BAFTA’nın galibi, Oscar’ın güçlü adayı ‘Zoraki Kral’ gösterimde
Heyecanla beklediğimiz filmlerden biri gösterimde bu hafta. Eğer cumhurbaşkanı değilseniz ve korsana rağbet etmiyorsanız, heyecanla bekliyor olmalısınız yani. Zira Oscar’ın en güçlü adaylarından ve de İngiliz Oscar’ları kabul edilen BAFTA’nın galibi ‘Zoraki Kral / The Kings’s Speech’ söz konusu.
Yönetmenimiz, genç (38 yaşında): Bundan önce muhtelif TV dizilerine ve de ülkemizde gösterime girmese de DVD’sini ele geçirmiş futbol ve sinemaseverlerce ‘başyapıt’ kabul edilen ‘The Damned United’a (Efsane teknik direktör Brian Clough’un Leeds United’da geçirdiği 44 günü anlatan film) imza atan Tom Hooper.
Oyuncuların hepsi birbirinden güzide. Kekemelikten muzdarip ‘zoraki kral’ George’da (yakınlarının çağırdığı isimle Bertie) Colin Firth, bin doktordan binbir eziyet gördükten sonra son umut olarak kapısına dayandığı zeki, tuhaf, şahane konuşma terapisti Lionel’da Geoffrey Rush, Bertie’nin Kraliyet Ailesi için fazlasıyla sevgi ve şefkat dolu, kendine özgü ve hoş karısında Helena Bonham Carter. ‘Diğer rollerde’ Derek Jacobi’den Guy Pearce’a, Michael Gambon’a seçkin isimler.
Anlatılan ise herhalde İngiltere Kraliyet Sarayı’nın en hoş hikayelerinden biri. Bir kere, söz konusu olan Kral VI. George, aşkı uğruna tahttan vazgeçerek ‘gönüllerin kralı’ olan, IIX. Edward’ın kardeşi. Babasının ve abisinin ‘mükemmelliği’ karşısında küçüklükten beri biraz ezik kalmış, özellikle de konuşma konusunda ciddi sıkıntısı olan bir adam. Kraliyet hayatına sıcak bakmayan karısı da zaten ‘nasıl olsa kekeme olduğu için bize ilişmezler’ diye düşünerek evlenmiş onunla. Biri sonradan Kraliçe II. Elizabeth olacak iki kızlarıyla huzurlu, mutlu bir hayatları var.
Gelgelelim, kral ölünce, IIX. Edward da Amerikalı sevgilisinden vazgeçmeyince iş başa düşüyor. Ve VI. George, kendisini mecburen hiç kimsenin güvenmediği ‘eksantrik’ konuşma koçunun eline teslim ediyor.
Çok sıcak, çok insancıl, bir o kadar da heyecanla izlenen bir film ‘Zoraki Kral’. Futboldan hiç anlamayan benim gibi birine bir Leeds United hikayesini soluk soluğa izlettiren bir yönetmenden de bu beklenirdi zaten.
Sigara nerede yasak, nerede değil?
Sigara yasağına karşı karışık duygular içerisindeyim. Bir tarafım yasaklara karşı çıkmak isterken, göz yanmasından, üst baş kokmasından, nefes daralmasından kurtulmuş biri olarak ilk kez bir yasaktan memnunum da doğrusu.
Kafelerin, barların, meyhanelerin durumu beni düşündürüyordu, onlar da dış mekan sobalarıyla, kapı önü sohbetleriyle bence gayet hoş çözümler ürettiler, sen sağ, ben selamet.
Fakat ilginç bir durum var: Hal Beyoğlu’nda, Asmalımescit’te, Cihangir’de, Nişantaşı’nda böyleyken, Kadıköy yakasında farklı yasalar hüküm sürüyor anladığım kadarıyla. Daha önce Benzin’lerde fosur fosur sigara içildiğinden söz etmiştim, haksızlık etmişim, neredeyse her yerde içiliyor.
Bağdat Caddesi’nde birbiri ardına açılan kahvehane mi, bar mı, restoran mı olsun karar verememiş, aynı anda kırk ekrandan maç yayınlayıp yapıp avaz avaz tekno müzik çalan, mönüsünde pizza- et- makarna- balık bulunan, nargile ve tavla servisini de eksik etmeyen mekanlar var ya... Hangisine girerseniz girin, “Burada sigara içilmez, cezası şu kadar...” tabelası ve yoğun bir duman karşılayacaktır sizi.
Dediğim gibi, çok yasakçı bir kafam yok, ama bu çifte standartla derdim var. Serbestse, herkese serbest olsun, yasaksa hepsine yasak.