek, filmi hazırlayan ekibin araştırma sürecine ortak olma duygusu veriyor insana. Ortaya çıkan belgeseli sevip sevmemek size kalmış ama bu özenli çalışmaya ve heyecan verici kitaba şapka çıkarmanız kaçınılmaz...